Ömer AKPINAR –

Bir önceki yazıda Çocuklar Duymasın dizisi üzerinden tüketim toplumu incelenmişti. Tüketim toplumu refahı önceleyip hayatın her alanını kendine has terminolojiyle kapitale açarken, insanların kadim değerlerini aşındırdığı iddia edilmişti. Yazının ikinci bölümünde, Kızıl Goncalar dizisi üzerinden bireylerin yeniden mana arama süreci ve bu sürecin iktidar ilişkisi incelenmiştir. Öncelikle sosyoloji ve siyaset bilimi analizlerinde daima gözden kaçan modern bir kavramı açıklamak gerekir: Birey!

Birey ve Aristotales’in İnsanı

Sosyal psikolog Nuri Bilgin “birey” kelimesinin teklikten, bir olmadan geldiğini söyler. Günlük kullanımda birey insan olan bir tek kişiyi ifade eder. Zira kişi (persona) kurumsal da olabilir, hukuktaki tüzel kişilik gibi. Fakat birey siyaset bilimi literatüründe İngilizce “individual” kelimesinin karşılığıdır. Latince “individuus” kelimesinden türemiştir ve anlamı “bölünemez” olandır. Bir kişide bölünemez olan şeylerin ne olduğunun cevabını verenlerden biri de Thomas Jefferson’dır. Jefferson, John Locke’un “Toplum Sözleşmesi” sınırlarını çizerken siyasi otoritenin karşısına koyduğu kişiyi birey olarak tanımlamıştır. Bu sözleşme şüphesiz devlet ve insanlar, insanlar ve insanlar arasındadır. Locke kişilerin doğuştan gelen “haklara (rights)” sahip olduğunu söylemiştir. Jefferson bu hakları, mülkiyet hakkını diğer hakların içine yedirerek, üç maddede sıralamış ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesine (1776) koymuştur. Bu haklar; yaşama hakkı (life), özgürlük hakkı (liberty) ve mutluluğu arama hakkıdır (pursuit of happiness).

Aristotales ise daha kadim bir konuyu tartışır. İnsan nedir? Zira Jafferson’un bireyi tarihin belirli bir dönemine denk gelir. Aristotales insan nedir sorusuna, doğası gereği politik bir hayvan (zoon politikon) olmasıyla birlikte, üç özellik katar. Esasında retorik (söylev) analizi olsa da, bu üç özellik, insanı diğer canlılardan ayırır. Bunlar etik (ethos), mantık (logos) ve empati (pathos) özellikleridir. Etik kabaca ahlakı gösterir. Yani insan değer üreten canlıdır. Logos mantıklı olmayı yani düşünmeyi gösterir. Ahmet Kemal Bayram “logos”u “nutuk” kelimesiyle açıklar. Yani insan hem düşünen hem de düşündüğünü ifade eden canlıdır. Pathos ise diğer insanlarla empati kurmayı, kendisini başkasının yerine koyup düşünebilmeyi ifade eder.

Jefferson’un birey tanımı modern bir kavramdır ve birey özgürlüğü kapitalist düzende “freedom” olarak kullanmaktadır. “Liberty” özgürlük anlayışı anayasalarda ve kanunlarda bellidir. Çünkü liberyan özgürlük negatif haklara karşılık gelir. Yani devlete karşı korunmayı veya özgürlüğü açıklar. Oysa sosyal hayatın özgürlüğü bireyin mutluluğu arama tekniğine, yani freedom’a dönüşmektedir. Kapitalizmin ekonomik özgürlüğüyle birlikte mutluluğu arayan insan tüketim toplumunu yarattı. Oysa tüketim toplumu Aristotales’in tasvir ettiği insanı aşındırmaktadır. Çocuklar Duymasın dizisinin analizinde gösterildiği gibi bireysel arzular tüm toplumsal kurumları yıkıp, aile dahil toplumun her biriminde eşitsizlikler yaratırken; etik, nutuk ve empati duygularını bozmaktadır.

Kendi değerini üretemeyen, ürettiği değerlerle toplumda gerilim yaratan tüketim toplumuna bir adım geriden bakan yeni bir dizi gündemde bu günlerde: Kızıl Goncalar. Dizi gelecekte nasıl şekillenir bilinmez ancak bu çalışmada toplum analizine örnek olarak bu dizi ve dizinin birinci sezonu seçilmiştir.

Kızıl Goncalar’ın Hikâye Örüntüsü

Dizi biri tarikat ehli olan diğeri seküler olan iki aileyi incelemektedir. Bir tarafta, bir zamanların hızlı 28 Şubatçısı fizik profesörü Suavi Alkanlı, diğer tarafta tarikat şeyhi ve Suavi beyin akranı Mürşit Hazretleri var. Bu ikili geçmişten tanışıklar. Mürşit Hazretlerinin torunu Cüneyd’in ve Suavi beyin psikiyatrist oğlu Levent’in hayatları deprem sonrası memleketten İstanbul’a Dergâha gelen bir aile üzerinden kesişir. Ayrıca Levent, Cüneyd’in psikolojik sorunları için gideceği psikiyatrdır.

Dizinin hikâye örüntüsü Dostoyevski romanları gibidir. Karakterlerin derinlemesine ruh analizleri, kimin nerede niçin olduğunun bir tesadüf değil bilinçli bir eylem olduğunu gösteriyor.[1] Bu bilinç bazen bireylerin bazen de kaderin bilincidir. Çoğu kez Tolstoyvari bir ulvi amaç karşımıza çıkıyor. İki ailenin üstünde iki büyük günahın kâbusu dolanıyor: Biri öldü sanılan bebeği yasadışı yolla evlat edinme (Mira) diğeri ise psikolojik tedaviye muhtaç bir kadını bundan mahrum ederek ölümüne sebebiyet verme (Gülayşe). Mira’nın evlat edinme şekli seküler ahlak için en büyük cürümken Gülayşe’nin ihmal veya bilinçli bir şekilde tedaviden kaçınılması sebebiyle intiharı (belki de cinayeti) Dergâh için en büyük kusurdur. Çünkü intiharın (cinayetin) İslam’a göre eş değer günahı şirktir. Yani iki aile de kendi değerleri açısından affedilemez kusurlara sahiptir. Dizideki her bir karakter kendi hayat hikâyesiyle toplumda bir duruşu temsil ediyor. Seküler aile kamu düzeni tarafından çerçevesi çizilmiş hayata sahiptir ve günlük hayatta aydınlanmanın ürünü kurumlar merkezdedir. Dindar ailenin kurumu tekke veya Dergâh, geleneği olan ve normlarını dinî referanslarla geçmişten getiren yapıdır. Ancak Dergâh işleyiş olarak modern yapılara kolayca intibak etmiş, hatta bu yapıların içlerindeki gönüldaşları üzerinden iktisadi, bürokratik ve politik güç devşirmektedir. Öyle ki, Dergâha ait tasarrufları ve gayrimenkulleri kripto varlıklar üzerinden değerlendirme imkânlarını araştıracak kadar güncel gelişmelere duyarlıdır.

Dergâh mürşit olarak isimlendirilen bir kişinin liderliğindedir. Dergâha üye olanlara faniler denir ve belli bir giyim kuşama sahiptirler. Dergâha ait ticari işletmeleri vardır. Faniler bu işletmelerde istihdam edilir. Dergâha gönül bağı olan ikinci halka vardır. Bu halka sivil kanadı temsil eder. Dergâhın bir görünen bir de görünmeyen hiyerarşisi vardır. Dergâhtaki hiyerarşi tarikattaki insanlara sadece yaşama alanı değil aynı zamanda bir iktidar alanı sunar. Bu iktidar biçimi her iktidarda olduğu gibi rekabetin ve kişisel çıkarların tekniğine dönüşmektedir. Kurumsallaşan Dergâh iktidar tekniği ve iktisadi örüntüsüyle kendine has müesses nizam kurmaktadır. Kendine has müesses nizamıyla Dergâh etkileşime girdiği kamu/özel kurum ve kuruluşları, resmî/sivil kişileri etkilemektedir. Dolayısıyla Dergâh sadece kendi kapalı devresinde yaşayan bir yapı değil devlet ve toplumun merkezindeki kurumlardan biridir.

Bireyden İnsana mı İnsandan Bireye mi?

Suavi beyin ailesi aydınlanmayı temsil etmektedir. Yani individual anlamda, bu aile bireylerinin negatif haklarla mutlak mutluluğu bulmuş olması beklenmektedir. Ancak Suavi beyin ailesindeki her birey kendi vicdani yükünün altında ezilmektedir. Suavi, aydınlanma adına kız çocuklarını üniversiteden atmasının tam karşısında dikildiğini düşündüğü dünya görüşüne bir hizmete dönüştüğünü geç anlamıştır. Ancak bu geç anlayış sadece teknik bir hata değil onun hayatı yanlış anladığını gösteriyor bize. Maddeyi anlama peşine düşen bir dâhi olarak Suavi bey Meryem’in şeyhine gönülden bağını izah edecek zihinsel mekanizma bulamıyor. Bunun üzerine hayatı kavrayışını sorgulayıp maddi âlemden öte bir hakikatin kokusunu alıyor. Bu koku onu, geçmişteki tüm nefretine rağmen Dergâhın kapısına götürüyor.

Dizi hayatı sorgulamada hem seküler hem de mütedeyyin hayatı seçmiş insanların benzer sorunlar yaşadıklarını iddia ediyor: Bir yanı eksik hayat. Her iki tarafın en ideal tipleri dahi birbirinden bağımsız yaşayamıyor. Örneğin şeyhin tedavi için torununu psikiyatra göndermesi mana âleminin insanın ruhuna yetmediğine işarettir. Aynı şekilde dünyevi savrulmayı genç yaşında uyuşturucu bataklığına düşecek kadar ilerleten Can’ı düşünelim. Uyuşturucu kullanımı hayatın arızları sonucu gibi dursa da esasında mutluluğu aramanın veya hazzın bir tekniğidir. Dolayısıyla Can’ı bu illete sürükleyen şeyi özgürlük ve mutluluğu arama çabası olarak almalıyız. Ancak Can hazzın onu yok edeceğini görüyor. Cüneyd Can’a kanındaki adrenalinden öte ruhunu doyuran bir varlık veriyor: Bir Can var Can’dan içeri! Seküler hayatın hiçliğinden manevi hayatın ikrarına; oradan da Allah ile rabıtasını içindeki yaşama arzusuna (korku hissiyle) vardıran şeyi gösteriyor. Can seküler hiçliğin yok oluşundan uhrevi hiçliğin var oluşuna yolculuk ediyor.[2] Seküler taraftaki tüm bireyler Can’ın yaşadığı hiçliğe benzer acılar yaşıyor. Bu cenahta birey olarak kendini gerçekleştiren insan yoktur. Aristotales karşısında Jefferson çaresizdir.

Diğer yandan manevi dünyayı kavramada en kadim bilgilere sahip olmasına ve en kadim kurumda bulunmasına rağmen Cüneyd’in ruhu acı içindedir. Annesiyle yaşadığı travmayı hiçbir kalbi öğreti ve his yok edememektedir. Bu sebeple manevi tedaviden maddi tedaviye yönelir. Böylece hakikat manevi âlemde aranan bir nesne olmaktan çıkıp maddi olandan bağımsız kavranamayan gerçekliğe dönüşür. Başka bir ifadeyle hakikat mutluluktan veya mutluluğu aramaktan koparılarak varılamayan olgu olarak tasavvur edilir. Amcası Sadi Hüdayi hayatını yeğenine adamasına rağmen yeğenine karşı dünyevi bir iktidar kavgasına tutuşur. Dergâhın iktisadi döngüsünden devlet bürokrasisini yeri geldiğinde hoyratça kullanmaya kadar kadim değerleri aşındırmada hiçbir mahsur görmez. Dergâhın formasyonunu iliğine kadar hisseden Arif mutluluğu Dergâhın uhrevi havasında, Sadi Hüdayi’nin sevgisinde, fanilerle empatisinde ve fikirlerinin değer görmesinde değil; Dergâhtan kovulmuş, Dergâhı kamuoyunda karalamaya çalışan Birgül’ün yanında bulmaktadır. Menfaat uğruna yapılan sahtekârlıklar, en kadim hak olan yaşama hakkına aleni kasıtlar, darbeler, iftiralar… Öyle bir noktaya gelinir ki seküler yasalarıyla devlet kadim kurallarıyla yaşayan Dergâha düzen verir. Faniler dinî kuralların kadrinden seküler kuralların merhametine sığınırlar. Ahlak, nutuk veya empatiyi geçtik, bireyin en temel hakkı olan yaşama hakkının bile çok kolay göz ardı edildiği ortama dönebilen Dergâh, mana âleminde hakikati aramaya gelen bazı insanların biyolojik insan olma vasıflarını bile sorgulatmaktadır. Dergâhta Jefferson Aristotales’i anlamsızlaştırmaktadır.

Genel Değerlendirme

Kızıl Goncalar dizisi şüphesiz ticaridir. Ancak hedef kitlesi iyi seçilmiş ve entelektüel kapasitesi olan bir dizidir. Dizi hakkında şu notları da düşmek gerekir. Söz konusu kadın olduğunda zulmün her yerden geldiğinin işlendiği,[3] sınıfsal farkların dünya görüşü tanımadığı, kurumların bürokratik süreçlerde nasıl müesses nizam kurduğu, müesses nizam uğruna gerektiğinde ne tür sahtekârlıkların meşru görülerek yapılabildiğinin anlatıldığı dizi pek çok konuda ezber bozuyor. Diyaloglar bazı yerlerde aforizmalara varıyor. Temelde dizi tüketim toplumunun karşısına dikilen “hakikati arayan insan” tasarımını yine insan olmanın zorluklarıyla çıkılmaz sokağa itiyor. Oligarşinin Tunç Yasası’ndan (Müyesser hanım) J.J. Rousseause tarzı Toplum Sözleşmesi’ne (Sadi Hüdai bey), Turganyev tarzı nihilizmden (Seçkin) Gogolvari Çiçikov’a (Naim efendi) oyuncuları karikatürize eden dizi mana krizine saplanan insanın nasıl acılar çektiğini ve bu acıların nasıl bir iktidar tekniğine dönüştüğünü anlatmaktadır. Bilindiği üzere Michel Foucault “mutlak itaatten iktidar çıkmaz” der. İktidar ancak itiraz olduğu müddetçe vardır. 1984 romanında Wilson direnmeyi bırakıp INGSOS’un aradığı tipe dönüşünce öldürülür. Dizide kurgulanan yapılar sürekli itiraz eden insanlar üretiyor ve bu insanların güçle ezilmesiyle birlikte iktidar yeniden kendisini güncelliyor.

Sanat bazen toplumu resmetmeye bazen de topluma yön vermeye hizmet eder. Çalışmada bahsedilen diziler toplumu resmeden iki dizidir. Topluma yön verme nasıl olur peki? Bir arkadaşın sorusunu ben de sizlere sorayım. Acaba herkes Dostoyevski’den en az bir kitap okumuş olsa nasıl bir toplumda yaşıyor olurduk? Bilmiyorum. Cevaplarınızı Beşiktaş stadında kızdığı için sahaya elindeki çakmağı futbolcuya fırlatanla bir başka arkadaşın maçın ortasında “akşam çıkmadan ben bir namaz kılıp geleyim” demesindeki manevi yönelişi arasına koyalım. Goethe, Genç Werther’in Acıları’nı anlatırken, insanların zamanlarının büyük çoğunluğunu yaşamak için harcadığını söyler. Özgür (freiheit) oldukları küçük zaman diliminden öyle korkarlar ki ondan kurtulmanın her türlü yolunu denerler der. İster Dostoyevski okuyarak ister maç esnasında namaz kılarak, özgür olduğumuz zamanlarda yaşama kaygısına ara vererek özgürlüğümüzü hayatı anlamlandırmaya eşleştirebiliriz. Şüphesiz hayatımız sosyolojimiz tarafından kuşatılmıştır. Fakat denemeye değer. Belki de bu şekilde Aristotales ve Jefferson’u uzlaştırır ve Goethe’nin “işte insanın değişmez yazgısı” dediği karamsarlıktan kurtulabiliriz.

[1] Dizinin bir bölümünde İmam Gazali’nin kozalite (causality) yani nedensellik çelişkisine atıf yapılıyor. Gazali filozofların nedensellik ilkesini kabul etmez. Bir olayın sebep sonuç ilişkisini maddedeki zorunlulukta değil imkânda arar. Ona göre doğada fiili gerçekleştiren Allah’tır ve Allah bozmayacağı bir adetle (kuralla) maddeye hükmeder.

[2]https://www.youtube.com/watch?v=3xLQwK6aLi8&t=10s, (7-10. Dk, ve 18-21. Dk.)

[3]https://www.youtube.com/watch?v=6C5_D4bjCeQ&t=47s,