YAPAY ZEKA VE ÜRETİM (2/4): EMEK ÜRETİMDE DEVRE DIŞI KALIRSA BÖLÜŞÜM NASIL OLACAK?
Ömer DEMİR –
Odak noktamız olan emeğin kutsallığı konusuna geri dönecek olursak, ilk olarak tarımda görülen kitlesel istihdam, önce sanayiye sonra da hizmet sektörüne kayarak “kutsallığını” korumayı başardı ama bugün hizmet sektörüne sığınan işgücünün, işlerin yapay zekâ destekli makinelere devri sonrasında kayacağı yeni bir alan ortada pek fazla görünmemektedir. Daha sonra ele alacağımız üzere böyle bir “yeni alan” olsa bile bu muhtemelen şimdiki tanımıyla “iş” ile irtibatlı bir alan olmayacak gibi görünüyor. Zira emeğin üretime olan marjinal katkısının makineleri geçeceği üretim alanlarının sınırlı kalacağı tahmin ediliyor. Hemen söyleyelim, kanaatimizce bu bir felaket tellallığı değildir.
Eğer bu tahmin doğruysa, o zaman, yani yapay zekânın denetimindeki robotların üretimin ana sorumluluğunu üstlendiği bir dünyada, emeğin üretime katkısına dayalı bir hâsıla dağıtım süreci anlamını tümüyle kaybedecek demektir. Bu konu çok önemli ve bu yazının odak noktası da bu.
Şimdi hâlen tüm ekonomilerde toplam hâsılanın paylaşımında emeğin payı olarak ayrılan az veya çok bir kısım var. Buna göre dağıtım ayarlanıyor. Üstelik üretimden pay almada emeğin bir hakkının olduğunu kabul etmek, sorunu çözmek için yeterli değil, bir de bu katkının yeni üretim modelinde nasıl ölçüleceği konusu var. Yani emeğin katkısı devam edecekse bile dağıtımdan alacağı paya dair yeni bir modele ihtiyaç olacak. Çünkü sistemin emek merkezli olmayacağı durumda kurumsal yapıların ve değer yargılarının değişmesi gerekecek.
Günümüzde insanlar emekleri yoluyla üretime katıldıkları için maaş veya ücret alıyorlar. Kime ne kadar ücret veya maaş verileceği (en azından teoride) üretime olan katkısına göre ayarlanıyor.[1] Daha fazla niteliğe sahip olmayı ve sorumluluk almayı gerektirdiği ve bu yolla nihai ürünün oluşmasına daha çok katkı sağladıkları varsayıldığı için, ustabaşı ustadan, profesör doçentten daha fazla ücret alıyor. Birçok alanda bu katkının farklılaşıp farklılaşmadığı ölçülemiyor olsa da aynı işin farklı bölümlerini yerine getiren veya farklı işler yapanların farklı ücret almaları teorik olarak böyle açıklanıyor.
Şimdiki durumda her bir bireyin katkısı hassas biçimde ölçülemese de, genel olarak emeğin marjinal verimliliği pozitif olduğu için (ilave bir kişi işe koyulunca üretim, onun maliyetinden daha fazla arttığı için) emeğin üretimden pay alma talebi oldukça meşru görülüyor. Çünkü emek olmadan üretimin olmadığı, olamayacağı hâlâ birçok üretim alanı var. Bu bağlamda emeğin üretimde hakkı olduğu konusu üzerinde genel bir mutabakat olduğu görülüyor. Hatta geçmişte toprak ve doğal kaynaklar hariç emek dışında üretime katkıda bulunan her şeyin aslında “birikmiş emek” olduğu bile savunulmuştur (bugün de savunanlar olabilir). Buna göre elinizde işinizi kolaylaştıran bir alet olarak bir bıçak varsa, o aslında onu bıçak haline getirenlerin harcadığı emeğin birikmiş hâli, bir nevi donmuş emektir. Bu yorum, biraz zorlama da olsa, emeği üretimin temel belirleyicisi olarak görmenin doğal bir sonucudur. Ancak soyut düzeyde emek ile üretim arasında böyle bir ilişki kurmak, konuyla ilgili somut bağlantıların kurulmasında yeterli olmuyor. Daha derin analizler yaparak çok farklı ilişki türlerinin üretimle olan bağlantılarını açık biçimde tanımlamak lazım. Kısaca, şimdiye kadar dünya üzerinde itibar gören baskın görüşe göre üretim, doğrudan veya dolaylı emek sarf etmeyle ortaya çıkar. Dolayısıyla emeği kim harcamışsa üretim de onun hakkı olmalıdır. Ancak teoride böyle olmakla birlikte pratikte uygulama hep farklı olmuştur. Her toplumda değişik gerekçelerle üretimle doğrudan bağlantısı kurulmayan kişilere, başka meşru gerekçeler gösterilerek belirli pay verilmesi hep söz konusu olmuştur. Bu ilişki dolaylı tanımlandığı zaman karşımıza yeni durumlar ortaya çıkmaktadır. Somut gelir dağıtım sistemleri, bu doğrudan ve dolaylı gerekçelerin bir karması olagelmiştir. Burada makine teçhizat, miras ve değer sistemleri olmak üzere üç ana kanal olduğunu görmekteyiz.
Emek ve üretim arasında kurulan bu doğrusal ilişkiyi ilk olarak makine ve teçhizat dolaylı hâle getirmeye başlamıştır. Üretimde alet edevat ne kadar fazla kullanılırsa bu dolaylı katkı da o kadar artmaktadır. Bunun içsel mantığını şöyle izah edebiliriz: Üretim araçlarına (ekonomi diliyle sermaye mallarına) yapılan harcama, bireyin elinde bugün mümkün olan tüketim hakkını (daha az, aynı veya daha fazla miktarda) geleceğe aktarma amaçlıdır. Sadece tasarruf etme, bu hakkı daha az veya aynı miktarda, tasarrufu yatırıma dönüştürme ise daha fazla miktarda geleceğe aktarmayı amaçlar. Tüketim hakkının bu yollarla (tasarruf veya yatırım) geleceğe tehiri sonucunda üretimin artmasına olan açık katkıları nedeni ile emek sahiplerinin yanında dolaylı katkıları olan alet edevat, makine sahiplerinin de üretimden belirli bir pay almaları makul görülmüştür.
Bu hakkın, nesiller arası bağını kuran miras kurumu işi tamamen yeni bir çehreye büründürmüştür. Zira mirasla gelen tüketim hakkı, üretime katkısından bağımsız olarak üretim sahibi ile belirli bir yakınlık ilişkisi olanlara üretimden pay alma şeklinde tanımlanabilir. Her ne kadar üretimde sürekliliği sağlama yönüyle dolaylı biçimde irtibatlandırma mümkün olsa da, üretime katkıda bulunan kişi ile soy yönünden yakınlık sahibi olmanın üretimden pay almanın tartışmasız gerekçesini oluşturması, bu “katkı-hak” ilişkisinde ikinci önemli kırılmadır.[2]
Önce üretimde kullanılan araç gereçlere sahiplik, sonra miras hakkı, en son olarak da bir arada yaşamanın gereklilikleri olarak tanımlanabilecek belirli temel hakların (çocuk, hasta, emekli, engelli vb.) devreye girmesiyle, mevcut üretimden kimlerin pay alma hakkı olduğuna dair doğrudan üretime katılma dışında, genel haklar temelli, sürekli bir genişlemenin meydana geldiğini görüyoruz. Bu kanal çok önemlidir zira yeni ekonomilerde bunun daha da artacağı ve güçleneceği anlaşılmaktadır.
Kimin Ne kadar Üretime Katkı Yaptığının Ölçülmesi Sorunu
Öte yandan üretimde kimlerin hak sahibi olduğu konusu bir şekilde açıklığa kavuşsa da ne kadar hakkı olduğu konusu muğlaklığını korumaya hâlâ devam eder. Ama biz biliyoruz ki insanların üretime olan katkılarının tam olarak ölçülmesinin zorluğu nedeniyle emeğin değerinin ölçülmesi işi, uzun zamandan beri kullanılan zamana bağlı “mesai bazlı” yapılmaya başlanmıştır. Mesai, kişinin çalışıyor göründüğü zaman dilimine deniyor. Bu tanımdaki “göründüğü” kelimesine dikkatinizi çekerim. Aslında her bir kişinin üretime ne kadar katkı yaptığı tam olarak bilinemiyor ama bir kişi günde örneğin 8 saat işyerindeyse ve çalışmıyor görüntüsü verecek bir durumu da yoksa 8 saatlik bir katkı yaptığı varsayımı ile ücretlendirilmektedir. Bu konu niçin önemli? Çünkü çalışmanın parasal getirisinin üretime olan katkı ile irtibatlandırılmasında mesai saatinin anlamı da zamanla kaybolmaya başlamıştır. Bunun iki yönü var: Bir yandan parça başı işlerin artması, serbest ve uzaktan çalışmanın yaygınlaşması veya götürü verilen işlerin artması yoluyla doğrudan hâsıla ile bağlantılı istihdam biçimleri gelişmektedir. Bu tür istihdam biçimleri sıkı bir mesai denetimini gereksiz kılmaktadır. Öngörülen üretim gerçekleştiğinde bunun ne kadar süre içinde yapıldığını ölçmeye ihtiyaç duyulmamaktadır. Üstelik bu çalışma motivasyonunu olumlu etkilemekte, emeği etkinleştirmektedir (daha kısa sürede daha çok iş yapmak gibi). Bu yeni çalıma tarzları, kişinin üretime olan katkısının mesai dışı kriterlerle ölçülebildiği anlamına gelir. Yani bu yeni çalışma türleri, iş ile kişinin irtibatlanmasını zorlaştırmak bir yana daha da kolaylaştırmaktadır. Burada bizim kastettiğimiz olayın ikinci yönüdür: Aşağıda sayılan nedenlerle fiilen yapılan iş ile buna karşılık üretimden alınan karşılık arasındaki bağlantı giderek zayıflamaktadır. Bunda kuşkusuz birçok faktör etkilidir ama üretim sürecinin giderek daha da karmaşık hâle gelmesi, demokratik karar süreçlerinin doğal bir sonucu olarak bireylere politik veya idari kararlarla ilave tüketim hakkı verilmesinin yaygın meşruiyet kazanması ve son olarak çalışma sonrası (emeklilik) dönemde yapılan ödemelerin statü bazlı hâle gelmesi en göze batan unsurlardır. Bu üç ana gerekçe üzerinde kısaca duralım.
İlk olarak, üretim süreçleri karmaşıklaştıkça hasılaya emeğin katkısının ölçülebilir olmaktan gittikçe uzaklaştığını görüyoruz. Çünkü artık iş süreçlerinin büyük bir bütünün parçaları olarak entegre edilmiş olması nedeniyle hasılanın kişilere özgü hâle getirilebilirlik, yani nihai üretimde farklı süreçlerde katkıda bulunanların göreli katkı düzeylerinin bilinme özelliği giderek ortadan kalkmaktadır. Bu bağlamda aynı iş yerinde çalışan ve farklı işler yapan örneğin bekçi ile muhasebecinin veya benzer işler yapan büro görevlilerinin her birinin üretime olan katkısının ayrıştırılması sanıldığından daha zordur. İşin bitirilmesinde görevlerinin farklı olması, her birinin orada sekiz saat harcaması nedeniyle yapılan üretime ne kadar katkı olarak değerlendirileceğini ölçmeyi zorlaştırmaktadır. Aslında yakından bakıldığında bu zorluk, çok sade iş tanımı olan işler için de geçerlidir. Örneğin iki avcının birlikte av yaptığını düşünelim. Birinin dikkatli biçimde yol üzerinde bir tuzak kurup beklemesi, diğerinin de av hayvanlarını o yöne yönlendirecek sesler çıkarması sonucu işbirliği içinde yaptıkları avın nasıl bölüşüleceği gibi çok sade görünen bir üretim için de katkının nasıl ölçüleceği sorunu vardır. Tuzağı organize etmek ile hayvanları yönlendirmek iki farklı iş tanımıdır ve her biri diğerinden ayrı yetenek ve çaba gerektirebilir. Hatta hiç av işlerine katılmayıp, sırf av arkadaşlığı yapmış olmanın, avcının yalnızlık korkusunu gidererek verimliliğinin artışına katkıda bulunması yoluyla üretimde bir hak oluşturması bile mümkündür. Kısaca, bu katkının ölçümü zorlaştıkça, bölüşümde katkıyı ölçme dışında başka yöntemlere başvurulduğu görülür. Örneğin, avdan kime ne kadar pay verileceğinin ölçülme sorunu baş gösterdiğinde, başvurulan en tipik yöntem, avın herkese eşit dağıtımıdır. Eşit veya eşite yakın dağıtımın tercih edilmesinin nedeni, muhtemelen, sürece katkının eşit olduğuna herkesin tam ikna olması değil, başka bir paylaşım usulü üzerinde uzlaşma sağlamanın çok daha zor olmasıdır. Aynen aynı iş yerinde aynı mesaiyi harcayana aynı ücretin verilmesinde olduğu gibi. Hâlbuki mesai sürecinde herkesin nihai üretime olan katkısını ayrıştırmak mümkün olsa, mesai saati bazlı değil üretime katkı bazlı pay ödeme daha makul görülecektir. İlk boyut üretim sürecinin karmaşıklığının orada rol alanların katkılarını ayrıştırmada zorluk yaratmasıdır. Üretim daha fazla karmaşık hale geldikçe bu ayrıştırma işi zorlaşacak hatta giderek imkânsız hale gelecektir.
İkincisi, demokratik toplumlarda karar süreçleri bir kişi bir oy ilkesine göre çalışır. Oy kullananların gelir düzeylerinin artırılmasında istihdam teşvikleri, asgari ücretin belirlenmesi, kayıt dışı çalıştırılmanın önlenmesi gibi tedbirler yasal düzenlemelere konu edilir. Bir işveren, birisini işe aldığında onun üretime fiili katkısının ne olacağından bağımsız olarak, en az asgari ücret miktarı bir geliri ödemekle yükümlü kılınır. Kamusal istihdamda ücretler doğrudan devlet tarafından belirlenir. Özellikle pazarlık yöntemleri ile asgari ücret belirlenirken, kamu sektöründe maaş artış oranları karara bağlanırken veya genel olarak çalışma hayatına dair çıkarılan yasalarla tanınan haklar (günlük, haftalık, aylık veya yıllık toplam zorunlu çalışma süresinin kısaltılması, emeklilik için ödenecek asgari prim gün sayısının düşürülmesi, evlilik, hastalık, doğum, yaşlı bakımı vb. için yıl içinde alınabilecek ücretli veya ücretsiz izin süresi veya asgari geçim desteği, çocuk yardımı, çalışmayan eş yardımı, eğitim desteği, yabancı dil tazminatı gibi değişik adlar altında yapılan ek ödemeler) yoluyla üretime olan katkı ile o üretimden elde edilen gelir arasındaki bağlantı gittikçe çok daha dolaylı hale gelmektedir. Asgari ücretin belirli formüllerle de olsa bir ölçüye bağlanıp sabitlenmesi, özellikle malul, dul, yetim, hasta, izinli, işsiz vb. kişilere asgari ücret benzeri, ağırlıklı olarak bu kişilerin, üretme kapasitelerine değil, kişisel durum ve ihtiyaçlarına bağlı olarak bir ödeme yapılması, mal ve hizmetlerin tüketim hakkının üretime katkı durumuna göre belirlenmesini zorlaştırma bir yana bu ikisi arasındaki ilişkinin adeta kopmasına yol açmaktadır.
Üçüncüsü, sadece aktif çalışanların değil çalışma hayatını tamamlayıp emekliliği hak eden kişilere emekli maaşı ödenmesinin gerekçesi de üretime olan katkı ile ilişkisiz biçimde değişmeye başlamıştır. İlk kitlesel emeklilik fikri, çalışırken gelirinden yapılan kesintilerin ayrı bir emeklilik fonu olarak biriktirilmesi ve geçen zaman içinde bu fonun değerlendirilmesiyle bir düzenli gelir yaratılmasından oluşuyordu. Bir nevi bankaya yatırılan ve uzun süre orada bekletildikten sonra azar azar kullanılmaya başlanan para gibi. Her ne kadar kişinin kaç yıl emekli maaşı alarak yaşayacağının bilinmemesi nedeniyle sonunda ödenecek toplam miktar konusunda bir belirsizlik olsa da başlangıçta emekli maaşının bağlanma gerekçesi, çalışırken elde ettiği gelirden emeklilikte kullanmak amacıyla tasarruf ettiği bir kısmının değerlendirilmesi idi. Tıpkı çalışırken satın alınan bir gayrimenkulün kirasıyla emekli olunca geçinmek gibi. Ancak zaman içinde çalışanlardan yapılan kesintileri biriktirecek bir ortam oluşamadığı, çalışanlardan yapılan kesintiler hemen transfer ödemesi olarak şimdi emekli olanlara aktarıldığı için, emekli maaşları emeklilik fonunda biriken tasarrufların nemalandırılmış hâli olmaktan giderek uzaklaşmaya başladı. Emeklilik hakkının daha geniş kitlelere yaygınlaştırılması ve maaşlarının günün koşullarında yaşamaya imkân verememesi gerekçesiyle iyileştirilmesi çabaları, onlara yapılan ödemelerin üretime olan katkılarıyla bağını tümüyle koparmıştır. Buna erken yaşta emeklilik gibi uygulamalar, dul, yetim, malul olduğu için veya birkaç yıl prim ödeyerek emekli maaşı hak etme uygulamaları eklendiğinde, sistemin üretime katkı ile irtibatı büyük ölçüde sembolik hale gelmiştir.
Emekli maaşlarında bu bağlantının kopmuş olduğunu iki yoldan görebiliriz. Birincisi aynı miktar prim ödeyenler fiilen aynı süre emekli maaşı almıyorlar. Örneğin aynı süre çalışan ve aynı primleri ödeyen iki kişiden biri emeklilikten sonra 10 yıl diğeri de 20 yıl yaşarsa veya birinin sadece kendisi diğerinin öldükten sonra eşi veya çocukları da bu maaşı almaya devam ederse, bu emekli maaşının yatırılan prim miktarı ile doğrudan bir ilişkisi olduğu söylenemez.
İkinci gösterge, mevzuat değişikliği ile özlük haklarını değiştirmenin meşruiyet sorunu taşımamasıdır. Örneğin meclisten çıkan bir kanunla, dün, maaşı ile mesela yüz ekmek alabilen birisinin bugün, maaş artışı yapıldığı için 150 ekmek alabilir hale gelmesinin hiç kimsenin kafasında hak edip etmeme anlamında bir meşruiyet sorunu oluşturmamaktadır. Bu durum, reel mal ve hizmetler üzerinden hesaplandığında (enflasyon etkisi ortadan kaldırıldığında) bugünkü tüketim hakkının, tüketimi talep edilen mal ve hizmetleri ortaya çıkaran üretim sürecine yapılan katkı ile kolay kolay açıklanamaz. Kısaca günümüzde emekli maaşları, belirli yaşın üstündekilere veya çalışamaz hâlde olanlara, büyük oranda üretime olan katkılarından bağımsız ve adeta bir vatandaşlık hakkı olarak yapılan bir ödeme haline gelmiştir.
Yani aktif çalışanların gelirlerinin yanı sıra emekli maaşlarının da üretimle olan doğrudan bağlantısı giderek zayıflamaya başlamıştır. Bunlara değinmemizin sebebi, bunun bir yanlış gidiş olduğunu ima etmek değil, tersine belki de zaman içinde oluştukları için yeterince dikkat çekmiyor olmalarına işaret ederek hak ve meşruiyet algısının nasıl değiştiğini bu somut örnekler üzerinden göstermektir.
Kısaca, içinde yaşadığımız toplumda emeğin karşılığı olarak tanımlanan gelirlerin üretim ile bağlantısı öylesine dolaylı hale gelmiştir ki, her bir gelir sahibinin hangi katkısı karşılığında bu geliri hak ettiğinin ayrıştırılması neredeyse imkânsızdır.
Şimdi asıl meseleye geliyoruz: Aradaki ilişki dolaylı hâle gelmiş olsa da (çalışılan gün sayısı, ödenen prim vb.) emek ile üretim arasında bir ilişkiden hâlâ bahsetmek mümkündür. Ancak gelecekte robotların üretimde baskın hale gelmesi, bireyler ile hâsıla arasında herhangi bir ilişki kurulmasını tümüyle imkânsız hale getirecek gibi görünüyor. Şimdi günlük mesai, çalışılan gün sayısı, yatırılan prim gibi hesap kalemleriyle bir kişinin toplam üretimde ne kadar hakkı olduğunu belirlemeye dönük, üzerinde uzlaşılan iyi kötü bazı kriterler söz konusudur. Bireyin üretim sürecinde bulunmasının artık gereksiz hâle gelmesi, iktisatçıların tabiriyle emeğin marjinal verimliliğinin sıfır olması hâlinde insanlara hangi kritere göre ve nasıl bir gelir dağıtımı yapılacağı şu an tümüyle belirsizdir. Ortada büyük bir üretim var ama bunun ortaya çıkışında aslan payının robotların olması nedeniyle kişilere dağıtımında hangi kriterlerin esas alınacağı ciddi yeni bir tartışma konusu olacağa benziyor. Eğer emek hâlâ “kutsal” olacaksa üretimin ne kadarının insanlardan ne kadarının da robotlardan geldiğinin belirlenmesi büyük önem taşıyacaktır. Buradaki önemli konu, eğer üretime insanların katkısı çok az olacaksa, bu durumda emeğe kutsallık atfetmenin çok da bir anlamı olmayacağıdır.
Kutsallığı onlar aracılığı ile sağlamak için herkesin bir robotu olsun diyemeyiz. Zira robotlar insanlar gibi işin bir kısmını yerine getiren yekpare unsurlar değildir. Kaldı ki yukarıda insanların da giderek katkıları kesin olarak ölçülemeyenler grubuna daha yakın hâle geldiğini söyledik. Üretim robotları, çoğunlukla büyük birer otomasyon sistemleri oldukları için onların belirli bir parçasının katkısını diğerlerinden üstün kılacak bir hâsıla taksimatı kolay kolay yapılamaz. Amir de memur da sonunda robot olacağı için robot sahipliği yoluyla insanların üretimden alacakları paylar farklılaştırılamaz. O zaman şöyle bir soru ile karşı karşıya geliyoruz. Robotların üretim işini üstlendiği bir ekonomide bireylerin hak talebi, emeğin üretime olan katkısı ile meşrulaştırılabilir mi? El cevap: Acı ama meşrulaştırılamaz. Çünkü bireyin bir katkısı olacaksa o şimdikine göre çok daha marjinal ve daha dolaylı olacağı için büyük ihtimalle üretim süreçleriyle irtibatlandırılarak anlaşılması mümkün olmayacaktır. Bu durumda üretim yapılmasının amacı, robotların kendi bakımlarını karşılama olmayacağına göre, bu üretimden insanlara pay verilmesinin “başka” gerekçelerinin olması gerekir. İşte bu “başka” gerekçe, ne olacaksa artık, robot çağının hak talebinin meşruiyet aracı olacak gibi görünüyor.
Aslında, bu gerekçe değişiminin temelleri, robotlaşma dönemi öncesinde de yukarıda kısaca temas ettiğimiz ücret-maaş-emekli maaşı süreçlerinin oluşumunda kısmen atılmış durumdadır. Bugün birçok ülkede yeni doğan bir bebeğin ebeveyninin sunacağı özel şartlar bir yana bırakılırsa, kendi üretiminden bağımsız olarak, temel sağlık ve eğitim hakları vardır. Ayrıca ebeveyni ölürse veya ona sahip çıkacak durumda değilse ona devlet asgari düzeyde (bazı durumlarda ebeveyninden daha iyi şartlarda) yaşama imkânı sağlamayı garantilemektedir. Peki, ne karşılığında? Şimdiki örtük gerekçe şudur: İlgili gelecekte aktif bir birey olduğunda üretime katılarak yapacağı katkılar karşılığında şimdi ona yatırım yapılmaktadır. Peki, kişi ya engelli ise? Yani ömür boyu aktif üretici olamayacaksa ona bakılmayacak mı? Ölüme mi terk edilecek? Muhtemelen çok eski zamanlarda “lanetli” diye bu durumda olanlar ölüme terk edilebiliyordu ama bugün değil. Çünkü her doğan bireyin “yaşama hakkı” var. Bu yaşama hakkı nereden geliyor? Üretime olan katkıdan gelmediği aşikâr. Aslında bu yaşama hakkı, insanlık tarihinde de çok eski bir durum değil. Bir ülke vatandaşı olarak ülkenin imkânları ölçüsünce sağlanan pozitif haklar, ağırlıklı mesai saatine bağlı olarak ödenen düzenli maaş ile çalışamayacağı dönemde ödenen emekli maaşı da son yüzyılda hızla yaygınlaştı. Hâlâ bu haklardan yoksun yörelerin çok olmasının sebebi, bu bölgelerdeki norm eksikliğinden ziyade üretim eksikliğidir. Bu sebeple insanlar üretimi yeterince artıracak araçlar geliştirdikçe bu yeni gelir dağıtım yöntemlerini kolayca ve hızlıca uyarlayabiliyorlar.
Şimdi sırada tüm işleri robotların yaptığı ve çok az insanın üretimde rol aldığı bir bolluk dünyasında, kime ne kadar gelirin, hangi gerekçe ile verileceğinin belirlenmesi işi var. Bunun için akla gelen bazı öneriler var ama onlara bir sonraki yazıda değinelim.
(Sonraki Yazı: Robot Ekonomisinde Gelir Bölüşümünde Bir Yöntem: Evrensel Temel Gelir)
[1] Teoride üretimden emeğin payının hesaplanmasında “üretime olan katkı” ana meşruiyet gerekçesi olmakla birlikte fiilen bu katkının ne olduğunun belirlenmesinde bireyin beşeri sermaye (yetenek, deneyim ve eğitim) ve sosyal sermaye (güvenilirlik, işbirliğine yatkınlık, ilişki ağlarında örtük bilgi, yetenek ve deneyim kazanma durumu vb.) seviyesi ile o an için ilgili işgücü piyasasında emek arzı (çalışmak isteyenler) ve emek talebi (boş iş sayısı) etkili olur. Sayılan bu faktörlerin işgücünün üretimden aldığı payın hesaplanmasında etkili olması, zaman zaman bu payın üretime olan katkı ile bağının kopmasına yol açar. Yani fiilen aynı işi yapsa da, çalışmak isteyen sayısı, boş işlerden fazla ise emeğin üretimden aldığı pay düşüş gösterir.
[2] Her ne kadar yakınlara verilen mirasın, miras sahibinin yaşarken ve üretim yapma imkânı yokken hayatını kolaylaştırıcı yönü meşrulaştırmak için makul bir gerekçe olsa da, tüketim hakkının üretime katkı ile olan bağını dolaylı hale getirdiği açıktır.
Ömer Demir
ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümünden 1988’de lisans ve 1990’da yüksek lisans derecesi aldı. 1993 yılında Anadolu Üniversitesinde İktisat alanında doktorasını tamamladı, 1996’da doçent 2009’da profesör oldu. Üniversite dışında TÜİK, YÖK ve ÖSYM’de yönetici olarak çalıştı, TÜBİTAK bilim kurulunda görev yaptı. Halen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinde öğretim üyesi. İktisat metodolojisi ile iktisadın kurumsal yapılarla ilişkileri konusunda çalışmalar yapıyor.