– Ömer DEMİR

Evrensel temel gelirin kabulü, herkese bir asgari gelirin verilmesi, üretilen tüm hasılanın aynı toplumdaki herkese eşit paylaştırılacağı anlamına gelmemektedir. Genel olarak eşitliğin arzulanan bir durum olmasına karşın bireylerarası farklılığı göz ardı eden bir gelir dağıtım mekanizması, hem etkinlik hem de meşruiyet temini bakımından ciddi sorunlarla karşılaşır. Zira insan toplulukları, birbirine benzediği kadar farklı özellikleri de olan bireylerden oluşur. Ancak bu farklı özellikleri onları robotlardan ayırır. Farklılıkların korunması için toplumdaki kaynak tahsisinin bunu destekler nitelikte olması gerekir. Gelirde mutlak eşitlik bu farklılığı sağlayamaz. Örneğin beslenmek için belirli kaloriye ihtiyaç vardır ama bunun hangi ürünlerden ve nasıl elde edileceği kişilere ve alt gruplara göre değişiklik gösterir. Bu değişikliğin bir sonucu olarak benzer işlevler gören bu kadar çeşitli mal ve hizmetin bulunduğu ekonomiler oluşmuştur. Bazı bireylerin hayatlarında hiç görmedikleri ürünler, başka milyonlarca günlük olarak tüketilmektedir. Hatta birilerinin hayran olduğu mal ve hizmetlerden diğerleri nefret bile edebilmektedir. O kadar çeşit mal ve hizmetin üretim ve bölüşüm planlaması için bireylerin birbirinden farklılaşabileceği bir alanın oluşturulması gerekir. Bireylere farklı tüketim imkânlarının sunulması, bu farklılaşmayı sağlayan en önemli araçların başında gelmektedir. Herkese aynı tüketim imkânının sağlanması bu farklılaşma motivasyonunu büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır. Bu sebeple, aynen ulusal aktiflerin hisse sahipliği önerisinde olduğu gibi evrensel temel gelir önerisinde de, gelirin bir kısmı herkese baz gelir olarak verildikten sonra geri kalanın bazı kriterlere göre dağıtılması gündeme gelmektedir. Bu kriterlerin neler olacağı önemli bir soru olarak karşımızda durmaktadır.

Her iki durumda da (ulusal aktiflere hissedarlık ve temel gelir) kullanılabilecek kriterlerden biri, kanaatimizce, toplumsal bütünlüğe olan katkı düzeyi olacaktır. Çünkü insan hayatına anlam veren faaliyetler içinde şu anda en merkezde yer alan “yapılan ” yerine, yeni bazı faaliyetlerin öne çıkacağını tahmin edebiliriz. Bu faaliyetlerin herkese eşit dağıtılan “evrensel temel gelir” üzerinde ortak hasıladan pay almayı hak edebilmesi için toplumsal bütünlüğe katkı kriterinin öne çıkması beklenir. Yani, insanları bir arada tutan sevgi, saygı, iyi iletişim ve ortak değerleri benimseyip yayma konusundaki performans, kanaatimizce, bu konuda en önemli aday kriter konumundadır. Aslında Çinlilerin hayata geçirmeye çalıştığı sosyal kredi sistemi bu konuda bir pilot uygulama olarak görülebilir. Çünkü bir bireyin, içinde bulunduğu ve parçası olduğu toplumun ağırlıklı olarak robotların gerçekleştirdiği ortak üretimden daha fazla tüketme hakkı talep etmesinin meşruiyeti, ancak onun, ortak kaynakların korunması, geliştirilmesi ve topluğunun devamına olan katkısı ile irtibatlandırılırsa anlamlı olabilir. Tersinden suç işleyen, sürekli içinde bulunduğu topluluğa sorun çıkararak maddi, sosyal ve değer altyapısını aşındıran kişilere, adeta bu tutumları özendirecek biçimde ortak hasıladan ilave pay vermek çok rasyonel bir teşvik mekanizması gibi görünmüyor. Bu yüzden üretime katkı odaklı değer sistemi muhtemelen toplumsal kaynakların sürdürülebilirliğine katkı merkezli değer sistemine dönüşecektir. Bu bağlamda şimdiki bölüşümde temel soru olan “ne kadar üretime katkıda bulundun?” yerine muhtemelen “toplumsal sistemin devamını korumada ne kadar iyi bir fertsin?”e evrilecektir. Bunu, bir nevi robotlar sayesinde erdemin[1] yükselişi olarak da görebiliriz.

Çünkü üretime katkı odaklı toplumsal örgütlenmede, bencil, kendini düşünen tavır ve tutumların, üretim artışı yoluyla topluma refah artışı olarak dönmesi, kişisel çıkar peşinde koşmaya dolaylı bir hoşgörü ve koruma sağlamıştır. Bencillik, tarihin hiçbir döneminde teşvik edilen bir ahlaki özellik olmamasına karşın, yol açtığı üretim artışı ona hayatın içinde güçlü bir koruma sağlıyordu. Buna paralel biçimde her dönem “erdemli davranış” bir ideal olarak korunmaya devam edilse de, toplumsal işbölümü, rol ve statü dağılımında merkezi bir role sahip değildi. Hatta erdemli davranış kodları ağırlıklı din ve ahlak tabanlı oldukları için toplumsal düzende merkezî rol elde etmek bir yana “yaşam tarzı dayatması” kaygısı ile biraz da sorgulanır bir konumdalardı. Kime göre iyi, kime göre doğru sorusuyla kolayca sorgulama kapsamına alınabiliyorlardı. Hâlbuki üretim artışına katkı ölçülebilir bir özellikti. Bu ölçülebilen katkıyı yapan kişinin, katkısı oranında hasıladan pay verilerek ödüllendirilmesi de görece kolaydı. Son tahlilde bireylere toplum içinde değer kazandıran konumlar, erdemli davranış özelliklerine sahiplikten ziyade üretime katkı düzeyi ile belirleniyordu. Belki de, insanlık tarihinde ilk kez robotlar sayesinde erdemli davranışı gelir dağıtım sisteminin merkezine koyan bir toplumsal sistem tasarımı mümkün hâle gelecektir.

Bu noktada, gelecekte grup ölçeğine göre “iyi birey” veya “iyi vatandaş” tanımının aşağıdaki gibi bir dönüşüme uğraması beklenebilir. Bireyden beklenen en önemli tutum, özel mal ve üretimine katkıdan ziyade, kamusal mal niteliğindeki dayanışma, düzen ve istikrarı sağlayacak biçimde toplumsal hayatın devamına katkıda bulunmasıdır. İşin bir yönü, bireyin öncelikle kendisine ve başkalarına zarar vermeme esasına dayalı, önleyici ve telafi edici maliyetleri azaltan duyarlılıkla hareket etmesidir. Buna, mevcut kamusal mallara zarar vermeyen tutum diyelim. Ancak değer takdiri için sadece mevcut olana zarar vermemek yeterli olmayacaktır. Bir de işin kamusal malların üretimine katkı yönü vardır. Bir taraftan mevcut kamusal mal ve hizmetlerin düzenli üretimine, diğer yandan da ihtiyaç olan yenilerinin ortaya çıkarılmasına ihtiyaç sürekli olacaktır. Yani “iyi birey” veya “iyi vatandaş” olmak için sadece düzen ve istikrarı bozacak davranışlara tevessül etmemek yeterli olmaz, kamusal mal ve hizmetlerin devamına da katkıda bulunması beklenir. Vatandaşlığın kıymetlendirilmesinde işin bu iki boyutu birbirinden farklı ağırlıklar verilerek değerlendirilebilir. Negatif tutumlar, doğuştan herkese verilen bir baz vatandaşlık puanını azaltma yönünde; pozitif tutumlar da artırma yönünde etkide bulunacak şekilde bir sistem kurulabilir. Böylece net vatandaşlık puanına göre hasıladan alınacak pay kolayca hesap edilebilir. Şimdi, kısmi olarak kullanılan göstergeler (memurlar için 3600, 4800, 6400 gibi) her bir değişkenin ağırlığının farklı olduğu kompozit bir endekse dönüştürülebilir. Hangi yöndeki motivasyona daha çok ihtiyaç varsa onun etkisinin artırılacağı dinamik bir model tasarlanabilir. Muhtemelen gelecekteki yasama organlarının en temel görevlerinden biri, toplumun ekseriyetini memnun eden bu en uygun kompozit vatandaşlık endeksi oluşturmak olacaktır.

Kısaca özel mal ve hizmet üretiminin büyük ölçüde robotlar tarafından yapıldığı bu yeni durumda, bireylerin toplumsal ödül ve ceza mekanizması, tüketilen mal ve hizmetlerin üretiminde insan emeğinin katkısına ihtiyacın daha az olacağı varsayımı altında, birlikte yaşayan grup içinde herkesin yararlandığı, kamusal malların korunmasına ve artırılmasına katkı durumuna kayacağı beklenebilir.

Bu bağlamda, üretime katkı odaklı toplumsal değer sistemi yerine erdemli davranış merkezli değer sistemine geçiş, insanlık tarihinde yeni bir evre olarak görülebilir. Burada, erdemin içten gelen sahici duyguların hayata geçirilmesi ile oluşacağı, ilave gelir elde etmek için gösterilen erdemli davranışların ikiyüzlülüğü teşvik edeceği ileri sürülebilir. Bunun, bir dereceye kadar doğru olmakla birlikte şimdiki değer sistemlerinden çok farklı bir durum ortaya çıkaracağı şüphelidir. Zira tüm ahlak öğretileri, insanları iyi insan olmaya çağırırken sahici olup içinden geldiği gibi değil görünüşte de olsa ideal modelde öngörüldüğü gibi davranmaya, buna engel olacak duygularını bastırmaya çağırır. Görgülü olmak, ahlaklı olmak, iyi bir vatandaş olmak, aslında içinden geçen buna aykırı duyguları denetim altına almayı gerektirir. Mevcut sistemde bir kişiyi “kibar davranıyorsun ama içinden kızıyor, aslında ikiyüzlülük yapıyorsun” diyerek suçlamadığımız gibi tersine, beklenen davranış için kendisi ile mücadele yaptığından ödüllendirmeyi bile düşünebiliriz. Benzer şekilde yeni sistemde “duyguların farklı ama sosyal kredi puanını yükseltip bu yolla gelirini artırmak için böyle davranıyorsun” diye de kimseyi suçlayamayız. Herkesin içtenlikle ve kendiliğinden toplumun ortak kurallarına uyması çok arzu edilebilir ve birinci tercihtir ama bunun ödül amaçlı gerçekleşmesi de çok kötü bir sonuç değildir. Ayrıca bu ödül sisteminin, içtenliği sağlayacak veya artıracak her formüle kapısının sonuna kadar açık olduğunu söylemeliyiz. Çünkü içtenlik, tartışmasız biçimde, kurallarının her aşamadaki (oluşturma, işletme ve gözetim) işlem maliyetlerini düşürür.

Kısacası, bireysel olarak hissedilen ama toplumsal kabul görene aykırı düşen düşünce, tutum ve davranışları, muteber vatandaş katsayısını yükseltmek için toplumsal olan lehine kontrol altına almak bir samimiyet testi olarak görülüp itiraz edilemez. Bu sebeple, sadece daha yüksek gelir düzeyine ulaşmak amacıyla bunu sağlamaya dönük iyi vatandaş puanı toplamak için toplum kurallarına uygun yaşamak şimdiki durumdan çok farklı ve büyük bir sorun gibi görünmemektedir.

Ancak burada halledilmesi gereken ciddi başka sorunlar söz konusudur. İlki bireysel özgürlüklere dönük tehdit durumudur. Toplum kurallarına uyma konusunun gelir ve refah dağılımında yegâne ödül kaynağı olması, totaliter yapılara mükemmel bir zemin oluşturur. Yani merkezî olarak hesaplanan ve ağırlıklı olarak ortak değerleri gözeten bir ödüllendirme sistemi, “ortak” değerlerin tespitinde belirleyici olanların lehine bir yapıya herkesi uymaya zorlamakla kalmaz, bunun dışındaki tercihlere yaşama hakkı tanımayabilir. Bu, ayrıca, bir dönem bir toplumda geçerli ve baskın olan değer yargılarının hiçbir değişim ihtiyacı olmayan mutlak yargılar olduğunu kabule zorlar. Bunun özgürlüklerin korunmasında ciddi bir tehdit oluşturacağı gayet açıktır. Bu konunun nasıl aşılacağı çok ciddi bir sorundur ve üzerinde kafa yorulmalıdır.

Üretime katkı odaklı değer sistemlerinde de bireysel özgürlükler üzerinde baskı olmakla birlikte, bireyler üretime katkıları oranında pay aldıkları için bu gelirleriyle baskın toplumsal değerlerin dışında kendilerine özgü bir yaşam alanı oluşturabiliyorlar. Yeni sistemde sadece baskın değerlere uygun tutum ve davranışlar ödüllendirileceği için onların dışında yaşamayı imkânsız kılmasa da büyük ölçüde zorlaştıracaktır. Burada ikinci bir tehdit gündeme gelmektedir. Tüm ilave ödül mekanizmaları ortak değerlere olan desteğe dayandırıldığında, sosyal ve kültürel değişim donuklaşacaktır. Egemen normlarla barışık olmayan insanlar, verilen evrensel temel gelirle yetinmek zorunda kalacak ve asgari geçim düzeyinde yaşamaya razı olacaklardır. Bu sorunun (eğer bu bir sorunsa) nasıl aşılacağı üzerinde biraz daha düşünmek gerekir. Hâlbuki tarih boyunca insan topluluklarındaki değişimler aşamalı olarak önce azınlık fertlerin ve küçük grupların ortalamadan ayrı tutumlar benimsemesi ardından bu kitlenin büyümesi şeklinde gerçekleşmiştir.

Kuşkusuz işlerin robotlarca yapılması sadece parasal gelirin yeniden dağıtımı sorununu gündeme getirmez. Yukarıda ifade ettiğimiz çalışmanın içselliklerinin ve dışsallıklarının yeni sistemde nasıl ikame edileceği de yeni kurumsal düzenlemelerin yapılmasını zorunlu kılan önemli bir konu olacaktır. O da başka bir yazının konusu.

[1] Erdemi, en genel tanımıyla, en zor şartlarda bile ortak iyiye katkıda bulunma güdüsünü koruma özelliği olarak tanımlayabiliriz.

Ömer DEMİR – 

Önceki yazılarda üretim artışında yapay zekâ eklemlenmesinin tarihin hiçbir döneminde görülmeyen bir verimlilik artışına yol açabileceği ve bunun sonucu olarak insanların üretim süreçlerinde yer almasının getiri ve götürüleri hesaplandığında şimdikinden çok farklı bir tablo ile karşılaşılacağına, bunun da emeğin toplumsal hayat içindeki rolünü dönüştürebileceğine işaret etmiştik. Önümüzde üzerinde düşünülmesi gereken iki ayrı alana dair olası senaryoların neler olabileceği konusu var. İlk alan, bir işte çalışmanın üç sonucundan biri ve en önemlisi olan parasal gelir dağılımı sorununun nasıl halledileceğidir. İkinci alan da bir işte çalışmanın parasal olmayan sonuçlarının (içsellikleri ve dışsallıkları) nasıl telafi edileceğidir. Her iki alandaki olası patikalar birbirinden farklılık arz edecektir.

Önümüzdeki tablonun şöyle olduğunu varsayalım. Üretim organizasyonunu, bazı yönlerden tam rekabet piyasa koşullarına daha yakın, bazı yönlerden de daha uzak olacağı yeni bir üretim ortamı ortaya çıkacaktır. Örneğin tam rekabet piyasasının temel önkoşullarından biri olan tam bilgi varsayımı, dijitalleşme ve büyük verilerin birbiri ile konuşturulması sonucu şimdikine göre daha fazla gerçekleşme imkânı bulacaktır. Bireysel talepler çok rahat biçimde sanal ortamda toplanabilecek, kimin, neye, ne zaman ve ne kadar talebi olduğu daha veriye dayalı olarak yapay zekâ ile donatılmış makinelerin de aktif katkısıyla şimdikine göre çok daha hızlı ve düşük maliyetle belirlenebilecektir. Ancak dijital dünya, tekelleşme eğilimini artırmaktadır. Bu yeni dünyayı tam rekabetten uzaklaştırma riski taşıyan tekelleşme, ölçek ekonomisi sayesinde sağlayacağı maliyet avantajı nedeni ile muhtemelen şimdikine göre daha fazla hüsnü kabul görecektir. Piyasa temizlenmesi sanal ortamda gerçekleşeceği için fiyat dalgalanmaları ve sinyalizasyon gecikmeleri nedeni ile oluşan kaynak israfı da en aza inmiş olacaktır. (Son cümlede iktisatçı olmayanların anlam kaybı çok büyük değil). Kısaca, yapay zekâ ve büyük veri eşliğinde robotlaşma üretimin organizasyonunda verimlilik artışı yoluyla şimdiki piyasa yapılarına göre, bir miktar tekelleşme getirse de görece daha avantajlı hâle gelecektir. Yeni sistemde üretim bütün istekleri karşılayacak miktarda olmamak anlamında hâlâ kıt olsa da şimdikine göre görece bollaşmış olacaktır.

Yapay zekâ ile desteklenmiş robot üretiminin sağladığı verimlilik artışı nedeniyle emeğin tasfiye olması ve üretimin emek ile bağının kopması hâlinde yeni bir gelir dağılımı meşrulaştırıcısına ihtiyaç olacağı gayet açıktır. Geçmişteki emek bağlantılı içinde yaşadığımız ekonomik bölüşüm sisteminde gelirini emek karşılığı çalışarak elde eden insanların, üretimin tümünü robotların yaptığı sistemde gelirden pay elde etme haklarının hangi kriterlere bağlı olarak belirleneceği konusu tam bir belirsizlik içermektedir. Aslında bu konuda hiçbir işaret yok da değildir.

Gelir dağılımının geleneksel iki kanalından biri olan emeğin devre dışı olması hâlinde sermayenin devreye girmesi, gelir dağılımının tümüyle sermaye sahipliği üzerinden yapılması akla gelen ilk seçenek gibi görünüyor. Madem emeğin üretimle irtibatı koptu o zaman sermaye yoluyla dağıtım sorunu çözülebilir mi? Zira sermaye, üretimden giderek artan oranda pay alarak dağıtım sahnesinde zaten sağlam ve meşru bir yere sahiptir. Geliri tümüyle onun üzerinden dağıtabilir miyiz?

Sermayenin tabana yayılması ve her doğan kişinin kimlik kartı gibi ülke aktiflerine hissedar edilmesi makul bir yol gibi görünüyor. Bu bir nevi, zaten toplumsal kabulü yüksek olan mirasın, bireysel olmaktan çıkarılıp kolektif hâle getirilmesi olarak da görülebilir. Nasıl ki, geçmişte çocukların yaşlı ebeveynlerine bakması, emeklilik sistemleri ile özü korunarak nesillerin birbirlerine bakmasına evrildiyse, mirasta da benzer bir evrilme yaşanabileceği makul görünmektedir. Bu durumda bireyler değil de nesiller birbirinin mirasçısı haline gelirler. Bu, tam da sosyalistlerin ideallerinin gerçekleşmesi olarak görülebilir. Biraz da onların dediği olsun ama bu idealin kapitalistler tarafından gerçekleştirilmesi de ilginç bir ironi olur.

Dağıtımda kulağa hoş gelen bu mirasın eşit bölüşümü, üretim tarafında risk alma, fırsatları değerlendirme veya çok çalışma gibi üretimi dinamize eden faktörleri körelteceği için büyük sorunlar yaratma riski taşımaktadır. Bu durumda her alanda ve yaygın biçimde orta malların trajedisi[1] gündeme gelebilir.

Öte yandan bu tür sorunların “girişimci yapay zekâ” ile aşılabileceği de çok yabana atılmaması gereken bir ihtimaldir. Hatta tama yakın bilgiye sahip, insana göre geçmiş tecrübeyi ve gelecek trendlerini daha iyi tahmin edebilen bir yapay zekâ bu alanda da eksik bilgi ve yanlış tahminlerin yol açtığı iflas ve yıkımlara sebebiyet vermeyen mükemmel bir yatırımcı olabilir. Eğer girişimcilik ve ar-ge yoluyla yenilenme sorununu yapay zekâ ile sorunsuz biçimde çözebilirsek, geriye sadece toplumsal aktiflerin bireyler arasında hangi kritere göre dağıtılacağı konusu kalıyor. Bu da devasa bir sorun ama en azından sorunu teke indirmiş oluyoruz.

İkinci çözüm, sorunu tümüyle çözüme kavuşturmasa da, birincisine göre daha uygulanabilir bir seçenek. Üstelik ilkine de alternatif değil. Buna göre her doğan kişiye yaşadığı sürece eğitim, sağlık ve güvenlik gibi ayni hizmetler yanında isteğe bağlı gündelik tüketim ihtiyaçlarını karşılayacak birey bazında eşit ve şartsız nakdî bir gelir tahsis etmek. Buna literatürde evrensel temel gelir denmektedir. Evrensel temel gelir, şu ana kadar geliştirilen ve her ülkede değişik ağırlıklar verilerek kullanılan “sosyal destek” veya “tamamlayıcı yardımlardan” tamamen farklı bir uygulamadır. Aynen doğan çocuğun birkaç gün içinde bir kimlik alması gibi, doğduğu saat itibari ile bankada adına bir hesap açılacak ve her ay temel geliri oraya yatırılacaktır.

Bu gelir, yıllık da olabilir, haftalık da, günlük de. Belirlenecek usullerle yetişkin oluncaya kadar aile veya hamisi, yetişkin olduktan sonra da bizzat kendisi bu gelir üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunabilecektir. Yani evrensel temel gelir aile durumu, kişisel vasıflar (sağlık, engel, zekâ, çalışkanlık, dürüstlük vb.) ve üretime katkı düzeyine bakılmaksızın sırf vatandaş olduğu için belirli bir alt gelirin şartsız olarak aynı politik sistem içinde yaşayan tüm fertlere verilmesidir. “Aynı politik sistem” kavramı burada kilit önem taşır zira tarihsel miras farklılığı nedeni ile gelişmişlik farklarını tümüyle ortadan kaldırmak mümkün olamayacağı için tüm dünya insanının uzlaştığı bir sistem şimdiye kadar kurulamadığı gibi bundan sonra da kurulması beklenmemektedir. Şimdiki ekonomi düzeninde en önemli sorun, kaynağın nereden bulunacağıdır. Ama üretimin büyük ölçüde robotlarca yapıldığı yeni ekonomik sistemde, böyle bir kaynak sorunu olmayacağı beklenmektedir. Özellikle hizmet sektöründe robotlaşmanın artmasının evrensel temel gelire ihtiyaç duyuracağı açık olduğu için bu alanda üretim artışının gelire dönüşmesinin ekonomik mantığını bir örnek üzerinden açıklayalım. Bir fabrikanın giriş çıkış kontrol ve güvenliğinin 50 güvenlik ve müracaat görevlisi ile sağlanıyor olduğunu farz edelim. Güvenlik personeli asgari ücretle çalışıyor olsun. Güvenlik için aylık toplam 100 birim ücret ödendiğini varsayalım. Her birine iki olmak üzere toplam 100 birimlik bir gelir bu elli kişiye dağıtılıyor demektir. Firma yönetimi güvenlik işinin yüz tanıma ve hareket duyarlı sensörlerle donatılmış kapılar ile sağlamaya karar verdiğini düşünelim. Sistemde çalışan veya ziyaretçi olarak kayıtlı kişilere kapının açılacağı ve ilgililerin ancak bu yolla yetkili oldukları kapılardan geçebileceği bir sistem kurulmuş olsun. Her türlü hareketi algılayan hassas kameraların güvenliği tehdit edecek olağan dışı bir hareketlenme olduğunda bunu kumanda sistemine ilettiği, kumanda sisteminin gerekli sinyaller göndererek her türlü tedbiri aldığı bir sistem kurulmuş olsun. İşlerin başında da bir ya da iki yönetici bulunsun. Daha önce 50 çalışan yerine yerleştirilen yeni güvenlik sisteminin de kurulum ve işletme maliyeti olacağı için 100 birimlik ücret ödemesinin bir kısmı işletme maliyeti olarak bu durumda da harcanacaktır. Ancak burada önemli olan konu, önceleri 100 birim maliyeti olan, belki de insandan kaynaklanan dikkatsizlik, yorgunluk, ihmal, iltimas veya kötü niyet gibi olumsuzluklardan da arındırıldığı güvenlik hizmetinin toplam değerinin artmış olacağıdır. Daha önce bordroda olduğu ve vaktini burada geçirdiği için kendisine ödeme yapılan elli kişiyle yürütülen güvenlik ve yönlendirme hizmetlerinin, yapay zekâ destekli otomasyon sistemiyle, üstelik daha etkin biçimde üretildiği göz önüne alındığında, aynı miktar ücretin bu çalışmayan 48 kişiye ödenmesi, ekonomide, toplamda enflasyona yol açacak, üretilen hizmeti aşan bir talep oluşturmayacaktır. Zira önceleri insanlarca üretilen aynı güvenlik hizmetinin şimdi makinelerce üretilmiş olması, hizmet üretiminde görev almayanlara görev almış gibi bir ücretin ödenmesi toplam talepte, toplam üretimi aşan bir artış oluşturmayacaktır.[2] Bunun tek şartı, makinelerin devreye girmesi nedeni ile üretimde bir azalmanın olmamasıdır. Diğer tüm hizmetler için benzer durumların vuku bulması halinde şimdi çalışanların işlerini makinelere devrederek çalışmama durumunda şimdikine yakın (bu miktar, makine teçhizatın bakım ve amortisman maliyetleri nedeni ile daha az olabileceği gibi artan verimlilik nedeniyle daha çok da olabilir) maaşa bağlanmalarının “yeterli” üretim gerçekleştiği sürece ekonomik bir soruna yol açmayacağını söyleyebiliriz. Burada önemli olan bu dağıtımın yapılmasında yeni bir meşruiyet ihtiyacıdır.

Tabii ki konunun üzerinde çalışılması gereken birçok ayrıntısı var. Dünya üzerindeki tüm işler aynı şekilde ve kolaylıkla makinelere devredilemeyecektir. Makineleri çalıştırmak için fiilen çalışanların durumunun ayrıca değerlendirilmesi gerekecektir. Ekonomide iyileşme ve yenilik için yapılacak her türlü, şimdi adına girişimcilik denen, faaliyetlerde insan zekâ ve gayretini etkin biçimde devrede tutmak için gerekli ödül mekanizmaları doğal olarak şimdikinden farklı biçimde organize edilecektir. Bu konuların bir kısmı tahmin yürütülebilecek ancak bir kısmı zamanla keşif veya icat edilecek niteliktedir. Bu yeni hayat, bir kısmını tahmin edebileceğimiz ama bir kısmı hiçbir tahminde yer almayacak kadar şimdikinden farklı olacaktır. Bu nedenle makineler hayatımızda daha çok göreceği ve çalışma yükünü alacağı için insanoğlunu gelecekte çok daha rutin bir hayatın beklediğini söyleyemeyiz. Şimdi olan birçok sorun olmayacak ama şimdi olmayan birçok sorun olacak, insanlar bu sorunların çözümü için şimdikilerden farklı kural ve kurumlar geliştireceklerdir.

(Sonraki Yazı: Robotlar Sayesinde Erdemin Yükselişi)

 

[1] Orta malların trajedisi, mülkiyeti gruba ait olan malın aşırı kullanımı sonucu kendisini yenileyemez duruma düşüp ortadan kalkmasına denmektedir.

[2] Yeni sistemin kurulmasında kullanılan sermayenin sahibinin de bir gelir hak ettiği düşünülürse bu varsayımın geçerliliğinin tartışmalı hâle geleceği söylenebilir. Bu yerinde bir itiraz olmakla birlikte gelir dağılımını tümüyle emek dışı faktörlere bağlı yapılması halinde ya sermaye yeniden dağıtılacak ya da sermaye sahibi olmayan topluluk üyelerine de bir tüketim hakkı tanınacak bir sistem oluşacaktır. Bizim burada vurgumuz, mal ve hizmet üretiminin nihai hedef kitlesi tüketici birey olduğu için, toplamda her bir üretim kaleminde tüketici birey sayısı gerileyen bir toplumda üretime devam etmek için ana gerekçe ortadan kalkacaktır. Finansal dengeler yanında reel toplam arz ve talep dengesini sağlamayan bir sistem istikrar bulamayacaktır.

Ömer DEMİR – 

Odak noktamız olan emeğin kutsallığı konusuna geri dönecek olursak, ilk olarak tarımda görülen kitlesel istihdam, önce sanayiye sonra da hizmet sektörüne kayarak “kutsallığını” korumayı başardı ama bugün hizmet sektörüne sığınan işgücünün, işlerin yapay zekâ destekli makinelere devri sonrasında kayacağı yeni bir alan ortada pek fazla görünmemektedir. Daha sonra ele alacağımız üzere böyle bir “yeni alan” olsa bile bu muhtemelen şimdiki tanımıyla “” ile irtibatlı bir alan olmayacak gibi görünüyor. Zira emeğin üretime olan marjinal katkısının makineleri geçeceği üretim alanlarının sınırlı kalacağı tahmin ediliyor. Hemen söyleyelim, kanaatimizce bu bir felaket tellallığı değildir.

Eğer bu tahmin doğruysa, o zaman, yani yapay zekânın denetimindeki robotların üretimin ana sorumluluğunu üstlendiği bir dünyada, emeğin üretime katkısına dayalı bir hâsıla dağıtım süreci anlamını tümüyle kaybedecek demektir. Bu konu çok önemli ve bu yazının odak noktası da bu.

Şimdi hâlen tüm ekonomilerde toplam hâsılanın paylaşımında emeğin payı olarak ayrılan az veya çok bir kısım var. Buna göre dağıtım ayarlanıyor. Üstelik üretimden pay almada emeğin bir hakkının olduğunu kabul etmek, sorunu çözmek için yeterli değil, bir de bu katkının yeni üretim modelinde nasıl ölçüleceği konusu var. Yani emeğin katkısı devam edecekse bile dağıtımdan alacağı paya dair yeni bir modele ihtiyaç olacak. Çünkü sistemin emek merkezli olmayacağı durumda kurumsal yapıların ve değer yargılarının değişmesi gerekecek.

Günümüzde insanlar emekleri yoluyla üretime katıldıkları için maaş veya ücret alıyorlar. Kime ne kadar ücret veya maaş verileceği (en azından teoride) üretime olan katkısına göre ayarlanıyor.[1] Daha fazla niteliğe sahip olmayı ve sorumluluk almayı gerektirdiği ve bu yolla nihai ürünün oluşmasına daha çok katkı sağladıkları varsayıldığı için, ustabaşı ustadan, profesör doçentten daha fazla ücret alıyor. Birçok alanda bu katkının farklılaşıp farklılaşmadığı ölçülemiyor olsa da aynı işin farklı bölümlerini yerine getiren veya farklı işler yapanların farklı ücret almaları teorik olarak böyle açıklanıyor.

Şimdiki durumda her bir bireyin katkısı hassas biçimde ölçülemese de, genel olarak emeğin marjinal verimliliği pozitif olduğu için (ilave bir kişi işe koyulunca üretim, onun maliyetinden daha fazla arttığı için) emeğin üretimden pay alma talebi oldukça meşru görülüyor. Çünkü emek olmadan üretimin olmadığı, olamayacağı hâlâ birçok üretim alanı var. Bu bağlamda emeğin üretimde hakkı olduğu konusu üzerinde genel bir mutabakat olduğu görülüyor. Hatta geçmişte toprak ve doğal kaynaklar hariç emek dışında üretime katkıda bulunan her şeyin aslında “birikmiş emek” olduğu bile savunulmuştur (bugün de savunanlar olabilir). Buna göre elinizde işinizi kolaylaştıran bir alet olarak bir bıçak varsa, o aslında onu bıçak haline getirenlerin harcadığı emeğin birikmiş hâli, bir nevi donmuş emektir. Bu yorum, biraz zorlama da olsa, emeği üretimin temel belirleyicisi olarak görmenin doğal bir sonucudur. Ancak soyut düzeyde emek ile üretim arasında böyle bir ilişki kurmak, konuyla ilgili somut bağlantıların kurulmasında yeterli olmuyor. Daha derin analizler yaparak çok farklı ilişki türlerinin üretimle olan bağlantılarını açık biçimde tanımlamak lazım. Kısaca, şimdiye kadar dünya üzerinde itibar gören baskın görüşe göre üretim, doğrudan veya dolaylı emek sarf etmeyle ortaya çıkar. Dolayısıyla emeği kim harcamışsa üretim de onun hakkı olmalıdır. Ancak teoride böyle olmakla birlikte pratikte uygulama hep farklı olmuştur. Her toplumda değişik gerekçelerle üretimle doğrudan bağlantısı kurulmayan kişilere, başka meşru gerekçeler gösterilerek belirli pay verilmesi hep söz konusu olmuştur. Bu ilişki dolaylı tanımlandığı zaman karşımıza yeni durumlar ortaya çıkmaktadır. Somut gelir dağıtım sistemleri, bu doğrudan ve dolaylı gerekçelerin bir karması olagelmiştir. Burada makine teçhizat, miras ve değer sistemleri olmak üzere üç ana kanal olduğunu görmekteyiz.

Emek ve üretim arasında kurulan bu doğrusal ilişkiyi ilk olarak makine ve teçhizat dolaylı hâle getirmeye başlamıştır. Üretimde alet edevat ne kadar fazla kullanılırsa bu dolaylı katkı da o kadar artmaktadır. Bunun içsel mantığını şöyle izah edebiliriz: Üretim araçlarına (ekonomi diliyle sermaye mallarına) yapılan harcama, bireyin elinde bugün mümkün olan tüketim hakkını (daha az, aynı veya daha fazla miktarda) geleceğe aktarma amaçlıdır. Sadece tasarruf etme, bu hakkı daha az veya aynı miktarda, tasarrufu yatırıma dönüştürme ise daha fazla miktarda geleceğe aktarmayı amaçlar. Tüketim hakkının bu yollarla (tasarruf veya yatırım) geleceğe tehiri sonucunda üretimin artmasına olan açık katkıları nedeni ile emek sahiplerinin yanında dolaylı katkıları olan alet edevat, makine sahiplerinin de üretimden belirli bir pay almaları makul görülmüştür.

Bu hakkın, nesiller arası bağını kuran miras kurumu işi tamamen yeni bir çehreye büründürmüştür. Zira mirasla gelen tüketim hakkı, üretime katkısından bağımsız olarak üretim sahibi ile belirli bir yakınlık ilişkisi olanlara üretimden pay alma şeklinde tanımlanabilir. Her ne kadar üretimde sürekliliği sağlama yönüyle dolaylı biçimde irtibatlandırma mümkün olsa da, üretime katkıda bulunan kişi ile soy yönünden yakınlık sahibi olmanın üretimden pay almanın tartışmasız gerekçesini oluşturması, bu “katkı-hak” ilişkisinde ikinci önemli kırılmadır.[2]

Önce üretimde kullanılan araç gereçlere sahiplik, sonra miras hakkı, en son olarak da bir arada yaşamanın gereklilikleri olarak tanımlanabilecek belirli temel hakların (çocuk, hasta, emekli, engelli vb.) devreye girmesiyle, mevcut üretimden kimlerin pay alma hakkı olduğuna dair doğrudan üretime katılma dışında, genel haklar temelli, sürekli bir genişlemenin meydana geldiğini görüyoruz. Bu kanal çok önemlidir zira yeni ekonomilerde bunun daha da artacağı ve güçleneceği anlaşılmaktadır.

Kimin Ne kadar Üretime Katkı Yaptığının Ölçülmesi Sorunu

Öte yandan üretimde kimlerin hak sahibi olduğu konusu bir şekilde açıklığa kavuşsa da ne kadar hakkı olduğu konusu muğlaklığını korumaya hâlâ devam eder. Ama biz biliyoruz ki insanların üretime olan katkılarının tam olarak ölçülmesinin zorluğu nedeniyle emeğin değerinin ölçülmesi işi, uzun zamandan beri kullanılan zamana bağlı “mesai bazlı” yapılmaya başlanmıştır. Mesai, kişinin çalışıyor göründüğü zaman dilimine deniyor. Bu tanımdaki “göründüğü” kelimesine dikkatinizi çekerim. Aslında her bir kişinin üretime ne kadar katkı yaptığı tam olarak bilinemiyor ama bir kişi günde örneğin 8 saat işyerindeyse ve çalışmıyor görüntüsü verecek bir durumu da yoksa 8 saatlik bir katkı yaptığı varsayımı ile ücretlendirilmektedir. Bu konu niçin önemli? Çünkü çalışmanın parasal getirisinin üretime olan katkı ile irtibatlandırılmasında mesai saatinin anlamı da zamanla kaybolmaya başlamıştır. Bunun iki yönü var: Bir yandan parça başı işlerin artması, serbest ve uzaktan çalışmanın yaygınlaşması veya götürü verilen işlerin artması yoluyla doğrudan hâsıla ile bağlantılı istihdam biçimleri gelişmektedir. Bu tür istihdam biçimleri sıkı bir mesai denetimini gereksiz kılmaktadır. Öngörülen üretim gerçekleştiğinde bunun ne kadar süre içinde yapıldığını ölçmeye ihtiyaç duyulmamaktadır. Üstelik bu çalışma motivasyonunu olumlu etkilemekte, emeği etkinleştirmektedir (daha kısa sürede daha çok yapmak gibi). Bu yeni çalıma tarzları, kişinin üretime olan katkısının mesai dışı kriterlerle ölçülebildiği anlamına gelir. Yani bu yeni çalışma türleri, ile kişinin irtibatlanmasını zorlaştırmak bir yana daha da kolaylaştırmaktadır. Burada bizim kastettiğimiz olayın ikinci yönüdür: Aşağıda sayılan nedenlerle fiilen yapılan ile buna karşılık üretimden alınan karşılık arasındaki bağlantı giderek zayıflamaktadır. Bunda kuşkusuz birçok faktör etkilidir ama üretim sürecinin giderek daha da karmaşık hâle gelmesi, demokratik karar süreçlerinin doğal bir sonucu olarak bireylere politik veya idari kararlarla ilave tüketim hakkı verilmesinin yaygın meşruiyet kazanması ve son olarak çalışma sonrası (emeklilik) dönemde yapılan ödemelerin statü bazlı hâle gelmesi en göze batan unsurlardır. Bu üç ana gerekçe üzerinde kısaca duralım.

İlk olarak, üretim süreçleri karmaşıklaştıkça hasılaya emeğin katkısının ölçülebilir olmaktan gittikçe uzaklaştığını görüyoruz. Çünkü artık süreçlerinin büyük bir bütünün parçaları olarak entegre edilmiş olması nedeniyle hasılanın kişilere özgü hâle getirilebilirlik, yani nihai üretimde farklı süreçlerde katkıda bulunanların göreli katkı düzeylerinin bilinme özelliği giderek ortadan kalkmaktadır. Bu bağlamda aynı yerinde çalışan ve farklı işler yapan örneğin bekçi ile muhasebecinin veya benzer işler yapan büro görevlilerinin her birinin üretime olan katkısının ayrıştırılması sanıldığından daha zordur. İşin bitirilmesinde görevlerinin farklı olması, her birinin orada sekiz saat harcaması nedeniyle yapılan üretime ne kadar katkı olarak değerlendirileceğini ölçmeyi zorlaştırmaktadır. Aslında yakından bakıldığında bu zorluk, çok sade tanımı olan işler için de geçerlidir. Örneğin iki avcının birlikte av yaptığını düşünelim. Birinin dikkatli biçimde yol üzerinde bir tuzak kurup beklemesi, diğerinin de av hayvanlarını o yöne yönlendirecek sesler çıkarması sonucu işbirliği içinde yaptıkları avın nasıl bölüşüleceği gibi çok sade görünen bir üretim için de katkının nasıl ölçüleceği sorunu vardır. Tuzağı organize etmek ile hayvanları yönlendirmek iki farklı tanımıdır ve her biri diğerinden ayrı yetenek ve çaba gerektirebilir. Hatta hiç av işlerine katılmayıp, sırf av arkadaşlığı yapmış olmanın, avcının yalnızlık korkusunu gidererek verimliliğinin artışına katkıda bulunması yoluyla üretimde bir hak oluşturması bile mümkündür. Kısaca, bu katkının ölçümü zorlaştıkça, bölüşümde katkıyı ölçme dışında başka yöntemlere başvurulduğu görülür. Örneğin, avdan kime ne kadar pay verileceğinin ölçülme sorunu baş gösterdiğinde, başvurulan en tipik yöntem, avın herkese eşit dağıtımıdır. Eşit veya eşite yakın dağıtımın tercih edilmesinin nedeni, muhtemelen, sürece katkının eşit olduğuna herkesin tam ikna olması değil, başka bir paylaşım usulü üzerinde uzlaşma sağlamanın çok daha zor olmasıdır. Aynen aynı yerinde aynı mesaiyi harcayana aynı ücretin verilmesinde olduğu gibi. Hâlbuki mesai sürecinde herkesin nihai üretime olan katkısını ayrıştırmak mümkün olsa, mesai saati bazlı değil üretime katkı bazlı pay ödeme daha makul görülecektir. İlk boyut üretim sürecinin karmaşıklığının orada rol alanların katkılarını ayrıştırmada zorluk yaratmasıdır. Üretim daha fazla karmaşık hale geldikçe bu ayrıştırma işi zorlaşacak hatta giderek imkânsız hale gelecektir.

İkincisi, demokratik toplumlarda karar süreçleri bir kişi bir oy ilkesine göre çalışır. Oy kullananların gelir düzeylerinin artırılmasında istihdam teşvikleri, asgari ücretin belirlenmesi, kayıt dışı çalıştırılmanın önlenmesi gibi tedbirler yasal düzenlemelere konu edilir. Bir işveren, birisini işe aldığında onun üretime fiili katkısının ne olacağından bağımsız olarak, en az asgari ücret miktarı bir geliri ödemekle yükümlü kılınır. Kamusal istihdamda ücretler doğrudan devlet tarafından belirlenir. Özellikle pazarlık yöntemleri ile asgari ücret belirlenirken, kamu sektöründe maaş artış oranları karara bağlanırken veya genel olarak çalışma hayatına dair çıkarılan yasalarla tanınan haklar (günlük, haftalık, aylık veya yıllık toplam zorunlu çalışma süresinin kısaltılması, emeklilik için ödenecek asgari prim gün sayısının düşürülmesi, evlilik, hastalık, doğum, yaşlı bakımı vb. için yıl içinde alınabilecek ücretli veya ücretsiz izin süresi veya asgari geçim desteği, çocuk yardımı, çalışmayan eş yardımı, eğitim desteği, yabancı dil tazminatı gibi değişik adlar altında yapılan ek ödemeler) yoluyla üretime olan katkı ile o üretimden elde edilen gelir arasındaki bağlantı gittikçe çok daha dolaylı hale gelmektedir. Asgari ücretin belirli formüllerle de olsa bir ölçüye bağlanıp sabitlenmesi, özellikle malul, dul, yetim, hasta, izinli, işsiz vb. kişilere asgari ücret benzeri, ağırlıklı olarak bu kişilerin, üretme kapasitelerine değil, kişisel durum ve ihtiyaçlarına bağlı olarak bir ödeme yapılması, mal ve hizmetlerin tüketim hakkının üretime katkı durumuna göre belirlenmesini zorlaştırma bir yana bu ikisi arasındaki ilişkinin adeta kopmasına yol açmaktadır.

Üçüncüsü, sadece aktif çalışanların değil çalışma hayatını tamamlayıp emekliliği hak eden kişilere emekli maaşı ödenmesinin gerekçesi de üretime olan katkı ile ilişkisiz biçimde değişmeye başlamıştır. İlk kitlesel emeklilik fikri, çalışırken gelirinden yapılan kesintilerin ayrı bir emeklilik fonu olarak biriktirilmesi ve geçen zaman içinde bu fonun değerlendirilmesiyle bir düzenli gelir yaratılmasından oluşuyordu. Bir nevi bankaya yatırılan ve uzun süre orada bekletildikten sonra azar azar kullanılmaya başlanan para gibi. Her ne kadar kişinin kaç yıl emekli maaşı alarak yaşayacağının bilinmemesi nedeniyle sonunda ödenecek toplam miktar konusunda bir belirsizlik olsa da başlangıçta emekli maaşının bağlanma gerekçesi, çalışırken elde ettiği gelirden emeklilikte kullanmak amacıyla tasarruf ettiği bir kısmının değerlendirilmesi idi. Tıpkı çalışırken satın alınan bir gayrimenkulün kirasıyla emekli olunca geçinmek gibi. Ancak zaman içinde çalışanlardan yapılan kesintileri biriktirecek bir ortam oluşamadığı, çalışanlardan yapılan kesintiler hemen transfer ödemesi olarak şimdi emekli olanlara aktarıldığı için, emekli maaşları emeklilik fonunda biriken tasarrufların nemalandırılmış hâli olmaktan giderek uzaklaşmaya başladı. Emeklilik hakkının daha geniş kitlelere yaygınlaştırılması ve maaşlarının günün koşullarında yaşamaya imkân verememesi gerekçesiyle iyileştirilmesi çabaları, onlara yapılan ödemelerin üretime olan katkılarıyla bağını tümüyle koparmıştır. Buna erken yaşta emeklilik gibi uygulamalar, dul, yetim, malul olduğu için veya birkaç yıl prim ödeyerek emekli maaşı hak etme uygulamaları eklendiğinde, sistemin üretime katkı ile irtibatı büyük ölçüde sembolik hale gelmiştir.

Emekli maaşlarında bu bağlantının kopmuş olduğunu iki yoldan görebiliriz. Birincisi aynı miktar prim ödeyenler fiilen aynı süre emekli maaşı almıyorlar. Örneğin aynı süre çalışan ve aynı primleri ödeyen iki kişiden biri emeklilikten sonra 10 yıl diğeri de 20 yıl yaşarsa veya birinin sadece kendisi diğerinin öldükten sonra eşi veya çocukları da bu maaşı almaya devam ederse, bu emekli maaşının yatırılan prim miktarı ile doğrudan bir ilişkisi olduğu söylenemez.

İkinci gösterge, mevzuat değişikliği ile özlük haklarını değiştirmenin meşruiyet sorunu taşımamasıdır. Örneğin meclisten çıkan bir kanunla, dün, maaşı ile mesela yüz ekmek alabilen birisinin bugün, maaş artışı yapıldığı için 150 ekmek alabilir hale gelmesinin hiç kimsenin kafasında hak edip etmeme anlamında bir meşruiyet sorunu oluşturmamaktadır. Bu durum, reel mal ve hizmetler üzerinden hesaplandığında (enflasyon etkisi ortadan kaldırıldığında) bugünkü tüketim hakkının, tüketimi talep edilen mal ve hizmetleri ortaya çıkaran üretim sürecine yapılan katkı ile kolay kolay açıklanamaz. Kısaca günümüzde emekli maaşları, belirli yaşın üstündekilere veya çalışamaz hâlde olanlara, büyük oranda üretime olan katkılarından bağımsız ve adeta bir vatandaşlık hakkı olarak yapılan bir ödeme haline gelmiştir.

Yani aktif çalışanların gelirlerinin yanı sıra emekli maaşlarının da üretimle olan doğrudan bağlantısı giderek zayıflamaya başlamıştır. Bunlara değinmemizin sebebi, bunun bir yanlış gidiş olduğunu ima etmek değil, tersine belki de zaman içinde oluştukları için yeterince dikkat çekmiyor olmalarına işaret ederek hak ve meşruiyet algısının nasıl değiştiğini bu somut örnekler üzerinden göstermektir.

Kısaca, içinde yaşadığımız toplumda emeğin karşılığı olarak tanımlanan gelirlerin üretim ile bağlantısı öylesine dolaylı hale gelmiştir ki, her bir gelir sahibinin hangi katkısı karşılığında bu geliri hak ettiğinin ayrıştırılması neredeyse imkânsızdır.

Şimdi asıl meseleye geliyoruz: Aradaki ilişki dolaylı hâle gelmiş olsa da (çalışılan gün sayısı, ödenen prim vb.) emek ile üretim arasında bir ilişkiden hâlâ bahsetmek mümkündür. Ancak gelecekte robotların üretimde baskın hale gelmesi, bireyler ile hâsıla arasında herhangi bir ilişki kurulmasını tümüyle imkânsız hale getirecek gibi görünüyor. Şimdi günlük mesai, çalışılan gün sayısı, yatırılan prim gibi hesap kalemleriyle bir kişinin toplam üretimde ne kadar hakkı olduğunu belirlemeye dönük, üzerinde uzlaşılan iyi kötü bazı kriterler söz konusudur. Bireyin üretim sürecinde bulunmasının artık gereksiz hâle gelmesi, iktisatçıların tabiriyle emeğin marjinal verimliliğinin sıfır olması hâlinde insanlara hangi kritere göre ve nasıl bir gelir dağıtımı yapılacağı şu an tümüyle belirsizdir. Ortada büyük bir üretim var ama bunun ortaya çıkışında aslan payının robotların olması nedeniyle kişilere dağıtımında hangi kriterlerin esas alınacağı ciddi yeni bir tartışma konusu olacağa benziyor. Eğer emek hâlâ “kutsal” olacaksa üretimin ne kadarının insanlardan ne kadarının da robotlardan geldiğinin belirlenmesi büyük önem taşıyacaktır. Buradaki önemli konu, eğer üretime insanların katkısı çok az olacaksa, bu durumda emeğe kutsallık atfetmenin çok da bir anlamı olmayacağıdır.

Kutsallığı onlar aracılığı ile sağlamak için herkesin bir robotu olsun diyemeyiz. Zira robotlar insanlar gibi işin bir kısmını yerine getiren yekpare unsurlar değildir. Kaldı ki yukarıda insanların da giderek katkıları kesin olarak ölçülemeyenler grubuna daha yakın hâle geldiğini söyledik. Üretim robotları, çoğunlukla büyük birer otomasyon sistemleri oldukları için onların belirli bir parçasının katkısını diğerlerinden üstün kılacak bir hâsıla taksimatı kolay kolay yapılamaz. Amir de memur da sonunda robot olacağı için robot sahipliği yoluyla insanların üretimden alacakları paylar farklılaştırılamaz. O zaman şöyle bir soru ile karşı karşıya geliyoruz. Robotların üretim işini üstlendiği bir ekonomide bireylerin hak talebi, emeğin üretime olan katkısı ile meşrulaştırılabilir mi? El cevap: Acı ama meşrulaştırılamaz. Çünkü bireyin bir katkısı olacaksa o şimdikine göre çok daha marjinal ve daha dolaylı olacağı için büyük ihtimalle üretim süreçleriyle irtibatlandırılarak anlaşılması mümkün olmayacaktır. Bu durumda üretim yapılmasının amacı, robotların kendi bakımlarını karşılama olmayacağına göre, bu üretimden insanlara pay verilmesinin “başka” gerekçelerinin olması gerekir. İşte bu “başka” gerekçe, ne olacaksa artık, robot çağının hak talebinin meşruiyet aracı olacak gibi görünüyor.

Aslında, bu gerekçe değişiminin temelleri, robotlaşma dönemi öncesinde de yukarıda kısaca temas ettiğimiz ücret-maaş-emekli maaşı süreçlerinin oluşumunda kısmen atılmış durumdadır. Bugün birçok ülkede yeni doğan bir bebeğin ebeveyninin sunacağı özel şartlar bir yana bırakılırsa, kendi üretiminden bağımsız olarak, temel sağlık ve eğitim hakları vardır. Ayrıca ebeveyni ölürse veya ona sahip çıkacak durumda değilse ona devlet asgari düzeyde (bazı durumlarda ebeveyninden daha iyi şartlarda) yaşama imkânı sağlamayı garantilemektedir. Peki, ne karşılığında? Şimdiki örtük gerekçe şudur: İlgili gelecekte aktif bir birey olduğunda üretime katılarak yapacağı katkılar karşılığında şimdi ona yatırım yapılmaktadır. Peki, kişi ya engelli ise? Yani ömür boyu aktif üretici olamayacaksa ona bakılmayacak mı? Ölüme mi terk edilecek? Muhtemelen çok eski zamanlarda “lanetli” diye bu durumda olanlar ölüme terk edilebiliyordu ama bugün değil. Çünkü her doğan bireyin “yaşama hakkı” var. Bu yaşama hakkı nereden geliyor? Üretime olan katkıdan gelmediği aşikâr. Aslında bu yaşama hakkı, insanlık tarihinde de çok eski bir durum değil. Bir ülke vatandaşı olarak ülkenin imkânları ölçüsünce sağlanan pozitif haklar, ağırlıklı mesai saatine bağlı olarak ödenen düzenli maaş ile çalışamayacağı dönemde ödenen emekli maaşı da son yüzyılda hızla yaygınlaştı. Hâlâ bu haklardan yoksun yörelerin çok olmasının sebebi, bu bölgelerdeki norm eksikliğinden ziyade üretim eksikliğidir. Bu sebeple insanlar üretimi yeterince artıracak araçlar geliştirdikçe bu yeni gelir dağıtım yöntemlerini kolayca ve hızlıca uyarlayabiliyorlar.

Şimdi sırada tüm işleri robotların yaptığı ve çok az insanın üretimde rol aldığı bir bolluk dünyasında, kime ne kadar gelirin, hangi gerekçe ile verileceğinin belirlenmesi işi var. Bunun için akla gelen bazı öneriler var ama onlara bir sonraki yazıda değinelim.

(Sonraki Yazı: Robot Ekonomisinde Gelir Bölüşümünde Bir Yöntem: Evrensel Temel Gelir)

 

[1] Teoride üretimden emeğin payının hesaplanmasında “üretime olan katkı” ana meşruiyet gerekçesi olmakla birlikte fiilen bu katkının ne olduğunun belirlenmesinde bireyin beşeri sermaye (yetenek, deneyim ve eğitim) ve sosyal sermaye (güvenilirlik, işbirliğine yatkınlık, ilişki ağlarında örtük bilgi, yetenek ve deneyim kazanma durumu vb.) seviyesi ile o an için ilgili işgücü piyasasında emek arzı (çalışmak isteyenler) ve emek talebi (boş sayısı) etkili olur. Sayılan bu faktörlerin işgücünün üretimden aldığı payın hesaplanmasında etkili olması, zaman zaman bu payın üretime olan katkı ile bağının kopmasına yol açar. Yani fiilen aynı işi yapsa da, çalışmak isteyen sayısı, boş işlerden fazla ise emeğin üretimden aldığı pay düşüş gösterir.

[2] Her ne kadar yakınlara verilen mirasın, miras sahibinin yaşarken ve üretim yapma imkânı yokken hayatını kolaylaştırıcı yönü meşrulaştırmak için makul bir gerekçe olsa da, tüketim hakkının üretime katkı ile olan bağını dolaylı hale getirdiği açıktır.