Ömer Demir –

İnsan-benzeri muhakeme ürünü kararlar oluşturarak düşünme/çözümleme/üretim sürecine katılan makinelerin bu özelliği, yapay zekâ olarak isimlendirilmektedir. Her geçen gün ekonomilerde otomasyon sistemleri ve birçok işi insandan daha hızlı ve kusursuz yapan robotların rolünün arttığını görüyoruz. Robotlaşma[1] olağan bir yapma yöntemi haline geldi. Bir ekonomi ne kadar gelişmiş ise, o kadar da robotlaşmaya aday hale geliyor diyebiliriz. Bunun detaylı süreç bilgisi, yeterli hammadde ve ölçek ekonomisi olmak üzere üç temel nedeni var: İlki, bir üretim faaliyetinin robotlar tarafından yapılabilmesi için ayrıntılı bir teknik süreç bilgisi gerekiyor. Bu süreç bilgisinin derinliği, ekonominin gelişmişliği ile doğrudan orantılıdır. Doğal olarak gelişmiş ekonomilerde daha fazla üretim süreç bilgisi birikiyor.

İkincisi, bizzat robotların imalatı için belirli düzeyde hammadde ve yarı mamul maddeye ihtiyaç duyuluyor. Robot üretimi için gerekli olan girdilerin de ancak belirli düzeyde bilgi ve sermaye birikimi olan yerlerde temini mümkün olabiliyor.

Üçüncüsü, robotlaşma işgücü kullanmaya göre maliyetleri düşürüp rekabet avantajı sağladığı ölçüde yaygınlaştığı için, büyük ölçekli üretimler robot kullanmaya daha eğilimli oluyor. Üretim ölçeği büyüdükçe robotlaşmanın cazibesi de artıyor. Küçük ölçekli üretimleri robotlara yaptırmak çok verimli olmadığı için büyük ölçekli üretim yapan firmalar ve hacmi büyük ekonomiler robotlaşmayı daha çok teşvik ediyor.

Tüm robotlar, belirli düzeyde otomasyon içerse de yapay zekânın devreye girmesi bu alanda yeni bir durum sayılabilir. Yapay zekâ, ana üretim alanları olan tarım ve sanayi yanında hizmet sektöründe de robot teknolojilerinin kullanılmasına imkân sağladığı için çok farklı bir durum ortaya çıkıyor. Bu yeni durum bazı yeni tartışmaları da beraberinde getiriyor.

Üretim süreçlerinde otomasyon sistemlerinin yaygınlaşması ve yapay zekâ destekli robotların devreye girmesi ile ilgili sosyal alandaki en çok ilgi gören ve tartışılan konuların başında, gelecekte robotların insanların işlerini tümüyle ellerinden alıp almayacağı, alacaksa bunun olası sonuçları gelmektedir.[2] Buradaki kaygının görece büyük olmasının nedeni, sadece, tüm “akıllı” robotlar tarafından yapılması halinde insanların işlerini kaybetmeleri nedeniyle nasıl geçinecekleri değildir. Bu, işin önemli ama sadece bir yönünü ifade ediyor. Diğer önemli bir konu, hayatını yaptığı işle anlamlı kılan kişilerin, olmadığında bu anlam boşluğunu nasıl dolduracaklarıdır. İlk kez insanlık ile hayatın anlamı arasındaki ilişkide yeni bir evreye giriyor. Bunun ne anlama geldiğini anlamak için olarak isimlendirilen insan faaliyetlerinin hayatımızdaki yeri ve rolüne biraz daha yakından bakalım.

Şu an işi olan ve çalışan herkesin yaptığı işten uzaklaşması hâlinde nasıl bir durum ortaya çıkacağını tahayyül edelim. İlk olarak, şimdi günlük zamanlarının çoğunu istekli veya zorunluluktan yaparak geçirenlere, zamanlarını dolduracak yapacak yeni “şey”ler bulmak gerekecektir. İkincisi, yaptıkları şeylerin onların hayatına en az şimdiki “” kadar anlam kazandıracak nitelikte olması gerekir. Bu anlam sorununa daha sonra tekrar döneceğiz.

Bir zamanlar işleri ellerinden alınan köylü ve işçilerin makineleri yakması,[3] mucitlerin ev ve işyerlerinin kundaklanıp icatlarının ortaya çıkmasının engellenmeye çalışılması gözlemlenen kitlesel tepki türleri idi. Bugün bunlar komik geliyor ama acaba geleceğin insanları, bu sorunun çözümünde akıllı robotlara meydan okuyan ideolojiler geliştirmeye mi odaklanacaklardır? Geliştirseler bile bu ideolojiler bir işe yarayacak mıdır? Kim bilir! Her hâl-ü kârda yeni değer yargılarına ihtiyaç olacaktır ama bunların sistematik bir ideoloji kalıbında olması biraz zor görünüyor.

Geçmişe baktığımızda teknolojik değişimlere bağlı olarak, olası olumsuz sonuçları bertaraf edecek, tümüyle eşzamanlılığı yakalamayı başaramadığı için arada zaman farkları olsa da, bazı yeni değer yargılarının geliştirildiğini görüyoruz. Bunlardan en uzun ömürlü olanı, üretimde kullanılan insan emeğine adeta kutsallık derecesinde yüksek değer yükleyen değer yargıları gelmektedir. Buna göre emek insana aittir ve bu aidiyet ona üretimde gördüğü işlevden ayrı olarak özel bir kutsallık kazandırmaktadır. Olumlu veya olumsuz şekilde emeğe dokunan, insana da dokunmuş olacaktır. Bu bağlamda, çalışma biçimleri (amir, memur, işçi, çiftçi, beyaz yakalı, mavi yakalı, esnaf, adamı, vb.) ve ücret sistemleri (ömür boyu istihdam -kölelik-, yıllık, aylık, günlük, haftalık, götürü usulü vb.) ne kadar farklılaşsa da üretim ve bölüşümde emeğin merkezî öneminin sorgulanması şimdiye kadar hiçbir zaman gündeme gelmemiştir. Ancak şimdilerde, hızla robotlaşma ile birlikte bu alanda da ciddi bir kırılmanın yaşanacağı yeni bir dönemin arifesinde olduğumuz söylenebilir.

Öte yandan bu yeni sürecin, yayıldığı zaman dilimi bakımından, hızlı ama kendi içinde çok katmanlı ve kademeli olarak gerçekleşmesi, geçmişte kitlesel hareketlere vücut veren ve ideolojik temeli olan güçlü bir reaksiyona imkân tanımayacağı izlenimi veriyor. Zira hem bu alanda yaygın kabul görecek bir ideoloji geliştirmenin zorluğu hem de robotlar sayesinde meydana gelen büyük üretim artışının dayanılmaz çekiciliği, bir “teknoloji karşıtlığı ideolojisine” taban oluşturmak yerine uzlaşmacı bir yolun izleneceğine daha yüksek ihtimal oluşturuyor. Bu da, robotların dışlanacağı değil, insan emeğinin üretimdeki rolüne ilişkin yaklaşım ve bu alandaki değerlerin değişeceği, bölüşümün şimdikinden farklı kurumsal yapılarca yerine getirileceği bir sürecin bizi beklediğine işaret ediyor.

Ekonomide artan robotlaşmanın, kusursuz süreçler, verimlilik artışı ve sonuçta bol üretimdeki rolü çok tartışılmakla birlikte, bununla yakından ilişkili olmasına rağmen, “emeğin değerine” ilişkin tartışmanın biraz kenarda kaldığını görüyoruz. Yani, hızlı robotlaşma emeğin muhayyilemizdeki değerini nasıl etkileyecek? İnsan emeği hâlâ kutsallığını koruyacak mı? Bu yazının amacı bu konuya bir giriş yapmak. Yavaş yavaş söyleyelim desek de işin özünde artık emek elden gidiyor! Ne mi demek istiyoruz?

Soruyu şöyle soralım: Acaba insan emeği ile yapılan tüm işler robotlar tarafından yapılırsa bugün emek ve onun sahibi emekçiye atfedilen değer ne yönde ve nasıl değişecek? Sorunun kalıbından anlaşılacağı üzere, değişeceğine dair kesin bir kanaat var ama hangi yönde ve ne kadar değişeceği belirsizlik içeriyor.

Emek Kutsal Ama Her İş İçin Gerekli Olan Kutsal Emek Farklı

Tarihin bilinen dönemlerinden günümüzde var olan farklı toplum modellerine baktığımızda, ve ona atfedilen değerin, uzun zaman dilimlerine dağılmış biçimde de olsa, dönemden döneme değiştiğini görüyoruz. İş yapma ile çalışma zaman zaman birbirinden farklılaşır. Çoğunlukla parasal getirisi olan işler “çalışma” olarak nitelenir. Bu nüanslara bakmadan biz bu metinde çalışma ve yapmayı eşanlamlı olarak kullanıyoruz.

Çalışmanın bir bütün olarak veya bazı üretim faaliyetlerinin özgür bireylere değil de sadece kölelere uygun bir faaliyet olarak görülmesinden (eski Yunan ve Roma), sıkı çalışmanın birey için en uygun özgürleşme aracı ve önemli bir erdem olduğuna kadar ve çalışma farklı şekillerde konumlandırıla gelmiştir. Ancak tembelliğe övgü kabilinden az sayıda bazı methiyeler olsa da insan için emeğini ortaya koymak anlamında çalışmak hep olumlu ve yükselen bir değer olarak görülmüştür. Emeksiz yemek ve zahmetsiz rahmet olmayacağı, insan emeğinin karşılığının verilmesi gerektiği, insan emeğinin kutsal olduğu en temel sosyal değerler arasında sayıla gelmiştir. Başkasının malına/varlığına/üretimine göz dikmek kınanmış ve verdiği emeğin karşılığını talep etmek de en meşru haklar arasında kabul edilmiştir. Bu bağlamda geçtiğimiz yüzyılın en büyük ideolojik kampları emek taraftarlığı ve karşıtlığı üzerinden inşa edilmiştir.

Bu arada, soyut insan emeğine olan bu yüksek hürmet emek harcanan somut işlere yansımasına bakıldığında farklı bir tablonun ortaya çıktığını görmekteyiz. Zira her dönem işler arasında bir hiyerarşik yapılanma oluştuğunu, her işin herkes için uygun görülmediğini, bazı işlerin kadınlar (örneğin eğlence, temizlik, çocuk bakımı, ev işleri vb.), bazılarının ise erkekler için (örneğin savaş, madencilik, denizcilik, yönetim vb.), bazı işlerin de kadın erkek ayırımı olmaksızın düşük eğitimliler için daha uygun bulunduğunu[4] (örneğin genelde kas gücü gerektiren mavi yakalı işler), dahası her dönemde farklı işleri yapanların emeğinin farklı değer gördüğünü de biliyoruz. Bu durum günümüzde de devam etmekte, mesleklerin sadece getirileri değil saygınlıkları da farklılaşmaktadır. Genel bir gruplama olan kas ve beyin gücü ayırımı yeterli olmamakta, hem beyaz hem de mavi yakalı işler kendi içinde hiyerarşik olarak gruplaşmaktadır. Ne yaptığınız, toplumsal değerinizin oluşmasında çok önemli bir role sahiptir. Kısaca emek kutsaldır ama o emeğin tezahürü olan işlerin, hem parasal karşılığının hem de mesleki itibarının birbirinden farklı olduğu bir işgücü piyasası her dönemde söz konusu olmuştur. Yani, soyut olarak insan emeği “kutsal” olarak nitelenmekle birlikte her somut emeğin pratikte aynı kutsallığı taşımadığı görülmektedir.

Çalışmanın Dışsallık ve İçsellikleri

Emeğin toplum hayatındaki rolü ve buna dayalı olarak toplumsal değeri üzerinde konuşurken süreçlerinde yer alan emeğin bazı parasal olmayan farklı boyutlarının olduğunu da göz önüne almak gerekir. Toptan olarak çalışma konusu ve emeğin üretimdeki rolü söz konusu olduğunda bu farklı boyutların dikkate alınması önemlidir. O sebeple bu konuya kısaca değinelim.

Her şeyden önce bir işte çalışıyor olmanın bir kısmı mali, bir kısmı sosyal, bir kısmı siyasal, bir kısmı psikolojik birçok sonucu vardır. Bu sonuçların bazısı olumlu bazısı da olumsuzdur. Bunları dikkate almadan veya bunlardan sadece bir veya birkaçını dikkate alarak yapılan muhakeme, doğal olarak eksik veya hatalı olacaktır.

Bu çerçevede bir işte çalışmanın olası sonuçlarını üç ana grupta toplayabiliriz. İlki, çalışma karşılığı alınan ücret veya maaş ve parasal olan veya olmayan bahşiş, ikramiye, komisyon, konut desteği, emeklilik ve diğer ayni veya nakdî sosyal haklardır. Bunlara günlük veya haftalık zorunlu çalışma süresi, esnek çalışma, uzaktan çalışabilme veya izin durumu da dâhil edilebilir. Çalışmanın en görünen ve bilinen sonucu parasal ölçü ile ölçülebilen sonuçlardır. Her biri parasal bir sonuca işaret etse de kısaca aynı parasal sonucu daha kısa süre içinde vadeden işler daha çok talep görür.

İkinci olarak, bir işte çalışıyor olmanın doğrudan çalışma kararını etkileyecek özelliği olmayan birçok dışsallığı (externality) ve üçüncü olarak da yine çalışma kararının verilmesinde etkili olmayan ama kazanç veya kayıp getiren birçok içselliği (internality) bulunur. İktisat diline yeterince aşina olmayanlar için bu içsellik ve dışsallık kavramları ile ilgili kısa bir açıklama yapalım. Dışsallık, bir olay ve sürecin doğrudan gerçekleştirme hedefi olmadığı halde kendi dışındakiler üzerinde oluşturduğu etkilere diyoruz. Tersinden içsellik de olay veya sürecin aktör üzerindeki, işlem tanımlanırken doğrudan amaçlanmayan etkilerine denir. Dışsallık ve içsellik olumlu da olabilir olumsuz da. Örnekleyelim: İşi olan bir kişi daha az suça karışır, kurallara daha çok uyma eğiliminde olur ve bu yönüyle toplumsal istikrara daha çok olumlu katkıda bulunur, kamusal tanınırlık ve saygınlık elde eder. Bunlar, kişinin düzenli gelir getirici bir işte çalışmasının pozitif dışsallıklarıdır. Negatif dışsallıklara örnek olarak, çalışan kişinin, zamanının daha azını sevdiklerine veya dostlarına ayırmasını verebiliriz. Bazen pozitif ve negatif dışsallık iç içe geçer, o zaman net sonuca bakmak gerekir. Örneğin çalışan kişi aracıyla yola çıktığında trafik bundan olumsuz etkilenir, böylece bir negatif dışsallık oluşur ama arabasıyla bir arkadaşını da evine bırakırsa bu pozitif dışsallık oluşturur. Çalışan kişi işe giderken dolmuşa binerse, dolmuş sahibi için ilave gelir yaratır, pozitif dışsallık oluşur ama o önce oturduğu için diğer dolmuşa binemeyenler ve gideceği yere geç ulaşanlar için bu durum negatif dışsallığa dönüşür. Çalışan kadının çocuğuna ayırdığı zamanın daha az olması negatif dışsallık, çocuğuna bakıcı tutması ve ona ücret ödemesi ise pozitif dışsallık oluşturur.

Öte yandan, çalışan kişinin günlük hayatını çalışma sayesinde düzene sokması, neyi ne zaman yapacağını işine göre ayarladığı için düzenli bir hayatının olması, böylece günlük hayatında belirsizliklerin azalması; iş tatmini ölçüsünce kendini mutlu hissetmesi; ortamı nedeniyle yeni bir ilişki ağı edinmesi de çalışmanın birey üzerindeki pozitif içselliklerine örnek olarak verilebilir. Çalışmanın negatif içselliklerine ise yoğunluğu nedeniyle oluşan yorgunluk ve stresin yol açtığı hastalık, tahammülsüzlük, sabırsızlık veya her türlü olumsuz insan ilişkileri; ortamındaki gerginliklerin yarattığı kaygı ve gerilimler, terfi edememe veya işi kaybetme korkusunun verdiği kaygı ve tedirginlikleri sayabiliriz.

Aynı olay birden çok içsellik veya dışsallık oluşturabilir. Bu açıklamalardan anlıyoruz ki, bir faaliyetin toplum için net etkisini hesaplarken dışsallık ve içselliklerin getiri ve götürülerini göz önüne almadan sadece parasal sonuçlara bakmak yanlış ve eksik olacaktır.

Bunlara niçin değiniyoruz? Çünkü çalışma ve kuralları değiştiğinde beraberinde bu içsellikler ve dışsallıklar da değişeceği için, kapsamlı bir değerlendirmede bunlar mutlaka dikkate alınmalı, işleri robotlar yapınca sadece çalışmama sonucu olası gelirden yoksun kalmayı değil, bunun yanı sıra tüm bu pozitif ve negatif dışsallık ve içselliklerin gördüğü işlevlerin ne olacağı da belirginleştirilmelidir. Maliyet yükleyen negatif dışsallık ve içselliklerin zaten olmaları arzu edilmediği için emeğin robotlarca ikame edilmesi onlar açısından pek bir sorun oluşturmayacaktır. Ancak fayda sağlayan pozitif dışsallık ve içselliklerin yerine nelerin ikame edileceğinin de ayrıntılı düşünülmesi gerekir.

Yapay Zekâ İşlerde İnsana Özgülüğü Ortadan Kaldırıyor mu?

Robotlar ve çalışma hayatı ilişkisine dönecek olursak, modern ekonomilerin emek-yoğun üretimden sermaye yoğun üretime doğru evrildikleri, bu eğilim doğrultusunda yapay zekâ ile destekli olarak çalışan robotların üretim süreçlerinde gittikçe daha çok yer alacağı ve bu yer almanın geçmişte alet ve makinelerinin işgücünün bir kısmını devralmasından çok daha farklı sonuçlara yol açacağı konusunda pek fazla şüphe yok gibi. Buna karşın geçmişte makinelerin insan zekâsının devreye girdiği “nitelikli” işlerden içeri pek giremiyor olmalarına dayanarak robot-baskın üretimin olduğu bir ekonomide insanların makinelerce teslim alınacağı distopyasını yaymanın da fazla “gerçekçi” olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu bağlamda sadece üretilen sonuçların hız ve büyüklük bakımından kas veya beyin gücü kullanılan insan yetenekleri ile geçmişle karşılaştırma yapmak çok doğru olmasa gerek. İnsanın kendisinden kat kat daha büyük güçle yapabilen (örneğin araba, vinç …) hatta kendi beden gücüyle hiçbir zaman yapamayacağı işleri yapan (örneğin uçak, füze …) alet ve makineler üretebilme yeteneğinin, bazı olumsuz sonuçları olsa da (kötüye kullanım, savaş ve kirlilik gibi) distopya olarak adlandırılabileceği ve insanoğlunun önüne kalıcı ve çözümsüz sorunlar koyduğu söylenemez. Geniş boyutları olan bu tartışmada emeğin rolünden fazla uzaklaşmamak için alet geliştirmenin işgücünü nasıl etkilediğinin izini sürelim.

Toprağı sürme işini önce kendi kas gücü, sonra at veya öküz benzeri hayvanların yardımıyla ve saban gibi aletler kullanarak, ardından da makinalara devretmede insanların pek sorun yaşamaması gibi elektrik, televizyon, internet, cep telefonu kullanma ve önceleri kulübelerde yaşarken şimdi gökdelenlerde yaşamaya uyum sağlama konusunda da fazla sorun yok gibi. Bu sebeple yapay zekânın sonuçlarının “farklı” olacağı doğru olmakla birlikte bunun insanın tasfiyesine gideceği distopyasının tarihsel örnekleri olmaması yanında mantıksal bir temeli de olmadığı kanaatindeyiz.

İnsanoğlu tarihsel süreç içinde bir yandan yoğun bir mal ve hizmet üretimi gerçekleştirirken diğer yandan o üretimin bireyler arasında dolaşım ve dağılımına dair bir değerler dünyası da inşa etmektedir. Bu kadar çok insanın birbiri ile ilişki kurabilmesi, üretimle eş zamanlı yaygınlaşan bu değerlerin varlığı sayesindedir. Bu bağlamda diyebiliriz ki, insanı diğer canlılardan ayıran sadece sistematik biçimde mal ve hizmet üretme kabiliyeti değil bu kabiliyetin disipline edildiği bir değerler dünyası kurabilmesidir. Bu sayede milyarlarca insan, birbirini görmeden ürettiklerini tüketebiliyor, dil ve kültürü farklı ülkeleri ziyaret edebiliyor, birbirinin sanat, kültür ve entelektüel üretimlerini kendilerine transfer edebiliyorlar.

Emeğin üretimle ilgisine dönecek olursak, aslında şimdiki kurumsal yapıların dönüştürülmesindeki işlevi göz önüne alındığında, niteliksel bir farklılığın olacağı görülmekle birlikte, insanoğlunun ürettiği aletlere yüklediği işlerin büyüklüğü konusunda yapay zekânın etkisinin biraz abartıldığını bile söyleyebiliriz. Bu dönüştürücü etkinin farklılıklarının hakkını teslim etmekle birlikte, büyüklük bakımından fiziksel güç oluşturan aletlerden çok daha ileride olmadığı kanısındayız. Konuyu daha iyi anlatmak için şöyle bir örnek verebiliriz. İnsanoğlu kendi gücü ile kaldıramadığı ağırlıkları kaldırmak için önce ağaçtan manivela, sonra piston ve şimdi dev vinçler icat etmiştir. Bunun ne kadar önemli olduğunu, tek başına henüz vinçler icat edilmeden piramitlerin inşasında dev kayaların oraya nasıl yerleştirildiğine dair ortaya çıkan hayretten bile anlayabiliriz. Bugünün teknolojisi ile o piramitleri inşa etmek artık Laz müteahhitlerin sıradan işi olabilecekken onların birer dünya harikası olarak görülmesi, insanoğlunun yük kaldırma teknolojileri konusunda aldığı mesafeyi gösterir. Yani yük kaldırma gücünü esas alırsak bugün insanoğlu kendisinden kaç kat daha fazla yükü kaldırabilecek düzeyde güce sahip makinelere eşdeğer olacak, (her ne kadar bu ikisi bir ölçek cinsinden karşılaştırılabilir olmasa da) insanın muhakeme gücünü artıran yapay zekâ yazılım ve donanımlarını henüz ya üretilmemiş ya da ancak üretmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu demektir ki, kendisinden kat kat fazla işlem gücü olan alet veya makinelere devretme konusunda yapay zekânın sadece uygulama alanı (insan muhayyilesi ve muhasebesi) farkı bulunmaktadır. İnsanlar, makinelere kaldırttıkları ağırlıkların altında kalma riski ile yüzleşmedikleri gibi ömür boyu toplayamayacakları bilgileri saniyeler mertebesinde okuyup değerlendiren bilgisayarların köleleri olmaları için de yeni bir sebep yoktur. Yani zekâ ve strateji gerektiren satranç oyununda bilgisayara yenilmek ile bilek güreşinde yenilmek arasındaki fark, öyle abartıldığı kadar fazla değildir. Bu uygulama alanının farklılığı, ekonomik ve sosyal kurumlar üzerinde şimdiye kadar hiç olmayan bir etkide bulunacak oluyor olması, onu üzerinde düşünmeye değer özgün bir konuma yükseltmesi bir distopya habercisi olarak görülmemelidir. Yapay zekâ ve dijital teknolojilerin etkileri konusundaki bu iyimser yaklaşımımız, gelecek değişimin büyüklüğünün farkında olmamaktan değil, bu olası büyük değişimin ancak çalışma hayatı ve paylaşım konusundaki değerler dünyasındaki köklü bir değişimle dengeleneceğine dair tahminimizden kaynaklanıyor. Nitekim bu yazının konusu da, bu bağlamda olası teknolojik gelişmelerin kurumsal yapılar ve emeğin değerine ilişkin yerleşik sosyal kurumlar ve değerleri nasıl etkileyeceğine dair bir değerlendirme yapmaktır.

Bugüne kadar tarım devrimi, sanayi devrimi, enformasyon devrimi adıyla ifade edilen önce teknolojik ardından sosyo-ekonomik dönüşüm evrelerinde, alet ve makine geliştirilmesi nedeni ile insanın çalışma hayatının dışında kalması, küçük ölçekli ve kısa süreliydi. Küçük ölçeklilik teknolojinin yaygınlaşma hızı ile kısa sürelilik de yeni işlerin ihdas edilebilmesi için gerekli zaman ile sınırlıydı. Yeni teknolojinin girdiği yerlerde kısa süreliğine işsiz olanlar için işsizlik sigortası, açığa çıkan işgücü için yeni gelişen işlere uyum sağlayan beceri geliştirme programları ile sorun çözülüyordu. Bu dönüşümlerin hiçbirinde özellikle kas gücü dışında kalan işlerin tümüyle makinelere devri hiçbir zaman düşünülmüyordu. Otomasyon bandı kendi kendine çalışıyordu ama ne kadar üreteceğine, onu nerelere sevk edilmek üzere hangi ambalajlarda paketlenip hangi kargo şirketine teslim edileceğine insanlar karar veriyordu. Traktör yüzlerce insanın yapacağı işi yapıyordu ama onun hangi araziyi ne zaman işleyeceğine bir insan karar veriyor, fiilen o işi yaparken de onu bir insan kullanıyordu.

Şimdi tüm siparişleri çevrimiçi alıp, talep mekânına göre değerlendiren ve üretim hızına göre önceliklendirip paketleme servisine aktaran ve oradan dağıtım şirketine teslim eden makineler icat edildiğinde veya arazi durumuna göre zaman ayarlı ve otopilotlu traktörler devreye girdiğinde, işlerin insana özgü kısımlarının da yavaş yavaş kaybolmaya başlayacağını göreceğiz. Daha önce insana özgü işler hep olacak, bir alanda makineleşme olunca insana özgü yeni alanları açılıp istihdam bu yeni alanlara kayacak ve böylece üretim sürecinde her zaman insana özgü emeğe ihtiyaç olacak inancı ciddi ciddi savunuluyordu. Artık yapay zekâ ile bu inanç köklü biçimde sarsılmaya başladı. Evet, üretim sürecinde insanlar yine olacak ama bu süreçte ihtiyaç duyulan insanların sayısı, şimdiki gelir getiren istihdam kapsamında düşünüldüğünde ihmal edilebilecek kadar az sayıda olacaktır. Bu bağlamda gelecekte yeni teknolojiler nedeniyle açığa çıkan kitlesel bir emek istihdamını çekecek yeni alanlarının ortaya çıkacağına dair açık bir işaret de göremiyoruz. Mutlaka şimdi bilmediğimiz yeni alanlar ortaya çıkacaktır ama bunların kitlesel istihdam oluşturması olası görülmemektedir. İster inanın ister inanmayın ama iktisat teorisi bize şunu söyler: Eğer makineler insandan daha düşük maliyete üreteceklerse, hasıladan pay almasına vesile olsun diye üretim sürecinde insanı devrede tutmanın, bu yolla herkesi gizli işsiz yapmanın ekonomik olarak bir gereği yoktur. O zaman bırakalım üretimi makineler yapsın, toplum hayatının sürekliliği, güvenliği ve istikrarı için gerekli olan gelirin yeniden dağıtımı için yeni modeller üzerinde düşünmeye başlayalım. Çünkü buna daha çok ihtiyaç olacak. Zira tarih boyunca bunun çok sayıda örneği var.

(Sonraki Yazı: Emek Üretimde Devre Dışı Kalırsa Bölüşüm Nasıl Olacak?)

 

[1] Robotlaşma nötr bir kavram değildir: İnsan için kullanıldığında, insani özellikleri kaybetme çağrışımı nedeni ile olumsuz; makineler için kullanıldığında ise kusursuzlaşma ima ettiği için olumlu içerik taşır. İnsanın robotlaşması istenmeyen, üretimin robotlaşması ise istenen bir özelliktir. Her ne kadar el emeği, olumlu çağrışım yapsa da “el değmeden üretim” daha az kusur içereceği için olumlu değer taşır. Burada robotlaşma el değmeden üretim anlamında kullanılmaktadır.

[2] Bu konuyu başka bir yazıda ele almıştık. Bkz. https://bilimteknik.tubitak.gov.tr/system/files/makale/robotlar.pdf

[3] Bu konudaki örnekler için bkz. Daniel Susskind (2021). Çalışılmayan Bir Dünya, (çev. Taner Gezer) İstanbul: Optimist.

[4] Zaman zaman, örtük biçimde, bazı prestij ve geliri düşük mavi yakalı işleri (başka çaresi olmadığından) “gönüllü” yapacak kişilerin mevcudiyetini temin için isteyen herkese yüksek öğretim imkanı verilmesinin yanlış olduğu bile savunulmaktadır.

Ömer Demir –

2024 mahallî idare seçimlerine az bir süre kaldı. 31 Mart’ta şehirlerimizi yönetecek yeni ekipler belirlenecek. Partiler de kimlerle şehirleri yöneteceklerine dair adaylarını belirlemiş durumda. Sonucun ülkemiz için hayırlı olmasını dileriz. Bu yazıda yerel seçimlerde siyasal partilerin yanında adayların da öne çıkmış olmasının farklı yönlerine işaret edeceğiz.

Yerel seçimlerde aday niteliklerinin daha fazla öne çıktığını, partilerin “hangi adayla seçimi alırız” araştırmaları yaptırdıklarını, bu sebeple de genel seçimlerde çok sık rastlanmayan biçimde adaylık için partiler arası transferlerin arttığını görüyoruz. Bu süreçte halkın teveccühünü kazanmak için aday ve partinin rolünün ne olduğuna bakmak yararlı olacaktır. Sadece adaya odaklanma veya parti merkezli oy vermenin ne tür sonuçlar getireceğine işaret edeceğiz.

Konunun biri seçimlerde seçmenin karar verme, diğeri de politik karar süreçlerinin oluşma tarzı olmak üzere iki yönü var. İki farklı yönden bakılınca manzara farklılaşıyor. Önce politik karar süreçlerinin oluşumunda aday ve partinin rolüne bakalım, ardından bireylerin tercih sürecindeki tutumlarına.

Siyasi Parti Gerekli mi?

Genel olarak insan hayatını etkileyen iki ana karar türünden bahsedebiliriz. Biri, bireylerin kendileri tarafından alınan kararlar, diğeri de topluluk adına verilen kararlar. Bireylerin kendi adlarına karar vermelerinde uyulması gereken kurallar konusunda insanların çok fazla tereddütleri yoktur. Bireyler neyin kendileri için uygun veya doğru olduğuna ikna olurlarsa, o doğrultuda karar verirler. Yanılma ve isabet etme konusunda aralarındaki farklılık, insanlar arası farklılığın doğal bir sonucu olarak görülür. Aynı konuda birbiriyle uyumlu, farklı veya zıt birçok karar, taraflarca büyük bir isteklilikle verilir. Birileri alır diğerleri satar, birileri girer diğerleri çıkar, taraflar memnun olduğu sürece farklı sonuçlar elde edilmesinde bir sorun görülmez.

Fakat topluluk adına karar vermeye geldiğinde işler biraz değişir. Topluluğun lehine veya aleyhine olan kararın ne olduğu konusunda uzlaşmak ve ortak bir fikre ulaşmak bireyin kendisi için karar vermesine göre hem hayli zordur hem de sonuçları çok farklıdır. Bireyin kararlarının olumlu veya olumsuz sonuçlarına, başkalarını etkilese de, ağırlıklı olarak kendisi katlandığı için kişisellik ağır basar. İş, topluluk ile ilgili kararlara geldiğinde, çıkar çatışması büyüyeceği için en uygun kararın ne olduğunun belirlenmesinde bireysel düzeydeki kararlar alınırken kullanılanlardan farklı bir yöntem bulmak gerekir.

Birey iyi kötü, doğrudan veya vekilleri aracılığı ile kendi adına karar verebilir ama topluluk “hayali” bir varlıktır, birey gibi karar veremez, onun adına mutlaka bireylerin karar vermesi gerekir. Bu bireylerin kim olacağı çok çetin bir konudur. Aslında bu konuda bulunan yöntemler çok çeşitli de değildir. Aile ve küçük gruplar içinde daha bilgili ve görgülü olduğu için topluluk adına karar verme yetkisi daha çok yaş itibari ile büyüklere tanınır. Bu çok pratik ve gerekçeleri kolay anlaşılabilir bir tutumdur. Topluluk ölçeği aileden kabileye doğru büyüdükçe, topluluk adına kararların, kişisel özellikleri ile temayüz etmiş kabile önderlerinin vermesi makul bulunmuştur. Bu önderler de genelde soya dayalı olarak belirlenir. Kimlerin daha iyi yönetici olacağı konusundaki tartışmaların evrimi uzun bir konudur. Günümüze gelindiğinde, yüzyıllar boyu kan bağı ile ebeveynden çocuğa geçen topluluk adına karar verme yetkisi (monarşi ve aristokraside olduğu gibi), demokratik yöntemlerin gelişmesi sonucu topluluğun oyları ile seçilen yöneticilere doğru evrilmiştir. Konumuz olan “siyasi parti niçin var” sorusu tam da burada devreye girmektedir. Topluluğun bireylerinin “en uygun karar vericileri” seçmesi için önlerinde bazı seçeneklerin olması gerekir. Günümüzde bu seçenekleri büyük ölçüde siyasi partiler vücuda getirmektedir.

Siyasi partilerin bu bağlamda iki temel işlevi vardır. İlki, illerde ve ilçelerde örgütlenen siyasi partiler, ülke içindeki imkân, duyarlılık, beklenti ve algıların tespitini mümkün kılacak etkili iletişim kanalları oluştururlar. Bu yolla toplumun farklı kesimlerinin ihtiyaç ve beklentilerini tespit eder ve bunları esas alan politikalar oluştururlar. Böylece farklı toplumsal kesimlere hitap eden farklı siyasi partiler ortaya çıkar.

İkincisi, partiler ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılan parti teşkilatları oluştururken kullandıkları geniş insan havuzu ile kendilerine yetki verildiğinde vaatlerini kimlerle yerine getireceklerine dair de bir nevi kadro tanıtımı yaparlar. Farklı siyasi partilerin teşekkülü sonucu, toplumda belli başlı düşünme biçimleri ve sorunlara çözüm önerileri gruplanmış ve örgütlenmiş olur. Böylece her grup, kendilerine yetki verildiğinde hangi sorunlara odaklanacaklarını, ne tür çözüm önerileri düşündüklerini ve bu çözüm önerilerini hangi kadrolar ile hayata geçireceklerini göstermiş olurlar. Her bir seçmen de, bulunduğu yerdeki parti temsilcilerine baktığında, onlarla diyaloğa geçtiğinde oyunu kime verirse daha uygun olacağı konusunda doğrudan ve somut bir iletişim kanalına kavuşmuş olur. Böylece siyasi partiler hem geniş kitleler arasından seçilmiş temsilcileri yoluyla süzülerek gelen sorun ve beklentileri tespit etme hem de iktidara geldiklerinde önerilerini kimlerle hayata geçireceklerini kitlelere iletme fırsatı bulurlar.

Bireyler için bu siyasi parti kimliği, vaatlerin gerçekçiliği ve yerine getirilmesinin münferit kişilerden ziyade kişilerden bağımsız görece istikrarlı bir tüzel kişiliğin olması nedeniyle önemli bir güvence oluşturur. Vaatler ve onları hayata geçirecek siyasi partiler, onları dile getiren tekil bireylerin değil, benzer düşünen birçok bireyin yer aldığı, kendi içinde karar mekanizmaları olan bireyler topluluğunun ortak projesi haline gelir. Böylece seçilen birey, sözünde durmaz ise veya vaatlerine zıt işler yaparsa onu da denetleyecek bir tüzel kişilik oluşturulmuş olur. Bu yolla sahada vaatleri dile getiren parti adayları çekilse, hastalansa ya da ölse bile o politikaların sahibi olan parti aynı politikaları sürdürecek yeni kişiler görevlendireceği için çözüm çabalarının sürdürülebilirliği sağlanır. Bu, aynı zamanda yönetici adaylarının can güvenliği açısından iyi bir emniyet supabı olarak görülebilir. Yönetime talip olan adaylar kadar, partiler de bu sürecin ana parçası olarak bir nevi psikolojik garantiler oluştururlar ve dolayısı ile kendi adaylarına yöneltilecek suikast, alıkoyma ve diğer eylemler (tehdit, şantaj) ile partinin önünün kesilmesi çok zor olur. Çünkü parti aynı ideallere sahip çok daha geniş bir insan havuzuna sahip olduğundan bireylerin teker teker ortadan kaldırılmaları hem mümkün olmaz hem de rasyonel değildir. Hâlbuki iktidarın soy yoluyla aktarılmasında hanedanın tüm üyeleri can korkusu yaşar. İktidarın tek bir bireyin elinde toplandığı totaliter yönetimlerde de aynı durum söz konusudur. O yüzden totaliter yönetimlerde lider çekildiğinde yeniden bir totaliter lider gücünü konsolide etmez ise (çok büyük bir ihtimaldir) toplum büyük bir ihtimalle kaosa sürüklenir.

Sonuç olarak siyasal parti, toplumdan yönetim için yetki talep ederken, geleneksel ya da kabile tarzı yönetimlerde olduğu gibi, birkaç kişinin kişisel yeteneklerini değil, oluşturulan bu kolektif süreçlerin sağladığı bir tüzel kişiliği topluma muhatap olarak sunar. Seçmene, vaat edilen işlerin yapılması konusunda üstün yetkilerle/yeteneklerle donatılmış bir bireyle değil, bir kurumsal yapı ile iletişime geçebileceğinin güvencesi verilir. Böylece toplum, hem sorunların tespitinde geniş tabanın görüşlerini alma hem de yönetici seçiminde geniş bir yetenekli insan havuzundan yararlanarak tercihlerini yapma konusunda tek tek bireylere göre daha güvenilir bir karar sürecine kavuşmuş olur. Siyasal parti oluşturarak seçime gitme mantığının arkasında bu tarz basit bir düşünce olduğu söylenebilir.

Bu, olayın seçim ve siyasal parti sistemi oluşturma yönünü ifade eder. Bir de bu ulusal süreçte bireylerin karar verme mekanizmalarının arka planına bakmak gerekir.

Halo Etkisi ile Davranan Rasyonel Cahil Seçmen

Başlıkta iki kavram geçiyor, önce onları açıklayalım. Halo etkisi, bir insanın sahip olduğu olumlu ya da olumsuz bir özelliğinin, onunla ilgili genel bir yargının oluşmasına ve diğer özelliklerinin bu çerçevede değerlendirilmesine yol açmasıdır. Rasyonel cahillik ise rasyonel bir bireyin bilginin edinilmesinde onu “elde etmenin maliyeti” ile ona “sahip olmanın sağlayacağı fayda”yı karşılaştırarak bilgi edinme maliyetinin ona sahip olmanın sağlayacağı faydayı aşması hâlinde, bilinçli olarak o bilgiden yoksun kalmayı tercih etmesi durumudur.

Denebilir ki, “siyasal partilerin adaylarının yarıştığı ortamlarda bireylerin karar süreçlerini büyük ölçüde rasyonel cahil tutumla halo etkisi şekillendirir. Seçmen rasyonel cahil tutum takınır, çünkü kullandığı oyun sistem içinde nihai kararın verilmesi ve yönetici kadronun belirlenmesinde etkisinin çok sınırlı olduğunun farkındadır. Yüzlerce, binlerce veya milyonlarca seçmenden birisidir. Nihai karar tek başına kendi tercihine bağlı değildir. Oy kullanması veya kullanmamasının etkisinin çok sınırlı olduğunun farkındadır.[1] Vatandaşlık bilinci ve sorumluluğu söylemlerinin gücü bu farkındalığı ortadan kaldırmaya yetmez. Dolayısı ile kullanacağı oyun belirleyiciliği düşük olduğu için kendisine çok zahmet yüklemeyecek bir karar verme metodunu tercih eder.

Her bir siyasi partinin vaatlerinin gerçekçiliği, o vaatleri yerine getirmek için gerekli kaynakların mevcut şartlar altında temin edilebilirliği ve bu işi yapacak potansiyel kadroların yeterliliğinin tespiti, ancak onlarca uzmanın üzerinde çalışıp karar verebilecekleri çok zor ve maliyetli bir iştir. Bütün vaatlerin ve adayların tek tek incelenmesi ve her birinin olabilirliğinin tespiti için gerekli teknik donanıma sahip olup olmama bir yana, altyapı müsait olsa bile bu için gerekli zaman ve emeği harcamayı maliyet olarak düşündüğümüzde etkisi çok sınırlı olacak bir oy için her bir seçmenin bu maliyetlere katlanmasını beklemek hiç de rasyonel değildir. Bu sebeple rasyonel seçmen, birçok detaylı bilgiyi edinmek ve onlar arasında karşılaştırma yapmak yerine sınırlı bilgi ile karar vermeyi yeğler. Bunun sonucunda da, çoğunlukla, görünürlüğü fazla olan parti liderleri veya adayların fiziksel özelliklerine odaklanır. Güzel konuşma bunların başında gelir. Ancak güzel konuşma, başarılı ekipler kurma, isabetli kararlar alma, sözünde harfiyen durmanın, kısaca yaptığı seçim vaatlerinin gerçekçiliğinin bir garantisi olamaz. Öyle olsaydı tüm seçimleri, kitleleri ekranlara kilitleyen, her türlü rolü başarı ile oynayan tiyatrocu veya oyuncuların kazanması gerekirdi. Oysa iyi giyim, güler yüz ve güzel sözlerle kitlelerle başarılı bir iletişim kurabilmek, büyük maliyetler gerektiren vaatlerin hangi maddi kaynaklarla hangi ekiplerle yerine getirileceği konusunda yeterli bir bilgi vermediği gibi bunların ilgilinin hakiki düşünceleri olduğuna dair bir güvence de içermez. Ancak seçmen, halo etkisi ile, düzgün konuşabilen, iyi iletişimi olan bir aday bile belirleyemeyen bir siyasi partinin diğer vaatlerinin de düzgün olamayacağı sonucuna varan çok basit bir muhakeme yürütür. Yani tersinden, seçmenin ‘bu aday konuşmayı beceremiyor ama sorun çözme kabiliyeti süper’ biçiminde düşünmesi için bir sebep yoktur. Bu şekilde öne çıkan aday portrelerine, reklam filmlerine bakarak oy verme kararını şekillendiren seçmenin bu davranışında fazla bir yanlışlık olduğu söylenemez. Tam da bu sebeple doğru düzgün bir reklam filmi çekemeyen bir partinin çok çok düzgün bir yönetim sergileyeceğini düşünmek için de bir sebep yoktur. Filmi çekemeyen icraatı nasıl yapacak!

Toparlayacak olursak, seçmenin parti programları ve diğer belgeleri dikkatlice inceleyip karar vermek yerine kolay değerlendirilebilecek, adayların kişisel özelliklerine odaklanması gayet rasyonel bir tutumdur. Bunu yaptığı için seçmen duyarsızlıkla suçlanamaz. Bu doğru olmakla birlikte belediye başkanı seçimlerinin “üstün” kişisel özelliklere sahip aday merkezli yürütülmesi, siyasal partilerin temel meşruiyet kaynağı olan toplum önüne kurumsal yapıları ile çıkmaları gerekliliği ile uyuşmamaktadır. Yönetme yetkisi verilirse nelerin, kiminle ve nasıl yapılacağını, üzerinde ince ince çalışılmış bir program ile belirlemesi, siyasi partilerin temel var olma gerekçedir. O sebeple mahalli seçimlerde tüm tartışmaların başkan adaylarının kişisel nitelikleri üzerinden yapılması, aslında siyasi partilerin toplumsal taban oluşturma konusundaki zafiyetlerinin bir sonucu olarak görülebilir. Ön tespit ve araştırmaları yeterince yapılarak parti programına girmemiş vaatler ile adayların temel kişilik özellikleri (dürüstlük, doğru sözlülük, toplum yararını düşünmek vb.) hatta isim veya soy isimleri ile kafiyeli sloganları öne çıkaran bir seçim kampanyasını, bir nevi kabileciliğe dönüş olarak niteleyebiliriz.

Bu bağlamda seçimlerde bir siyasal partinin ideallerini hayata geçirmeye aday uygun aktör olarak değil de, sahip olduğu “üstün” kişilik özelliklerini öne sürerek kitlelerin karşısına çıkan adayların modern bir yönetici değil, birer “kabile reisi” olmaya öykündüklerini söylemek çok yanlış olmaz. Ancak burada hassas bir denge söz konusudur. Seçmen, karar vermenin işlem maliyetlerini düşürmek için partiye mutlak sadakat gösterip adaylara hiç dikkat etmemeye (kim aday gösterilirse oy vermeye) veya partiyi göz ardı edip sadece adaylara odaklanmaya zorlanmamalıdır. Seçmen tercihlerinde sağladığı kurumsal güvence nedeniyle siyasal parti kimliği önemlidir, zira modern toplumun sorunlarını çözmek için “üstün” yetenekli liderlere değil, iyi çalışan kurumsal yapılara ve o yapıları çalıştıracak rasyonel ve sağduyulu yöneticilere ihtiyaç vardır. Öte yandan aday da önemlidir zira aday siyasi partinin kurumsal karar süreçlerinin ne kadar isabetli işlediğine dair güçlü bir gösterge niteliğindedir. Bu bağlamda seçmenin istikrar beklentisi ve kurumsal kapasiteye güveninin göstergesi olan parti sadakatinin istismarı anlamına gelen özensiz aday belirlemenin, sadece seçim kaybetme değil aynı zamanda demokrasinin sağlıklı işlemesi için esas birimin liderler değil kurumsallaşmış siyasal partiler olmasına dönük kültürün aşınmasına yol açacağını da unutmamak gerekir. Bunda ısrar edilirse, yerel düzeyde demokratik katılımın anlamsızlaşması sorunu ile de baş başa kalınabilir. Bu da seçime katılım oranını azaltır ve demokratik seçime güveni aşındırır ki bundan kaçınmak sağlıklı bir demokrasinin işlemesi için gereklidir.

[1] Aslında çok kişinin oyuyla seçilen adaylar da bu durumun gayet farkındadır. Oy toplarken herkesin oyunun önemli olduğunu vurgular ancak seçildikten sonra tutum değiştirirler. Her alanda kitlesel seçimle kazanan adaylar, her bir seçmenin tek tek ele alındığında, kendisinin seçimindeki rolünün ve etkisinin göz ardı edilecek ve dikkate dahi alınmayacak kadar az olduğunu bildikleri için onlara minnet duygusu değil, patronluk tavrı geliştirirler. Ünal Gündoğan bu duruma rasyonel patron etkisi diyebileceğimizi söyler.

 Ömer Akpınar –

Bir şarkı iki millet! Biz, bir millet iki devlet deriz oysa. Hem coğrafi hem de kültürel, Azerbaycan ve Türkiye’den birbirine daha yakın iki Slav halk olan Ukraynalılar ve Ruslar, Türkler gibi tek kaderin ortak paydaşları olarak görmediler kendilerini. Gerçekten de öyle değiller. Japonya’ya sınır Kamçatka’daki Rus, Polonya’ya sınır Liviv’deki Ukraynalıyla aynı kadere inanmadı. Ama iki halk da aynı şarkıya, aynı Slav güzeli Katyuşa’ya inandı. Çünkü asker vatanını korurken Katyuşa ise aşkını içinde sakladı (Пустьонземлюбережетродную, А любовьКатюшасбережет).[1]

24 Şubat 2022 tarihinde Rusya tüm Ukrayna’yı işgale kalkıştı. “Katyuşa sadece Rus askerinin aşkını içinde taşır” diyen Vladimir Putin, Rus ordusuna doğrudan Ukrayna’nın başkenti Kiev’e saldırma emri verdi. Böylece dünya, nihai hedefi hâlâ meçhul olan Rus işgal girişimine şahit oldu. Ukraynalı Katyuşa da asker yolu beklerim dedi ve Ukrayna direndi. Savaşın başlamasının üzerinden tam iki yıl geçti. Üçüncü yılına giren savaşın öngörülebilir bir zamanda bitmesi mümkün gözükmemektedir. Savaşla geçen iki yılın bir analize ihtiyacı olduğu muhakkaktır. Bu sebeple, bu yazıyla, Rusya-Ukrayna savaşı, savaşın mevcut gidişatı temel alınarak incelenmiştir.

Savaşta Mevcut Durum

Savaş Rusya’nın lehine ama dengede gitmektedir. Rus ordusunun, tüm istatistiklerde dünyanın ikinci büyük ordusu olarak gösterilmesine rağmen, Ukrayna karşısında önemli bir başarı elde ettiği söylenemez. Kesin rakamlar belli olmamakla birlikte Rusya’nın 300.000 ve Ukrayna’nın 300.000 olmak üzere toplam 600.000 civarı askerinin savaş dışı (ölü veya yaralı) olduğu tahmin edilmektedir. Oryx[2] sitesinin fotoğraflarla ispatlı verilerine göre, Rus ordusuna ait 14.516 araç imha edilmiş veya ele geçirilmiştir. Bunların 2.754’ü tanktır. Buna karşılık Ukrayna’nın kara savaş aracı kaybı 748’i tank olmak üzere 5.213’tür.Yine aynı sitenin verilerine göre Rusya 539, Ukrayna ise 325 uçak ve helikopter kaybetti. Rusya’nın en ciddi kaybıysa denizde oldu. Rusya’nın Karadeniz donanması 16 savaş gemisini kaybetti. Bunlara bayrak gemisi (kruvazör) Moskva, 1 adet denizaltı ve 2015 yılında yaşadığımız uçak krizinden sonra İstanbul Boğazından geçerken bir askerin üstünde füzeyle şov yaptığı CeaserKunikov çıkarma gemisi de dahildir. Diğer yandan Ukrayna’nın kaybı 27 gemidir. Bu gemilerin 17’sine doğrudan el konulmuştur. Tekrar etmek gerekirse yukarıdaki sayıların tamamı fotoğraflarla ispatlıdır. Yani gerçek sayılar çok daha fazladır.

Rusya bir referandumla Ukrayna’nın dört bölgesini (Herson, Zaporijya, Donetsk ve Luhansk) topraklarına kattığını duyurmuştu. Şu haliyle Rusya, bu dört bölgede, yüzde yüz kontrole sahip değildir. Buna karşılık Ukrayna’nın geçen yıl planladığı taarruz harekâtı da başarılı olamadı. Azak Denizine ulaşamayan Ukrayna, son günlerde Avdivka gibi 2014 yılından beri istihkam ettiği kasabaları kaybetmeye başladı. Ukrayna bu tür kayıpları taktiksel çekilme olarak sunarken Moskova büyük zafer anlatısına dönüştürüyor. Esasındaysa bu al ver durumu ne taktiksel ne de zaferdir. Yenişemeyen iki ordunun birbirini yıpratma çabasıdır. Ancak stratejik öneme sahip bölgeler savaşın gidişatını değiştirme potansiyeline sahiptir. Mesela Bahmut, Soledar, Liman, İzyum ve son olarak Avdivka önemli stratejik bölgelerdir. Bazen demir yollarının, bazen kara yollarının, zaman zaman da coğrafi şekil olarak ovaya açılan yükseltilerin veya nehir kenarlarının yerleri olan bu stratejik bölgeler son zamanlarda Rusya lehine el değiştirmektedir.

Savaşta Ukrayna’nın Sorunları

Savaşın başladığı ilk günde Volodimir Zelenski’nin kurmaylarıyla birlikte cep telefonu kullanarak çektiği 30 saniyelik “biz buradayız” videosu[3] Ukrayna’nın teslim olmayacağını gösterdi ve tüm ülke tam kapasite savunmaya geçti. Bugüne geldiğimizde Ukrayna’da büyük değişiklikler oldu. Rusya çekilmek zorunda kaldı. Ukrayna bu cesaretle Kırım dâhil tüm ülkeyi işgalden kurtarmaya girişti. Ancak başarılı olamadı. Ukrayna’nın taarruzda tamamen başarılı olamamasını şu sebeplerle açıklayabiliriz.

İlk olarak Batı askerî desteği Ukrayna’nın ihtiyaç duyduğu ölçüde gelmedi. Ukrayna Savunma Bakanı Rüstem Umerov (Kırım Tatarı) Ukrayna’ya vaat edilen silahın zamanında ve söz verilen miktarda gelmediğini söyledi. Hatta bazı kaynaklar söz verilen silahların yarısının dahi Ukrayna’ya ulaşmadığını belirtiyor. Örneğin 300 km menzilli HIMARS roket sistemleri savaşın ortalarında gidişatı değiştirmişti. Özellikle parça tesirli mermileri Rus güçlerine büyük kayıplar verdirmiş ve Rusya’nın derinliklerde savunma yapmasına sebep olmuştu. Aynı şekilde yeterince tank desteğinin olmaması, Ukrayna’nın ısrarla talep ettiği F-16’ların verilmemesi gibi sebepler Ukrayna’nın savaşta zafiyet göstermesine sebep olmuştur. Bugün normal piyade mermisinin ikmalinde dahi sıkıntı yaşandığı söylenmektedir. Hatta kimi kaynaklar top atışlarında bire on Rusya’nın üstünlüğü olduğunu söylemektedir. Askerlik yapan herkes bilir ki cephede tek üstünlük ateş üstünlüğüdür. Bugün bu üstünlük tartışmasız Rusya’nın elindedir.

İkinci olarak coğrafi ve ekonomik nedenler Ukrayna’nın başarısında olumsuz etkendir. Ülke doğal savunma için dağ, deniz ve derin platolara sahip değildir. Ayrıca ülke batıdan doğuya doğru uzanmaktadır. Desti Kıpçak olarak bilinen bu coğrafya ne kadar verimliyse o kadar korumasızdır. Ayrıca önemli sanayi merkezleri savaş bölgesindedir. Ülkenin önemli üretim merkezlerinin ve limanlarının uzun süre işgal altında kalması Ukrayna’nın hem ekonomisine hem de askerî lojistiğine büyük darbe vurdu. Yaklaşık 1.200 km’lik cephe hattının ikmali Ukrayna için mümkün olmadı. Çünkü savaş doğuya kaydıkça arazi yükselmekte, Dinyeper nehri dâhil bazı doğal engeller ortaya çıkmakta, arazi sulak hale geldiğinden ağır askeri araçların hareket kabiliyeti azalmaktadır. Savaşın sürdüğü bölge Ukrayna’nın merkezine ve Batısına çok uzaktır. Oysa Rusya bu bölgeye yakın olduğu için daha kısa sürede lojistik sağlamaktadır. Savaşın ilk zamanlarında ihracatı tamamen duran Ukrayna doğudaki tahıl depolarını da Rusya’ya kaptırmış ve en önemli ihracat kalemi olan tahıl ihracatı büyük kayba neden olmuştur. Ülkenin gayri safi milli hasılası IMF verilerine göre 200 milyar dolardan 160 milyar dolara düşmüştür.

Üçüncü olarak insan faktörü Ukrayna’da önemli bir sorundur. Ukrayna SSCB’den 1991 yılında ayrıldığında nüfusu 53 milyondu. 602.000 km2’lik bir Avrupa ülkesi için dengede bir durum söz konusuydu. Ancak bu sayı 35 milyona kadar düştü. Savaş öncesi Ukrayna tekrardan toparlanma sürecine girmiş, yurt dışına giden insanlar geri gelmeye başlamış ve nüfus 42 milyona yaklaşmıştı. Ancak savaşla tekrar ülkeden kaçış başladı. Özellikle savaş bölgesindeki nüfusun kaybı ve diğer nüfus hareketleriyle ülke nüfusu 29 milyona kadar geriledi. Nüfustaki bu değişiklik sadece kadın, çocuk ve yaşlıların ülkeyi terk etmesiyle değil savaşma gücü olan erkeklerin de kaçması sonucu oluştu. Savaşma gücü ve yaşı olan erkeklerin ülkeden çıkışı normalde yasak. Ancak yolsuzluklar savaş sürecinde de devam etti.

Dördüncü olarak ülkedeki yolsuzluk düzeni sona erdirilemedi. Özellikle para karşılığı askerliğe uygun olunmadığına dair raporlar bazı olağanüstü tedbirlerin alınmasına sebep oldu. Hatta bazı üst düzey siyasi ve bürokratların cephedeki askerlerin gıda ihtiyacını karşılamada yolsuzluk yaptığının tespiti Savunma Bakanı Oleksii Reznikov’ukoltuğundan etti. Yerine 1982 Özbekistan doğumlu Müslüman Kırım Tatarı RustemUmerov atandı. Ayrıca Ukrayna Parlâmentosu (VerkovnaRada) savaş yolsuzluğunun vatana ihanet olduğuna dair kanun çıkardı. Ancak Ukrayna ordusundan henüz bir Halit Paşa çıkmış değil.[4]

Son olarak askerî durum Ukrayna’da büyük sorun oluşturmaktadır. İki yıldır cephede savaşan asker yıprandı. Orduda bir bıkkınlık söz konusu. En azından, bir süre, savaşa ara vermek isteyen askerlerin yerine yeni birlikler sevk edilememektedir. Askere alım ve eğitim sorunu Ukrayna tarafından henüz çözülmüş değil. Bu sorunu çözmek için bazı yasalar devreye konulmaktadır. Yurt dışından ülkeye dönecek olanlara soruşturmaların yapılmaması, çifte vatandaşlık önündeki engelin kaldırılması gibi birkaç yasal adım atıldı. Bir ara kadınların da orduya zorunlu alınacağı söylentisi çıktı ancak hükûmet bu söylentiyi reddetti.

Bir noktayı daha burada belirtmek gerekir: O da Ukrayna Genel Kurmay Başkanı Valeri Zalujni’nin görevden alınmasıdır. Barış zamanında bile kriz çıkaracak bir olayı Zelenski yumuşak bir şekilde atlattı. Sebebin savaştaki yaklaşım farkı olduğu söyleniyor. Times’a kapak olan ve “Demir General” olarak bilinen Zalujni 1973 doğumlu genç bir general. Kiev savunmasının ve karşı taarruzun mimarı. Milliyetçi çevrelerin hayran olduğu bir isim. İddia edildiğine göre, özellikle Bahmut savunmasında çekilme taraftarıydı. Hâlbuki Zelenski savunmada ısrar etti. Ayrıca Zalujni Zelenski’nin iktidarını gölgeliyordu deniliyor. Geleceğin cumhurbaşkanı gözüyle bakılıyordu. Zelenski’nin görevden alarak onu tasfiye ettiği söyleniyor. Zalujni yerine Kara Kuvvetleri Komutanı Oleksander Siyrski atandı. Siyrski’yi şahsen 2019’dan beri takip ederim. İlginç bir kişilik. Spor hastası. Çalıştığı her karargâha spor salonu yaptırır ve body yapar. 2019’da Zelenski’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden çok hoşnut değildi. Çünkü Zelenski Donbas sorunu için çözüm taraftarıydı ve Minsk sürecinin işlemesini, Rusya ile anlaşmak gerektiğini savunuyordu. Siyrski o dönemde Donbas bölgesindeki kuvvetlerin komutanıydı. Sakin kişiliğine rağmen aşırı milliyetçi bir insan olan General, Rusya’yla olası bir ateşkese uymayacağını ve savaşa devam edeceğini ilan etmişti.

Savaşta Ukrayna’nın Başarısı

Ukrayna, yüz yıl sürecek millet olma sürecini bu savaşla birkaç yılda gerçekleştiriyor. Parlâmentoda parmak saymayla kurulmuş ülkelerin, maalesef, sonraki nesle büyük acıları miras bıraktığı tarihi bir gerçektir. Ukrayna eski Sovyet ülkeleri içinde, Azerbaycan’dan sonra –Karabağ savaşları sebebiyle- millet ve devlet yaratma fırsatını yakalamış ülkedir. Bu sebeple, bu savaş nasıl biterse bitsin tarih sahnesine çıkmış bir Ukrayna milleti ve Ukrayna devleti vardır. Bu millet ve devlet modern kodların hâkim olduğu tarih boyunca varlığını sürdürecektir. Bugün ülkenin yaklaşık %18’i işgal altında olsa da bu durum değişmez. Hatta değil 602.000 km2’lik ülke, 10 km2 dahi kalsa artık bir Ukrayna devleti ve Ukrayna milleti vardır.

Savaş sürecinde görünen şu ki Ukrayna çok akıllıca savaşmaktadır. Savaşta kullandığı teknikler harp tarihinde önemli bir yere sahip olacaktır. Yeni savaş tekniklerinde şüphesiz Türk kurmay zekâsının etkisini inkâr etmemek lazım. Hatta Karabağ savaşını iyi okuyan Ukrayna, Türkiye’den Bayraktar TB2 gibi araçların kullanımıyla yeni bir savaş konsepti sunmaktadır. Örnek vermek gerekirse Bayraktar TB2’yle havadaki helikopteri vurmaları konvansiyonel savaş teknik ve araçlarının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini bize bildirmektedir. Birkaç milyon dolarlık iki füzeyle 1 miyar dolarlık Moskova gemisini batırmak apayrı bir zekâdır.

Ukrayna savaş sürecinde siyasetini, ekonomisini ve devlet yapısını Batı tarzı devlet yapısına hızla dönüştürmektedir. AB, NATO vd. kurumları modelleyen Ukrayna eski Sovyet’ten kalma işlevsiz kurum ve organizasyonlarından hızla kurtulmaktadır. Bu süreçte eski oligarklar ayak bağı olamamaktadır. Çünkü savaş sürecinde alınan siyasi kararların önceliği memleket olmaktadır. Böylece ülkenin en kötü durumunda dahi işleyecek kurumlar inşa edilmektedir.

Ukrayna’nın bir diğer kazancı da savaş sürecinde demokrasisini geliştirmesidir. Zelenski savaş gerekçesiyle meclisi (Rada) kapatmadı. Hatta meclis tüm süreçlerde çok aktifti. Muhalefet dâhil meclisin tüm bileşenleri varlık-yokluk mücadelesine girdi. Bu esnada yürütmeye sert eleştiriler de yapıldı. Özellikle yolsuzluklar konusunda ortaya konulan siyaset bazı bakanların ve üst düzey bürokratların işlerinden olmasına sebep oldu. Böylece Ukrayna siyasi iklim olarak Rusya’dan tamamen koptu. Kendi içinde daha demokratik ve esnek, daha çok kamu yararını gözeten, sorunları memleket meselesi boyutuna taşıyabilen siyaset yapma becerisine kavuştu.

Sonuç Yerine

Üçüncü yılında bu savaşı analiz ederken iki cepheyi daha incelemek gerekir. Bunlardan birincisi Rusya diğeri ise Türkiye’dir. Wagner lideri Yevgeni Prigojin ve Rus muhalif lider Aleksey Navalni’nin öldürülmesini yaşayan, diğer yandan iki drona karşı çaresiz kalıp denizaltısını bile koruyamayan Rusya, bütün bunlar olurken Karadeniz’de mutlak egemenliğini ilan eden Türkiye!

Ukrayna kelime anlamı olarak kray’dan(край), yani sınırdan gelmektedir. “U” Rusçada civar anlamındadır. Yani Ukrayna “sınır civarı” demektir. Ukraynacada ise kray ülke demektir. İki tanımdan biz Ukrayna ismini “serhat” olarak çevirebiliriz. Serhatte çarpışan iki ordu tarihte ilk kez iki farklı Katyuşa’nın şarkısını dinlemektedir. Çünkü Katyuşa’nın söylediği şarkı uzak sınırdaki askere selam söyler. Tolstoy her evin hüznünü mutluluklarıyla birlikte dört duvara hapsetmişti. Biz de şarkıyı savaş bitene kadar susturalım ve Tolstoy gibi lirizmi mahreme gömerek şöyle söyleyelim: Her milletin Katyuşası kendine!

[1]https://www.youtube.com/watch?v=7J__ZdvsZaE

[2]https://www.oryxspioenkop.com/

[3]https://www.youtube.com/watch?v=u0-Yeqh4PFY

[4] Erzurum Narmanlı biri olarak Halit Paşa hikayeleriyle büyüdüm. Halit Paşa bizim coğrafyada evliya gibi anılır ve bir efsanedir. Efsaneye göre Halit Paşa’nın iki tabancası vardır. Biri düşman için diğeri de savaştan kaçan bizim asker içindir. Denir ki, savaştan kaçan askerleri vurduğu silahın adı “namussuz”dur.