Ömer Demir –

Elde Olanı Sonraya Aktarmada Yardımın İşlevi

İnsanoğlu bugüne kadar elindeki kullanım fazlası olan şeyleri başka zaman veya mekânlarda kullanabilmek için birçok mekanizma keşfetmiş veya geliştirmiştir. “Kullanım fazlası” her zaman var olanın çok bol olması anlamına gelmez. Kıt olan şeyler de zamana veya mekâna bağlı olarak kullanım fazlası olabilir. Az olan bir şeyi, kullanım ihtiyacı olabilecek başka dönemlerde kullanmak üzere zamanlar arasında dengeli dağıtma arzusu, istikrarlı ve güvenli bir insan hayatı için de en temel planlamalardan biridir ve bunu sağlamaya dönük bireysel yöntemler yanında birçok kurumsal yapı ortaya çıkmıştır. Zira üretilen veya elde edilen değerli bir şeyi hemen kullanıp tüketmek yerine olası ömür süresi içinde dengeli biçimde kullanmak üzere uygun olacak şekilde dağıtmak insanın hayat istikrarı bakımından keşfettiği en temel formüllerden biridir. Bu sebeple genelde eldekilerin bir kısmı tüketilir, bir kısmı da gelecek için saklanır. Bu şekilde geleceği güvence altına alma arzusu hem biyolojik hem de sosyal süreçlerde en güçlü motivasyonlardan biridir.

Bir tüketim malını, şu an yerine başka bir zamanda kullanabilme imkânı oluşturmanın iki temel yolu vardır. Akla gelen ilk yöntem gelecekte tüketmek üzere saklamaktır. Gıda maddeleri özelinde stoklamanın güvenli bir yerde paketleyerek muhafaza etme yanında ilave işlemler gerektiren kurutma, tuzlama, konserveleme, soğuk ortamlarda dondurarak saklama gibi birçok yöntemi keşfedilmiştir. İlk insandan beri stoklama (saklama, gizleme) bir yol olarak hep akla gelmiştir ama bugün elde olanı geleceğe aktarma konusunda stoklama hem bu konudaki araçların işlevselliği hem de saklama maliyetleri bakımından her zaman en iyi seçenek değildir. Bunun sebebi, sadece bugün kullanışlı ve değerli olanın, eskime, aşınma veya bozulmadan güvenli biçimde kullanım ihtiyacı olacak zamana kadar muhafaza edilmesi için gerekli işlemlerin maliyetli olması değildir. Böyle bir sorun vardır ama bundan daha büyük bir sorun daha vardır: Özellikle hizmetler, doğası gereği stoklanamazlar. Hizmet üretimi ile meşgul kişiler için bugünkü hizmetlerin bir kısmını geleceğe aktarma, önce mübadele yoluyla bir mala çevirme sonra da o malı stoklama gibi iki aşamalı bir işlem dizisi gerektirmektedir. Örneğin avladığınız balıkları kurutabilir, tuzlayıp veya dondurup saklayabilirsiniz ama hastalık teşhis ve tedavi becerinizi ilerde mübadelede kullanmak üzere depolayamazsınız. Burada birazdan değineceğimiz başka mekanizmalara ihtiyacınız var.

Bugün elde olanı geleceğe aktarabilmenin ilk yolu saklama dedik. Saklama yolu ile geleceğe değer aktarma hem saklama maliyetleri nedeni ile pahalıdır hem de fiilen ihtiyaç duyulacak kullanım zamanının uzunluğu nedeniyle büyük belirsizlikler, dolayısıyla organizasyon güçlükleri içerir.

Eldekini geleceğe aktarmanın ikinci yolu, onu bugün ihtiyacı olan birilerine verip ihtiyaç olacak zamanda daha az, aynı miktarda veya daha fazla olacak biçimde geri almaktır. Eğer elinizdeki kullanım fazlasını başkasına verip ilerde güvenli biçimde ondan geri alma imkânı varsa, bu söz konusu malları uygun koşullarda stoklamaya göre daha çok tercih edilecek bir tüketimi geleceğe aktarma yolu olabilir. Burada paraya çevirmenin de bir üçüncü yol olduğu düşünülebilir ama aslında para (altın, döviz, hisse senedi vb.) sadece kullanmak üzere başkalarına verip ileride geri almanın yöntemlerinden biridir. İlkinde (malı birine ödünç verme) eldeki malın somut bir muhataba verilip ileride ondan geri alınması beklenirken ikincisinde (paraya çevirme) ortak değer ölçüleri olan (aynı para birimini kullanan ve aynı soyut varlıklara benzer değer atfeden) bir insan topluluğuna olan güven sayesinde eldeki malın topluluğa emaneti söz konusudur. Çünkü bugün paraya çevrilen bir mal, aslında başkaları tarafından bugün kullanılmakta, parayı elinde bulunduran kişiye, ihtiyaç duyduğunda ihtiyacı olan malları üreten birilerinden temin edilebileceğinin güvencesi verilmektedir. Bu garantinin kesinliği, sıfır enflasyon ortamında ve kaydi paraların ortadan kalkmayacağını temin eden bir siyasal ve ekonomik sistemin olmasına ve daha da önemlisi gelecekteki ihtiyaçları karşılayacak bir üretim kapasitesinin ayakta tutulabilmesine bağlıdır. Yani para değerini koruyacak ve istendiği an ekonomide o paranın alabileceği mal ve hizmetin üretimi garanti edilmiş olacak. Aslında bu ikisi (paranın değerini koruması ve gerekli malın üretilmiş olması) aynı durumun iki farklı ifadesidir. Zira elde talebi karşılayacak mal yoksa para değerini koruyamaz.

Sonuç olarak, bugün var olan kullanım fazlasını geleceğe aktarmada doğrudan kendi kullanımı için stoklama veya bugün başkalarına verip gelecekte onlardan geri alma olmak üzere iki temel yöntemin varlığından bahsedebiliriz. Onlardan geri alırken aynısı mı, daha azı mı yoksa fazlası mı alınır meselesi, ayrıntıda önemli olmakla birlikte işin doğasının bir karşılıklılık ilişkisi olduğunu değiştirmez. Bugün verilen bir birim malın karşılığı etkili bir üretim sürecinde kullanılırsa gelecekte iki birim olabilir yahut tersinden saklama maliyetleri yüksekse bugün verilen iki birim gelecekte bir birim olarak geri alınabilir. Örneğin iki kilo peyniri, bir kilosunu geri almak üzere soğuk hava deposunda bir yıl bekletmek üzere depo sahibine verirseniz, bu makul bir geleceğe aktarma maliyeti olabilir. Yahut elinizdeki fazla fındığı, fındık bahçesi oluşturması için birine verip üç yıl sonra size iki çuval olarak geri verilmesi de makul bir geleceğe aktarma yolu olabilir. İlkinde kendiniz saklarsanız saklama maliyetleri soğuk hava deposununkinden daha fazla olabilir. İkincisinde bir çuval fındığı depoda beklettiğinizde hem depo maliyeti hem de yağlanma nedeniyle oluşacak kayıp söz konusu iken onu bahçe yapabilecek birine verdiğinizde üretim kapasitesi artışından hem ödünç alan bahçe sahibi olarak kazançlı çıkar hem de üç yıl sonra bir çuval fındık yerine iki çuval fındığınız olur. Bugün verilenin gelecekteki karşılığının ne olacağı, saklama maliyetlerine, beklenen ömre, gelecekteki üretme kapasitesine ve üretim süreçlerin verimlilik katsayısına bağlı olarak değişebilir.

Hem stoklama hem de birilerine verip gelecekte onlardan geri alma bazı risk ve maliyetler içerir. Bugün bir çuval fındığı başkasına verip üç yıl sonra iki çuval olarak geri almak, geri gelmeme ihtimali bakımından riskli, ama bozulmayacak ortam oluşturma ve çalınmaya karşı koruma bakımından ise daha az maliyetlidir. İkinci yolun (şimdi başkasına verip sonra ondan geri alma) düşük maliyetli olması, bireyler arasında kurulan bağların gücüne bağlıdır. Bireyler arasındaki güçlü bağlar, sevgi ve saygı yanı sıra hak ve sorumlulukları düzenleyen ve onlara güçlü yaptırım gücü desteği ile hukuki koruma sağlayan kurumların varlığına olan güveni de kapsar.

Sonuçta bugün fazla olanı geleceğe aktarma yolları içinde, birileri üzerinden aktarma, en eski keşiflerden biridir. Bu birileri, önce aile fertleri ve yakın akrabalar olmuştur. İnsanlar biyolojik yakınlarına her zaman daha çok güvenmişlerdir ve hâlen bu durum birçok yerde geçerliliğini korumaktadır. Genelde miras çocuklara bırakılır ve ilerde büyüklerine onların bakması beklenir. Çalışamaz duruma geldiklerinde insanlar bakma yükümlülüğü yerine getirmede, yakın akrabalardan sonra yüz yüze ilişki kurulacak komşulardan başlayarak ilişki içinde bulunulan diğer insanların sorumluluk alması beklenmektedir.

Bugün ihtiyacı olana verip gelecekte ondan geri almanın insanlar arasında bir yardımlaşma biçimi olduğu açıktır. Bugün ihtiyacınız olmayanı ihtiyacınız olan zamana kadar sizin için birisinin saklaması (yahut şimdi tüketip o zaman size geri vermesi) hayatınızın devamına temel bir katkı olarak önemli bir yardım türüdür. İhtiyacınız olduğunda sizin tüketiminizi de karşılayacak birilerinin olmadığı bir durumu düşünürseniz bunun ne kadar büyük bir yardım olduğunu anlamak daha kolay olur. Örneğin tüm emeklilik haklarının geçersiz sayıldığı, herkesin bankalarda parasının olduğu fakat tüketim için ihtiyaç duyulan mal ve hizmetleri, kendi ihtiyaç fazlası olarak üretecek hiçbir ferdin olmadığı yahut üretimin azlığı nedeni ile sadece o an üretim sürecinde bulunanlara pay verilecek bir üretim yapılabildiği durumları tahayyül edelim. Her bir durumda da aslında refahın istikrarının insanlar arasındaki birbirine yardım sözleşmesine bağlı olduğu açıkça görülür. Tapular, hisse senetleri, banknotlar hatta altın ve dövizler, kendi başlarına refah artışına katkıda bulunamazlar. Tüm bu mal dışı kaydi değerler, karşılığında mal ve hizmet temin edilebildiği zaman işe yararlar. Bu temin edilebilirliği belirleyen de o an üretim yapanların gerçekleştirdiği üretim miktarıdır. Bu miktar yeterli ise kaydi değerler, hatta sözler işe yarar, değilse yaramaz. Üretenler öncelikle kendi ihtiyaçlarını karşılarlar.

Kısaca insanlar ürettiklerini aralarında bölüşür; özellikle de yarın (aynısını, azını veya çoğunu) almak üzere bugün birilerine verirken güvene dayalı bir yardımlaşma gerçekleştirirler. Bugün birinde mevcut olanı alıp ihtiyacı olduğu zaman ona veren, aslında hayatını devam ettirmede o kişiye yardımcı oluyor demektir. Bu yardım ilişkisinin aldığı farklı formlar, işin özünde bir yardım olduğunu görmeyi engellememelidir.

Verileni daha sonra geri alma konusunda güven çok önemlidir. Bu sebeple güven, başkaları ile şimdi birlikte yapmada olduğundan daha çok gelecekte karşılığının verileceği ilişkiler oluşturmada hayati önem taşır. Bu sebeple hem kuşak içi hem de kuşaklararası bu değiş tokuş sözleşmelerine uymayı sağlayacak değer yargıları ve somut kurallar birlikte yaşamın en temel yapı taşlarıdır. Dolayısı ile güven olmadan bölümü olmaz, borçlanma olmaz, dolayısıyla yardım da olmaz.

Haftaya Devamı: İş ve İmkânları Dengeli Dağıtmada Yardımın Rolü

Ömer Demir –

Değer yargıları içinde yardımseverlik en önemli sırayı alır. Dört yazıdan oluşan bu yazı dizisi, geçmişe göre yardımseverliğin azaldığı gözlemine dayalı değerlendirmeleri daha soğukkanlı bir zemine taşımayı amaçlamaktadır. Meramını kısa cümlelerle anlatamayanlar, konuyu iyi anlatma gerekçesine sığınarak uzun metinler yazarlar. Belki bir gün bu konuyu da yazı konusu yaparız ama şimdilik bu uzun yazı dizisi için okurlardan anlayış talebimizi sürdürüyoruz. Toplu topu 5.870 kelime, zaten 70’ı gitti! Geriye kaldı sadece 5.800.

Hafıza Sınırlı, Yanlı ve Seçicidir

Günümüzde elli yaşının üstündekilerin hayat tecrübeleri, birbirinden çok farklı, zaman zaman da taban tabana zıt en az iki dünyayı bir arada görmeye imkân verdiği için büyük çelişkilerle doludur. En kaba şekliyle yokluk ve varlık çoğunlukla birbirini takip eder, şimdi varlık içinde olanlar, çoğunlukla önceden görece yokluk çektiklerini anlatırlar. Bu sebeple heyecanla anlattıkları hayat hikâyelerinde, bu yokluk dönemine ait anılar daha fazla yer tutar.[1]

Bu yokluk dönemlerini istekle anlatmanın arkasında, bugünlere gelmek için harcanan emek, gösterilen çaba, gayret ve fedakârlığın yeni neslin nezdinde ıskalanma kaygısının ve buna bağlı olarak da bütün bunları hayatında bir araya getirmenin gerektirdiği takdirin gösterilmeme korkusunun yattığı söylenebilir. Kısaca bu anılarla “biz bu günlere öyle kolay gelmedik” mesajı verilmek istenir. Bu mesajlarda, yeni kuşaklara, içinde bulundukları rahat ortamın oluşması sürecinde çekilen zorlukların farkında olunması gerektiğini (ne işe yarayacaksa!) hissettirme arzusu baskındır.

Yine bu kesimden, tam tersine, önce var olduğu halde şimdi olmayan “ah nerede o eski günler” kapsamında bazı yakınmalar da duyulur sık sık. Bunlar arasında “Eskiden insanlık vardı, komşuya, akrabaya, yolda kalana, düşmüşe el uzatılır, menfaat beklentisi olmadan hal ve hatır sorulurdu. Mahallenin çocukları sadece kendi aile büyüklerine değil, tüm büyüklere hürmetkâr davranır, saygıda kusur etmezlerdi” şeklindeki yakınma, öne çıkan yakınmalardan en çok paylaşılanıdır denebilir.

Zihin araştırmaları kapsamında şunu artık çok iyi biliyoruz ki insanlar geçmişi, bugünü ve geleceği şimdiki konumları, eğilimleri ve beklentileri muvacehesinde kısmen “yanlı” tasavvur ederler. Bu yanlılığa büyük ölçüde hafıza da çanak tutar. Zira araştırmalar hafızanın tüm olup bitenleri kaydetme anlamında sınırlı, o sebeple de seçici ama daha çok insan varlığının devamını sağlamaya katkı sağlamaya dönük değer yükleme anlamında da yanlı olduğunu söylüyor. Yani olan her şey hatırlanmaz, bazıları olduğundan farklı kaydedilir, bunlar içinden seçilip hatırlananlara daha yüksek değer atfedilir. Tam da bu sebeple olup biteni “doğru” anlayabilmek için başta istatistik teknikleri, şimdilerde büyük veri ve yapay zekâ uygulamaları olmak üzere, bu eksiklik ve yanlılığı bertaraf etme amacıyla birçok bilimsel yöntem geliştirilmiştir.

Bu yazıda konumuz bunlar değil. Konumuz, eskiden insanların daha yardımsever olduğu düşüncesinin izini sürmek. Neredeyse dünyanın her yerinde art arda gelen kuşakların böylesine değer yüklü alanlarda zıt yönlere savrulması için yeterli gerekçeler olmadığı varsayımına dayalı olarak bu kuşağın iyilikseverlik konusunda yanlı olabileceğini söyleyerek yukarıdaki yakınmaların sebebini tam olarak anlamış olamayız. Bir nesil aynı konuda toptan yanılmayacağına göre (bunu garantileyen bir şey olmasa da) geçmiş ile bugün arasında bu konuda bir farklılığın olduğu ve bunun geçmiş lehine bir özlem yarattığı aşikâr duruyor. Bu durumu, dünyada daha az yaşayacak günü olanların geçmiş yaşantılarını idealize etmesinin doğal bir sonucu olarak görenler de olabilir. Bu, çok da yabana atılası bir yorum olmamakla beraber buna sığınarak da işin içinden kolay kolay çıkamayız. Geçmişe özlem, iyi insanların beyaz atlarına binerek gittiği, kötülerin sürekli çoğaldığı ve artık dünyanın bozulmaya (bu bozulma eskiden ahlak eksenli idi şimdi ise daha çok ekolojik düzen merkezli) doğru gittiğine dair yaygın kabul gören karamsar yaklaşımın cazibesi üzerine başka bir yazı yazmıştık.[2] Şimdi, sadece karamsarlığa övgü güdüsü ile açıklanamayacağını düşündüğümüz, geçmişte insanların daha yardımsever olduğu düşüncesinin niçin kök saldığının izini süreceğiz.

Öncekilerin Daha Yardımsever Olduğunu Bilmek İçin Kişisel Tecrübe Yeterli mi?

Öncelikle belirtmek gerekir ki, geçmişteki insanların şimdikilerden daha yardımsever olup olmadığı konusu üzerinde bir hüküm verilecekse, bunun tahmin veya kişisel gözlem yahut hislere değil, nesnel bir veriye dayalı olarak verilmesi gerekir. Neden veri gerekir konusunda, detayına girmeden en azından iki ana gerekçe söylemeliyiz. Birincisi, yukarıda ifade edildiği üzere hafıza insan hayatının devamını sağlamaya katkısı olacak olanları daha çok hatırlamaya eğilimlidir, yani yanlıdır. İkincisi, geçmişte hayatın olağan akışında hava gibi ancak olmadığında fark edilecek birçok gizli kurumsal yapıların[3] etkisiyle oluşan durumlar, insanda sebep sonuç ilişkileri oluşturacak biçimde bir bilinç üstü bilgi haline gelmeyebilir. Kan bağı, arkadaşlık, kan kardeşlik, komşuluk, vatandaşlık, kirvelik, töre, namus veya adam olmak biçiminde somutlaşan kurumsal yapılar, tıpkı örtük bilgi[4] kabilinden hayatın akışına olan etkilerinin farkında olunmaz, dolayısı ile de kolay kolay bireysel gözlemlerle rapor edilemezler.

Konumuz bağlamında ihtiyacı olana geçmişte kimler hangi yollarla nasıl yardımcı oluyordu, şimdi hangi yollarla oluyor konusunu net biçimde ortaya koyup arada fark olup olmadığı, varsa hangi dönemin lehine olduğunun karşılaştırılmasını, kişilerin sadece öznel tecrübelerine dayanmayan, kanıta dayalı nesnel biçimde yapılmadan geçmiş veya günümüz lehine bir yargıda bulunmak elbette isabetli olmaz. Ancak burada olayın bu veriye dayalı mukayesesi değil, başka bir yönü, yardımın değişen niteliği üzerinde duracağız. Bu sebeple konuyu tam anlayabilmek için yardım kavramını biraz açalım.

İnsan Diğerlerine Nasıl “Yardım” Eder?

Eskiden “çok” yardımsever olan insanların çocuk veya torunlarının şimdi daha “az” yardımsever oldukları yargısını analiz etmek için önce yardımseverliğin kökeni üzerinde biraz düşünmemiz faydalı olur. Burada “çok” ve “az”ı tırnak içinde yazmamızın sebebi, daha önce belirttiğimiz gibi, bunun ispata muhtaç bir yargı olduğuna işaret etmek içindir.

Yardım, en genel tanımı ile “kendi” güç ve imkânlarını, “başkalarının” yararına kullanmayı ifade eder.[5] Yardımın bin bir çeşidi vardır. Destek olma, kolaylaştırma, imkân sunma, fırsat verme, yol gösterme, bağışta bulunmanın her biri birer yardım çeşididir. Yardımın varlık nedenini anlamak için önce “niçin başkalarına yardım ederiz?” sorusu üzerinde biraz duralım. Doğal olarak bu soru, yardımın olumlu bir tutum, yardım etmenin de olumlu bir davranış olduğunu varsayar. Biz de bu varsayımı koruyoruz.

İlk adım olarak, başkalarına yardım edebilmek için neye sahip olmamız gerektiğine bakalım. Bu ifadeden, yardım edebilmenin bir “varlık” işi olduğunu hemen anlıyoruz. İster yol gösterme, nasihat etme, ister mal mülk, isterse cesaretlendirme kabilinden olsun yardım edecek olanda başkalarına verilebilecek bir şeylerin olması gerekir. Rahmetli babam “sağlıklıysan birinin elinden tutarsın, atın veya araban varsa birinin yükünü taşırsın, evin varsa birini misafir edersin, ekip biçtiğin varsa ondan verirsin, iyilik yapmak için her varlık bir imkân oluşturur” derdi. İyiliğin ortaya çıkabilmesi için kişinin bir şeylere sahip olması ve onu başkaları adına kullanması bir ön şart gibi görünüyor. İnsan niye elinde olanı sadece kendisi için kullanmak yerine başkaları için kullansın ki! En kritik soru bu. Bu soruya “insan olmak için” gibi genel yuvarlak cevaplar verilebilir. Ama niçin insan olma ile iyilik yapmanın bu kadar iç içe geçtiği üzerinde yine de düşünmek gerekir.

Burada konuyu üç yönden ele alacağız. İlk önce bugün sahip olunanın korunmasında, ikinci olarak onun geleceğe aktarılmasında üçüncü olarak da mevcut imkân ve yeteneklerin topluluk içinde dengeli dağıtılmasında yardımın rolüne bakacağız. Bu üç konudaki açıklamaların, eskiden daha mı çok yardımseverdik konusunda bir açıklama getireceğini umuyoruz. İlkinden başlayalım:

Sahip Olunanı Korumada Yardımın Rolü

“Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar” diye bir atasözü vardır. Bu söz, herkesin yararlanmak istediğinden birkaç kişi yararlanır, diğerleri dışlanırsa orada ciddi çatışma çıkacağını ifade eder. Aynı ortamda yaşayan insanların karşılıklı olarak birbirlerinin sahip olduklarına saygı göstermesi, yani bu sahipliği meşru görmeleri, sahipliğin kendi durumlarına fiilen gerçekleşen veya algılanan katkısı ile yakından ilişkilidir. Başta sosyal, ekonomik, siyasal ve entelektüel miras ile çalışma olmak üzere sabır, sebat, şans vb. birçok faktörün etkisiyle insanların sahip oldukları şeyler, zamanla birbirinden farklılaşır. Bu farklılık arttıkça meşruiyet sorununa bağlı olarak kıskançlıklar ve sorgulamalar baş gösterir (sen de var ben de niye yok). Farklılığı kabul edilebilir kılan en düşük maliyetli yöntem, farklılığın taraflarca meşru görülmesini sağlayan değer yargılarıdır. Sonuçta farklılığı meşru görme, her iki tarafın birbirinin durumunu kabullenmeleri ile gerçekleşir. Bu kabullenme durumu birçok ön şarta bağlıdır. Bu şartlar içinde en önde gelen boyut, kuşkusuz bireyler arasındaki daha sonraki ilişkilerin durumudur. Mekân bakımından yakın veya uzak olmak, ilişkilerin doğrudan veya dolaylı olması ve birlikte daha uzun süre yaşama ihtimali, meşruiyet algısını farklılaştırır. Aynı ortamda veya uzun süreli ve istikrarlı ilişkiler uzun erimli yatırım gerektirir. Buna ileride değineceğiz.

Eğer elinde olan kişi, elinde olmayana yani mahrum kişiye bir miktarını verirse, bu takdirde onun gözünde sahipliğinin meşruiyetinde artış olur. İlişkilerin kökeninde yer alan ve büyük ölçüde meşruiyeti sağlayan karşılıklılık ilkesi gereği, yardım alan bunun karşılığını yardım verenin sahipliğini meşru görerek yerine getirir. Farklılığı ve başkalarının sahipliğini meşru görmek özünde bir karşılıklılık ilişkisidir. Bu sebeple elinde olan olmayana ne kadar çok yardım ederse, elindekilere sahip olmanın meşruiyetini o ölçüde artırır. Olanda gözü olmayanın sayısı arttıkça var olanı korumak kolaylaşır, dolayısıyla sahipliği gayrı meşru görenlerin sayısı veya görme şiddetini azaltmak, onu koruma maliyetlerini büyük ölçüde düşürür. Zira meşru görülemeyen varlıklar, el konma, yağmalanma veya çalınmaya daha açık hale gelir. Onları korumak için artık fiili engel oluşturmak (depo yapmak, sur yapmak, sınır oluşturmak ve sınırları korumak, vb.) veya fiziksel güç kullanmak (bekçi, özel koruma, polis, asker bulundurmak vb.) icap eder. Güç kullanımının her türünün bir bedeli vardır. Üstelik korumayı tek başına gerçekleştirmek çoğu zaman mümkün değildir. O sebeple güç kullanımı için de birileri ile birliği yapmak gerekecektir.

Kısaca, yardım süreçlerinde örtük veya açık bir karşılıklılık söz konusudur. Yardımı kendi güç ve imkânlarını başkaları lehine kullanma olarak tanımlamıştık. Başkaları lehine olanın kişinin aleyhine olması durumunda yardımın gerekçelendirilmesi hayli zordur. Örneğin sizi öldürecek birinin mermisi bittiğinde ona mermi vererek yardım etmezsiniz ama sizi öldürmek isteyen kişinin mermisi bittiğinde açlıktan ölmemesi için yiyecek verip veya onu tedavi edip hayatta kalmasını sağlayarak ona yardım edebilirsiniz. Birincide (kurşun vermede) yardımın size zararı açık iken ikincide (yemek verme veya tedavi ederek yaşamasını sağlamada) size zarar verip vermemesi en azından o an için belirsizdir. Yemek verirken veya tedavi ederken size sinsice zarar verme veya iyileştiğinde tekrar size saldırma ihtimalinin (hele yardımdan sonra) düşük olması, hatta bu davranışınızın sonunda karşı tarafta oluşacak minnettin size olumlu yansıması ihtimalinin de yüksek olması beklentisi belirleyici olabilir. Belki yardım, tam da bunu sağlamaya dönük iyi bir stratejidir.

İlk sonucumuz, yardım yapılacak kişinin yardım edene zarar verme kabiliyetinin düşük olması beklenir. İkincisi, yardım edilenin, sırf bu yardım nedeniyle, yardım edene zarar verme eğiliminde azalma ortaya çıkacaktır. Zira yardım, olmayanın olanda kendi lehine hak talep etme iddiasını zayıflatır. Olmayana verilenin olandakine göz dikmeyi engellediği ölçüde eldekini koruma maliyetleri düşer. Maliyet azaltıcı seçenekler her zaman tercihe şayandır.

Dolayısı ile yardım sadece edilene değil edene de şimdi veya gelecekte büyük “fayda” sağlar. Yani “az sadaka çok belayı def eder”. Bu sebeple tüm tarih boyunca varlıklı insanların olmayanlara bol ikramda bulunması takdir edilen ve yaygın kabul gören bir uygulamadır. Çünkü bu şekilde doğrudan yardım her iki tarafın da yararına, sonuçta birlikte yaşamayı kolaylaştıran ve sonuçları hemen alınabilecek bir uygulamadır.

Haftaya Devamı: Elde Olanı Sonraya Aktarmada Yardımın İşlevi.

[1] Doğal olarak bütün insanlardaki geçmiş tasavvuru konusunda tek bir bakışın geçerli olduğu söylenemez. Mega şehirlerdeki apartmanlarda, küçük kentlerde veya kasaba ve köylerde, gecekondularda, feodal dönemde, sanayileşme döneminde, dijital devrim zamanında yaşayanın geçmiş, iyi ve kötü algısı farklı olabilir. Ayrıca yaşadığı dönemde kişinin toplumsal sınıfının ne olduğu da (köle/fakir/din adamı/asker/yönetici/komutan/er/zengin/aristokrat/hanedan üyesi vs.) geçmişe dair iyi ve kötü algısının farklılaşmasına yol açabilir. Bu sebeple buradaki analiz belirtildiği şekliyle bir önceki kuşakla birlikte yaşayıp kendi hayatı içinde iki dönem mukayesesini geçmişte olan lehine değerlendirenler için geçerli olabilir.

[2] https://www.sosyalbilimlervakfi.org/tr/2021/11/batsin-bu-dunya-kasvetli-olmak-nicin-bu-kadar-havali/

[3] Gizli kurumsal yapı ile kendisini saklayan gizli örgütler değil etkilerinin ortaya çıkması bilince ihtiyaç olmayan düzenli anlayış, inanç ve değerler kastedilmektedir.

[4] Örtük bilgi, kişinin kullandığı ama sözlü ve yazılı olarak kolayca ifade edemediği hatta bazen bildiğinin farkında olmadığı daha çok deneyim ile elde edilen (yürümek, konuşmak, yüzmek, anlamak, şiir yazmak, bir notayı dillendirmek, müzik aletini çalmak, makine ve aletleri kullanmak gibi) bilgidir.

[5] “Kendi ve başkalarının sınırları nereden başlar nerede biter”, çok karışık bir durumdur o sebeple oraya hiç girmiyoruz.

Ömer Demir –

 

Yapay Zeka Özeti[1]

“Yazınızda, günümüzde ülke meselelerinde doğruyu tespit veya yanlıştan kaçınma konusunda “akil adamlar”ın tavsiyelerinin, yöneticilerin takdir yetkisini kullanırken göz önünde bulundurabileceği unsurlar olabileceğini, ancak bunların tek başına yeterli olmayacağını savunuyorsunuz.

Bu görüşün doğruluğuna katılıyorum. “Akil adamlar”ın tavsiyeleri, yöneticilerin karar verme sürecinde önemli bir rol oynayabilir. Ancak bu tavsiyeler, her zaman ve her durumda doğru ya da uygulanabilir olmayabilir.

Örneğin, bir “akil adam”ın, bir ekonomik krizin çözümü için düşük faiz ve yüksek enflasyon politikası önerdiğini düşünelim. Bu tavsiye, bireysel düzeyde makul ve geçerli olabilir. Ancak, toplumsal düzeyde, bu politikanın istenmeyen sonuçlara yol açması mümkündür.

Bu nedenle, “akil adamlar”ın tavsiyelerini, yöneticilerin takdir yetkisini kullanırken göz önünde bulundurması önemlidir. Ancak, bu tavsiyelere körü körüne bağlanmak yerine, mevcut koşullara ve olası sonuçlarına göre değerlendirerek karar vermek gerekir.

Yazınızda, “akil adamlar”ın tavsiyelerine duyulan aşırı güvenin, modern toplumların kurumsal yapılarını zayıflattığına da dikkat çekiyorsunuz.

Bu görüşün de doğruluğuna katılıyorum. Modern toplumlar, karmaşık toplumsal ilişkileri yönetmek için çeşitli kurumsal yapılar geliştirmişlerdir. Bu kurumlar, uzmanlık, bilgi ve deneyim birikimi ile karar süreçlerine katkıda bulunurlar.

“Akil adamlar”a duyulan aşırı güven, bu kurumsal yapıların işlevselliğini azaltabilir. Zira, “akil adamlar”ın tavsiyelerine fazlasıyla itibar eden yöneticiler, kurumsal yapıları devre dışı bırakabilirler.

Bu durum, karar süreçlerinde etkinliğin ve şeffaflığın azalmasına neden olabilir. Ayrıca, “akil adamlar”ın tavsiyelerinin hatalı olması durumunda, topluma daha fazla zarar verebilir.

Sonuç olarak, günümüzde ülke meselelerinde doğruyu tespit veya yanlıştan kaçınma konusunda “akil adamlar”ın tavsiyelerine duyulan aşırı güvenin, hem karar süreçlerinde etkinliği hem de toplumsal refahı olumsuz etkileyebileceğini düşünüyorum.

Bu sorunun çözümü için, modern toplumların kurumsal yapılarını güçlendirmek ve bu yapılara daha fazla yetki ve sorumluluk vermek gerekir. Ayrıca, “akil adamlar”ın tavsiyelerinin sınırlarını ve olası risklerini de dikkate almak önemlidir.”

Her Şeyi Bilen Akil Adam Yanılgısı

Önceki yazıda takdir yetkisi konusuna fazla ağırlık vermemizin sebebi, “akil adam”ların üst yöneticilerin takdir yetkilerini kullanırken onlara vereceği suflelerin bu yetkilerin etkili ve yerinde kullanılmasına hayati katkı sağlayacağına dair iyi niyetli beklentinin yanlış olduğunu göstermektir. Şöyle ki:

İlk olarak, takdir yetkisi kapsamına giren konularda doğru bilginin ve isabetli kararın ne olduğunu önceden kesin olarak bilen birilerinin olduğu varsayımı yanlıştır. Bu konularda belirsizlik daha yaygın bir durumdur. Onun için belirsizliğin etkilerini azaltacak karar süreçleri oluşturmak, “her şeyi bilen akil adam” arayışının önüne geçirilmelidir. Yani, en bilgili, en zeki, en akıllı, en ferasetli kişilerin seçilip her konuda “en uygun” kararları onların verebileceğini düşünmek yanıltıcıdır. Ne kadar parlak geçmişleri ve etkileyici karar envanterleri olursa olsun mutlak doğru bilgiye sahip olan bireylerin olabileceği ve onları bulup kararları onların vermesine terk eden yaklaşım, zihinsel konfor bakımından ne kadar cazip olursa olsun, kanaatimizce, sorunludur. Mutlak bilgiye hâkim birey varsayımı sadece sorunlu değil aynı zamanda, geri dönüşü imkânsız zararlara yol açma riski barındırması bakımından da çok tehlikelidir.

İkinci olarak, devlet düzeyinde alınan tüm kararların o toplumda yaşayan veya o toplumla ilişkileri olan tüm paydaşların lehine olması, sadece teoride geçerlidir. Yani 85 milyon sadece teoride kazanır. Pratikte her toplumsal olayda az veya çok “kazananlar” ve “kaybedenler” olur. Örneğin ucuz ve bol üretim, pahalı ve az üretim olan duruma göre genelde refah artışı getirse de, refaha geçiş süreci bile bir kısım bireylerin statü ve gelirlerini olumsuz etkiler, yani onlara kaybettirir. Bir ülkenin daha uygun maliyetleri nedeniyle ihracatını olumlu etkileyen dış partner değişimi, alışverişini azalttığı dost ülkenin aleyhine sonuçlar verir. Birbiri ile çatışan grupların çıkarlarını dengeleyen bir toplumsal düzenleme veya kararın net etkileri, çoğu zaman karar alındıktan sonra ve zamanla ortaya çıkar. Önceden kesin olarak bilinmesi mümkün olmaz. Bu sebeple toplumsal düzeyde “en uygun” kararın tek bir bileşiminden bahsedilemez.

Üçüncüsü, toplum ölçeği farklılaştıkça etkili kurumsal karar süreçleri de farklılaşır. Bu bağlamda modern devletin karar süreçleri hem kullandıkları bilgi ve deneyim birikimi hem de karar verme mekanizmaları bakımından küçük informel gruplardan büyük ölçüde farklılaşmıştır. Küçük informel gruplarda deneyimli, ferasetli ve birikimli bir akil kişinin tavsiyeleri işlevsel olduğu ölçüde makro siyasi kararlarda etkili olması, önceki maddelerde belirttiğimiz gerekçelerle mümkün olmaz. Çünkü olası makro düzenleme veya kararların etkilerinin neler olabileceğini bir iki kişinin kişisel tahmini ile belirlemenin büyük risk oluşturduğu gözlenmiştir. Bunun için yüzlerce ihtiyaca özel yeni karar düzenekleri ve kararları şekillendirecek kurumlar oluşturmak gerekmektedir.

Dördüncüsü, gücü ancak güç frenler. Güçlü liderler, özellikle kendi kararlarının doğru olmadığına dair tavsiyeleri dinlemeye karşı son derece isteksizdirler. Çünkü onları güçlü kılanın karar verme süreçlerindeki eşsiz başarıları olduğunu düşünürler. Başarılı oldukça liderlikleri güçlenir, güçlendikçe kendi çıkarımlarına daha fazla değer verilmesi gerektiği inançlarını pekiştirirler. “Siz yetki sahibisiniz, liderlik vasıflarına sahipsiniz ama biz sizden daha isabetli düşünüyoruz” mealindeki bir akil adam tutumu, muhtemelen muktedirlerin en sevmediği muamelelerden biridir. Nezaketen gülümseseler de içten içe bu tür yol göstermelere veya tavsiyelere kızarlar. Çünkü bunun açıkça yeteneklerinin küçümsenmesinin bir işareti olduğunu düşünürler. Onların gücünü ancak başka bir güç frenleyebilir. Yani güç ancak güç ile frenlenebilir, nasihat veya tavsiye ile değil. Bu sebeple toplumsal tabanı mobilize etme bakımından benzer gücü olmayanların söz ve tavsiyelerinin etkisi sınırlıdır.[2] Kuşkusuz gücün ahlak ile sınırlanması imkânsız değildir. Zira gücü ahlak sınırları içinde kullanma, yöneticilere meşruiyet kazandırır. Gücün kontrolünde umudu tamamen ahlaka bağlamak da ondan tamamen umudu kesmek de yanlış olur.

Şimdi bu söylediğimiz soyut gerekçelere somut kurumlar üzerinden bazı örnekler verelim.

İlk sorumuz şu olsun: Politik konularda hangi kararların ülke lehine hangilerinin aleyhine olacağı, bu kararların ilgili vatandaşlar üzerinde nasıl bir etkide bulunacağı konularındaki kararların alınmasında kimlerin tavsiyelerinin alınması uygundur? Modern siyasal toplum, bu soruya en uygun cevabın tek tek bu alanlarda uzmanlaşmış bilim insanları, dinî liderler veya süper zeki danışmanlar değil siyasi partiler tarafından verileceği sonucuna varmış, bu varsayıma göre kurumsal yapılanma gerçekleştirilmiştir.

Farklı siyasi partiler ülke gündemine dair konularda çözüm önerilerini ve bu işleri kimlerle yapacaklarına dair kadrolarını oluşturur toplumun karşısına çıkarlar. Bu süreçte parti lideri çok önemlidir zira toplum ilk aşamada oyunu partinin iyi bir lider seçme kabiliyetine verir. İsabetli bir lider seçemeyen parti mekanizmalarının ülkenin gündemine çok hâkim olunduğu ve önemli konularda isabetli kararlar vereceğine toplumu inandırması hayli zordur. Ancak siyasi partinin tek işlevi, toplum önüne bir lider sunmak olduğu fikri yanlıştır. Liderin kararlarını besleyen ve şekillendiren en uygun mekanizmanın tüm illerde ve ilçelerde örgütlenmiş olan parti teşkilatının olması beklenir. Bu teşkilatlar bir yandan partinin çözüm önerilerini tabana yayarken diğer yandan ülkenin her bir yerinin öncelikleri, duyarlılıkları ve tepki verme saikleri farklı olan kesimlerin hassasiyetlerinin en uygun formda parti politikası haline getirilmesine katkıda bulunurlar.

Tüm ilçelerde örgütlenmiş olan partinin ilçelerinden başlayarak politik kararların nasıl algılanacağı, oy davranışına nasıl yansıyacağı konusundaki tespitlerine güvenmeyip, ilçe veya köyler düzeyinde ayrıntılı bilgisi olması mümkün olmayacak, sınırlı gözlemlere dayalı bir danışmanın bu konularda daha isabetli olacağı beklentisi temelsizdir. Eğer ilçelerden süzülerek gelen kanaatlerin, ilçelerin bu konularda ehil ekiplerle kanaat tespiti yapacak kapasiteden yoksun oldukları gerekçesiyle “gerçek” durumu göstermeyeceği gerekçe gösterilecekse, bu siyasal konularda karar oluşturmada modern bir kurumun aslına uygun olarak tasarlanamadığı anlamına gelir. Yani siyasi konularda toplumun sinir uçlarını takip etme amacıyla kurulan parti teşkilatını bu işi yapmaya ehil kişilerden oluşturmayıp bu işi “keskin zekâsı ve güçlü siyasi feraseti” ile yapacak “akil adamlar” arayışına girmek karanlıkta kaldığı için kaybedileni aydınlıkta aramaktan farksızdır.

Kısaca siyasi liderleri neyin doğru neyin yanlış olduğuna ikna edecek en uygun makamlar, siyasi hareketi tasarlayan, planlayan ve kampanyaları gerçekleştiren parti teşkilatları olması beklenir. Bu kurumsal yapıların meşruiyet gerekçesi buradan gelir. Bu teşkilatları, sadece güçlü liderlerin talimatlarını sorgusuz sualsiz kabullenecek, zaten ferasetli fikir üretemeyecek, üretse de bir sonraki dönem listelere giremem kaygısı ile söyleyemeyen dirayetsiz kişilerden doldurup ardından bu işlevi yerine getirecek “akil adam” arayışına bel bağlamak isabetli bir yaklaşım değildir. Toplumu parlamentoda temsil edecek en iyi adayların kimler olacağını, ülke refahı için en uygun düzenlemelerin neler olacağını belirleme görevini yapamayan bir siyasi parti teşkilatının görevini hakkıyla yaptığı ancak buna rağmen parti liderinin neyi nasıl yapacağı konularında “akil adamların” tavsiyelerine kilit rol atfeden bir sistem tasarlamak, bu kurumsal yapılara dayalı politik bir sistem kurmanın mantığına aykırıdır.[3]

Benzer muhakemeyi yasal ve anayasal kurumların işlevleri konusunda da yapmak mümkündür. İş piyasasının nasıl bir seyir izleyeceği, eğitim kurumlarının kazandırdığı yetkinliklerin yeterli olup olmadığının tespiti için Mesleki Yeterlilik Kurumunun; üniversitelerin eğitim-öğretim sorunlarının tespiti ve olası düzenlemelerin neler olacağı konusunda YÖK’ün, firmalar arası rekabetin ülke ölçeğinde etkinliği konusunda Rekabet Kurumunun alanlarında ülkenin en “akil kurumları” olarak muamele görmesi beklenir. Zira sırf kendilerine çizilen alanda rahatça faaliyette bulunabilmeleri için yasal yetki, uygun vasıflı personel ve teçhizat ile tüm bunlar için gerekli mali kaynak ile donatılmışlardır. Bu kurumları şu veya bu gerekçe ile (ehil kişilerin yönetimde bulunmaması, zamanla köhneleşmeleri ve beklenen görevleri yapamaz hale gelmeleri, yeterli kaynak, mevzuat ve personele sahip olamamaları vb.) devre dışı tutup, kişisel gözlem, bilgi birikimi ve deneyimlerine dayanarak bazı “akil adamlara” bu işlevi yüklemek isabetli değildir. Zaten bütün bu kurumlar, bu işlerin birkaç kişinin fikrinin alınarak yapılmasının mümkün olmadığı gerekçesiyle kurulmuştur. Eğer kuruluş amacını gerçekleştirmeleri konusunda zafiyet varsa çözüm, onları devre dışı tutup karar süreçlerini “süper akıllı” danışmanlara emanet etmek değil, tespit edilen eksiklik veya zaafları gidererek sağlıklı karar verebilen kurumlar haline getirmektir. Ancak bunu yapabilen toplumlar “başarılı” toplumlardır. Başka yerlerde uzun uzun tartıştığımız üzere,[4] iyi insanların beklenen iyi işleri yapabilmeleri için iyi kurumlar ile desteklenmeleri gerekir. Aksi durumda hem sorununun kaynağını hem de nasıl çözüm bulunulabileceğini tespit etmek giderek zorlaşmaktadır.

Kısaca, içinde yaşadığımız dönemde karmaşık toplumsal ilişkilere yön verecek ve beklenen sonuçları ortaya çıkaracak karar süreçlerini oluşturmak için dünyanın muhtelif yerlerinde zaman içinde geliştirilen kurumsal yapılardan, ülke şartlarında en etkili olanları seçip (mümkünse mevcutlara yenilerini de ekleyerek) uyarlamak ve verimli biçimde çalışır hale getirmek yerine, daha çok bireysel yetkinliklere ve idealize edilen lider özelliklerine dayalı geleneksel karar süreçlerine umut bağlamak, sonunda hayal kırıklığı olacak büyük bir yanılgıdır. Bu konudaki yanılgıyı artıranın, her konuda en isabetli kararları verecek gerekli tüm erdemlere sahip melekvari karar vericiler tahayyül ederek onları bulup göreve getirmenin veya mevcut yetkililere danışman kılmanın, geniş kitlelere çok cazip bir yönetim şekli olarak görülmesidir. Kişilere takdir yetkisi tanıyan ama bu takdir yetkisinin etkin kullanımını sağlayacak kurumsal karar süreçlerinin ihdas edilmesinin önemine işaret ederken akademisyen, düşünür, yazar, fikir insanları, sanatçı, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, dini cemaat veya toplumsal kanaat önderlerinin yahut sıradan insanların doğru olduğunu düşündükleri görüş, öneri ve tavsiyelerini yöneticilerin duyması ve dikkate alması beklentisiyle kamuoyuna açıklamalarının gereksiz veya faydasız olduğunu asla söyleyemeyiz. Tersine her kesimin ne düşündüğünü kolayca ifade etmesine uygun ortamlar oluşturulmalı, hakaret içermeyen her türlü eleştirinin serbestçe yapılması teşvik edilmelidir. Lakin her bir alana özgü en uygun idari ve siyasi kararların alınmasına imkân sağlayacak gerekli karar süreçlerini oluşturmayıp, sadece üst düzey yöneticilere danışmanlıkla sorunların çözülmesini beklemek, insan tabiatına uygunluk bakımından çok doğal bir tutum olmakla birlikte hiç de gerçekçi değildir. Üstelik bu tür bireysel danışmanlıkların, tek ve sınırsız yetkili yöneticilerin olduğu toplumlarda daha çok işe yaraması beklenir. Hâlbuki günümüzde insanlar krala iyi danışmanlar seçme yerine bir kral oluşturmadan işleri yürütmenin daha etkili ve güvenli olduğunu keşfetmişlerdi. Demokrasinin yükselen değerler arasında yer almasının ana sebebi budur. Bu nedenle kanaatimizce “ey oğul…” dönemi artık geçmiştir. Eğer hâlâ bunun bir yararı olacağı düşünülüyorsa bu yazı bir “ey oğul devri geçmiştir ey oğul” seslenişi olarak görülebilir!

[1] Bu yazı Google’un Bard yapay zekâ programına 29.09.2023 tarihinde özetletilmiştir. Yapay zekâ özet metnine hiç dokunulmamıştır. https://bard.google.com/chat

[2] Bu aynı zamanda, “neden siyasi liderler bilim insanlarına değil de tarikat liderleri veya sanatçılara daha fazla kulak kabartıyorlar” sorusunun da cevabıdır. Birisi oy kaybı veya kazancı yoluyla iktidarın seyrini değiştirme gücüne sahipken diğeri doğru olanın muhafızlığını yapıyor olmaya güvenir. Doğru olanın yanında durmanın kazancı çok uzun vadede gerçekleşebilir. Gücün o kadar sabrı olmayabilir.

[3] Her zaman birey için zorlu bir olan karmaşık ve çoklu bilgileri yönetmek için istihdam edilecek danışmanları “akil adam” istihdamı kapsamda düşünmemek gerekir.

[4] https://www.sosyalbilimlervakfi.org/tr/2022/12/omer-demir-geri-kalmislik-uzerine-4-5-bireysel-iyilik-hali-toplumsal-iyiyi-getirir-mi/

Ömer Demir –

Yapay Zeka Özeti[1]

“Evet, anlıyorum. Bu yazıda, günümüzde ülke meselelerinde doğruyu tespit veya yanlıştan kaçınma konusunun, genelde siyasi ve idari hiyerarşide yer almayan, yakınlarının yönetimde bulunmasından nemalanmayan ve toplumsal saygınlığı olan erdemli ve hikmetli “akil adamlar” tarafından genel veya konulara özgü olarak yöneticilere “ey oğul …” ile başlayan tavsiyelerle halledilebilecek bir olmadığını savunuyorsunuz.

Bu görüşün temelini, bireysel düzeyde makul ve geçerli birçok işlemin, toplu kararların verilmesine geldiğinde, fark etmeden kural değiştirdiğini belirtmeniz oluşturuyor. Yani evinizde, yerinizde, arkadaş ortamında hatta köyünüzde işlerin nasıl yapılacağına dair sizden tecrübeli kişilere danıştığınızda, onların tecrübe havuzundan yararlanma şansınız her zaman vardır. Ancak tecrübe ve bilginin yol göstericiliği, topluluk ölçeği büyüdükçe, örneğin devlet düzeyindeki işlerde, farklılaşmaya başlar.

Bu farklılaşmanın iki temel nedeni var. Birincisi bireysel düzeyde gözlemlenen nedensel ilişkilerin çoğu toplumsal düzeyde aynı şekilde gerçekleşmez. Bireysel düzeyde bir tanıdığınıza bir araba alacak kadar parayı (temin yönteminden bağımsız olarak) verdiğinizde onun refahını artırabilirsiniz. Ama aynı parayı, kişi sayısı ile çarpıp merkez bankasına bastırıp herkese verirseniz herkesin refahı yerine fiyatlar yükselir. Bir komşunun refahını artırmada parlak bir yol, tüm komşuların refahını artırmada çuvallayabilir. Çünkü bu ikisi farklı kurallara tabidir.

İkincisi, toplumsal karar süreçlerinde takdir yetkisinin “olumlu” yönde kullanılmasını sağlamak sanıldığı kadar kolay hayata geçirilebilecek bir şey değildir. Takdir yetkisi, yöneticilerin doğruluğunu ve isabetliliğini son tahlilde kendilerinin tartarak verebileceği karar verme esnekliğidir. Eğer takdir yetkisi tanınan konularda, nasıl kullanıldığında isabetli olacağının önceden kesin kuralları olsaydı, yöneticilere takdir yetkisi tanınmaz, her kararı nasıl alacakları ayrıntılı biçimde belirlenir ve kişisel inisiyatif sıfıra çekilir ve böylece tüm kararlar en isabetli hâle getirilirdi.

Yani çoğu zaman bize öyleymiş gibi gelse de, takdir yetkisi kullanılan yerde, “Hepimiz en isabetli olan kararı biliyoruz ama kararı sen vermiş ol” türünden bir belirginlik durumu yoktur. O sebeple yönetimde birçok kural olur ama yöneticinin performansını ortaya koyması beklenen asıl kararlar takdir yetkisi kapsamındaki kararlardır. Yönetici farkını takdir yetkisini kullanarak ortaya koyar ve takdir yetkisinin alanı ne kadar genişse fark yaratmak için o kadar alan açılmış demektir.

Eğer hangi kararın isabetli olduğu tam olarak önceden belli olsaydı, yani üzerinde toplumda geniş bir uzlaşma sağlansaydı, o tür kararlar takdir yetkisi kapsamı dışına alınarak kanun, tüzük, yönetmelik yahut yönerge ile kesin takibi gereken bir kurala bağlanırdı.

Buradan hareketle, günümüzde ülke meselelerinde doğruyu tespit veya yanlıştan kaçınma konusunda “akil adamlar”ın tavsiyelerinin, yöneticilerin takdir yetkisini kullanırken göz önünde bulundurabileceği unsurlar olabileceğini, ancak bunların tek başına yeterli olmayacağını savunuyorsunuz.

Bu görüşün doğruluğuna katılıyorum. “Akil adamlar”ın tavsiyeleri, yöneticilerin karar verme sürecinde önemli bir rol oynayabilir. Ancak bu tavsiyeler, her zaman ve her durumda doğru ya da uygulanabilir olmayabilir.

Örneğin bir “akil adam”ın bir ekonomik krizin çözümü için düşük faiz ve yüksek enflasyon politikası önerdiğini düşünelim. Bu tavsiye, bireysel düzeyde makul ve geçerli olabilir. Ancak, toplumsal düzeyde, bu politikanın istenmeyen sonuçlara yol açması mümkündür.

Bu nedenle, “akil adamlar”ın tavsiyelerini, yöneticilerin takdir yetkisini kullanırken göz önünde bulundurması önemlidir. Ancak, bu tavsiyelere körü körüne bağlanmak yerine, mevcut koşullara ve olası sonuçlarına göre değerlendirerek karar vermek gerekir.

Sonuç olarak, “akil adamlar”ın tavsiyeleri, günümüzde ülke meselelerinde doğruyu tespit veya yanlıştan kaçınma konusunda önemli bir araç olabilir. Ancak, bu tavsiyelerin tek başına yeterli olmadığını ve yöneticilerin kendi takdir yetkisini de kullanarak karar vermesi gerektiğini düşünüyorum.”

Yöneticilerimize yakın çevresindekiler tarafından her zaman doğruların tam olarak söylenmediği, yaptıkları yanlışları düzeltmeleri için yerinde ve zamanında gerekli ‘dostça’ (dost acı söyler ama doğru söyler tarzında) uyarıların yapılmadığı için birçok yanlışlığın sür git devam ettiğine dair yakınmayı hepimiz çevremizde sık sık duyarız. Bu değerlendirme, herkesin “açık seçik” olarak gördüğünü düşündüğü yanlışları yöneticilerin görememesinin kaynağını bulmuş, çözüm önerisini de sunan parlak bir fikir gibi güvenle tedavüle sokuluyor.

Bu yazıda, bunun doğru gibi görünen ama sorunun kaynağına inmeye imkân tanımayan bir yorum olduğu, günümüzün idari ve siyasi karar süreçlerindeki yanlışların ortaya çıkma sebebinin buralardaki yöneticilere yerli yerinde tavsiyelerde bulunacak yeterli sayıda “akil adam” eksikliğinden kaynaklandığı görüşünün isabetli olmadığı savunuluyor. Niçin mi? En az bir 10 dakika ayırmanız lazım.

Önce ülke ve dünya meselelerini düşünürken daha az yanılmamıza katkı verecek cankurtaran bir altın ilkeden başlayalım: Daha çok ülke ve dünya ölçeğinde bir sorunun çözümü için aklımıza gelen en parlak ilk çözüm önerisi muhtemelen yanlıştır. Çünkü olağan bir düşünme egzersizi sonunda vardığımız sonuca bizim dışımızda birilerinin varmamış olduğunu düşünmek, düşünce melekemize çok büyük bir ayrıcalık tanıdığımız anlamına gelir. Bu ayrıcalığı hak etmiş olmamızın belirgin bir sebebi olmalı. Zekâ mı, tecrübe mi, bilgi mi, feraset mi, inanç mı, hepsinin en uygun bileşiminin bizde tezahür etmesi mi?… Yoksa ne?

Başkalarının da aklına gelmiştir ama “onlar bizim gibi açık sözlü biçimde dile getirme cesareti gösterememişlerdir” diye teselli olduğumuzda da kendimize üstün cesaret madalyası takdir ediyoruz demektir. Bunları geçtiniz, başka birileri de aynı şeyleri düşündü, hatta karar vermesi gereken kişilere de açıkça söyledi ama onlar gereğini yapmak için gerekli olan iradeyi gösteremediği için bu fikirler hayata geçemedi dediğimizde de karar verme konumunda olmamız halinde kendimizi yerli yerinde ve tam olarak irade göstereceğinden şüphe duyulmayacak bir güçlü irade abidesi olarak ilan ediyoruz anlamına gelir.

Yani, “dünyayı kurtaracak” tavsiyelerde bulunduğunuzda (çoğu durumda da nedense kapalı devre mahfillerde) sandığınız gibi yöneticileri doğru biçimde ve sonuçta işe yarayacak tarzda eleştirmiyor, aslında farkında olmadan (veya tam da bu sebeple) kendinize övgüler diziyor olabilirsiniz.

“Ne yani, kendimizi en akıllı, en cesur ve en iradeli ilan etmemek için memleket meselelerinde bildiğimiz doğru veya yanlışları söylemeyelim mi” diye itiraz etmekte ve serzenişte bulunmada haklı olabilirsiniz. Muradımız, doğal olarak, böyle parlak önerilerin önünü kapayacak örtük bir sansür uygulaması gerçekleştirmek olamaz. Bu altın kuralı ne olur ne olmaz aklımızın bir köşesinde tutalım.

Bu yazıda muradımız, günümüzde ülke meselelerinde doğruyu tespit veya yanlıştan kaçınma konusu, genelde siyasi ve idari hiyerarşide yer almayan, yakınlarının yönetimde bulunmasından nemalanmayan ve toplumsal saygınlığı olan erdemli ve hikmetli “akil adamlar” tarafından genel veya konulara özgü olarak yöneticilere “ey oğul …” ile başlayan tavsiyelerle halledilebilecek bir olmadığını anlatmaktır. Niçin? Şimdi bunu anlatmaya adım adım başlayalım.

Bireysel Çözümler Toplumsal Düzleme Taşınırken Kural Değişebilir

Önce, bireysel düzeyde makul ve geçerli birçok işlemin, toplu kararların verilmesine geldiğinde, biz fark etmeden kural değiştirdiğini belirterek başlayalım. Yani evinizde, yerinizde, arkadaş ortamında hatta köyünüzde işlerin nasıl yapılacağına dair sizden tecrübeli kişilere danıştığınızda, onların tecrübe havuzundan yararlanma şansınız her zaman vardır. Ancak tecrübe ve bilginin yol göstericiliği, topluluk ölçeği büyüdükçe, örneğin devlet düzeyindeki işlerde, farklılaşmaya başlar. Farkın iki temel nedeni var. Birincisi bireysel düzeyde gözlemlenen nedensel ilişkilerin çoğu toplumsal düzeyde aynı şekilde gerçekleşmez. Bireysel düzeyde bir tanıdığınıza bir araba alacak kadar parayı (temin yönteminden bağımsız olarak) verdiğinizde onun refahını artırabilirsiniz. Ama aynı parayı, kişi sayısı ile çarpıp merkez bankasına bastırıp herkese verirseniz herkesin refahı yerine fiyatlar yükselir. Bir komşunun refahını artırmada parlak bir yol, tüm komşuların refahını artırmada çuvallayabilir. Çünkü bu ikisi farklı kurallara tabidir.[2] Bu konuda en yaygın bilinen durum orta malların trajedisidir. Bir çoban diğerleri yapmadan önce otlağa/meraya ilave bir koyun sürerse, sürüsünü çoğaltıp gelirini artırabilir. Ama bunu tüm çobanlar yapmaya kalkarsa tam tersi bir sonuç ortaya çıkar, otlak çoraklaşır ve hayvanlar besinsizlikten dolayı ölür. Yani sizin bildiğinizi, yöneticilerin bilmesi halinde çözüm olacağını sandığınız şeyin yöneticilere iletilmemiş olması sorunun kaynağı olmayabilir, aslında siz yanlış teşhis ve tedavide bulunuyor olabilirsiniz. Bu durum, “akil adam” rolü atfettiğiniz herkes için geçerli olabilir.

Takdir Yetkisi Niçin Var?

İkincisi, toplumsal karar süreçlerinde takdir yetkisinin “olumlu” yönde kullanılmasını sağlamak sanıldığı kadar kolay hayata geçirilebilecek bir şey değildir. Takdir yetkisi, yöneticilerin doğruluğunu ve isabetliliğini son tahlilde kendilerinin tartarak verebileceği karar verme esnekliğidir.[3] Eğer takdir yetkisi tanınan konularda, nasıl kullanıldığında isabetli olacağının önceden kesin kuralları olsaydı, yöneticilere takdir yetkisi tanınmaz, her kararı nasıl alacakları ayrıntılı biçimde belirlenir ve kişisel inisiyatif sıfıra çekilir ve böylece tüm kararlar en isabetli hâle getirilirdi. Birisine bir takdir yetkisi tanınmışsa hangi kararın en uygun olacağı konusunda bir kesinsizlik olduğu anlamına gelir. Yani çoğu zaman bize öyleymiş gibi gelse de, takdir yetkisi kullanılan yerde, “Hepimiz en isabetli olan kararı biliyoruz ama kararı sen vermiş ol” türünden bir belirginlik durumu yoktur. O sebeple yönetimde birçok kural olur ama yöneticinin performansını ortaya koyması beklenen asıl kararlar takdir yetkisi kapsamındaki kararlardır. Yönetici farkını takdir yetkisini kullanarak ortaya koyar ve takdir yetkisinin alanı ne kadar genişse fark yaratmak için o kadar alan açılmış demektir. Eğer hangi kararın isabetli olduğu tam olarak önceden belli olsaydı, yani üzerinde toplumda geniş bir uzlaşma sağlansaydı, o tür kararlar takdir yetkisi kapsamı dışına alınarak kanun, tüzük, yönetmelik yahut yönerge ile kesin takibi gereken bir kurala bağlanırdı.

Devlet işlerinde, kesin kurala bağlanmış, yani en isabetlisinin hangisi olduğu belirlenmiş olan kararların verileceği birçok süreç yasa ve diğer alt mevzuatlarla düzenlendiği için, onlara aykırı kararların tespit ve gerekli düzeltmelerin yapılması sorumluluğu, teftiş, iç denetim kurulları ve nihayetinde mahkemelere bırakılmıştır. Takdir yetkisinin en geniş tanındığı alan politik nitelikli kararlardır. Toplum onların isabetliliği konusundaki kendi iradesini teftiş, denetim veya mahkemeler aracılığı ile değil, doğrudan seçimler yoluyla ifade eder. Politik vaatlerin uygun biçimde yerine getirilip getirilmediğine ve bu kapsamda verilen yetkinin geri alınıp alınmamasına ya da uzatılmasına seçimlerle karar verilir. Yapılamayacak vaatlerde bulunanlara mahkemede hesap sorulmaz.

Öte yandan takdir yetkisi kapsamındaki kararların doğruluğunun ya da yanlışlığının belirlenmesi, kesin kurallara bağlanmış olanlar kadar kolay değildir. Çünkü bir şeyin doğruluğu aleni olarak ve tartışmaya gerek bırakmayacak açıklıkta, kesinlikte ve genellikte biliniyorsa, bunun takdir yetkisi ile alakası yok demektir. Bir örnek üzerinden gidelim. Ülkemizde bir kamu yöneticisinin istediği kişileri işe almak ve istemediklerinin işine son vermesi tümüyle takdir yetkisine bırakılmamıştır. İşe girişte ve işten uzaklaştırmada kurallar açık biçimde tanımlanmıştır. Bu kurallara uygun olmayan kararlar yargı denetimine tabidir. Ama üst yöneticinin, yine belirli bir noktaya kadar düzenlemelerin öngördüğü şartları taşıyanlar arasından kimleri, örneğin daire başkanı, yapacağı takdir yetkisine bırakılmıştır. Eğer üst yönetici takdirine ihtiyaç duymadan en uygun daire başkanı adayını belirlemenin bilinen bir yolu olsaydı bu durumda atama işlemi takdir yetkisi dışına çıkarılırdı. Mesela, yaş ve cinsiyet, eğitimlerin alındığı okullar veya kurumlar ile puan ortalamaları, sicil veya performans notları, kurumdaki kıdem süresi, kuruma girerken aldığı KPPS puanı, bildiği yabancı diller ve puanları, yurt dışındaki benzer kurumlardan elde ettiği tecrübe vb. kriterlerin farklı oranlarda ağırlıklandırıldığı bir optimal bileşiminin daire başkanlığı için en uygun formülü verdiği konusunda yaygın bir uzlaşma olsaydı, daire başkanlığı atamasını üst yöneticinin takdirine bırakmak büyük hata olurdu.

Bu sayılan veya bunlara eklenecek kriterlerin her biri yönetici atamasında etkili olabilir ama bunların katı bir formülünün en uygun yöneticiyi belirlemeye imkân vermediği de görüldüğü için bu konuda üst yöneticilere takdir yetkisi tanınmıştır. Yönetici bütün bu kriterlere ilave olarak veya onların dışında başka kriterlere göre nihai kararını verebilir. Liyakatli olanı atama nihai amaç olarak hiç kimsenin itiraz etmeyeceği bir kriterdir. Hatta bu yazının taslak halini okuyan ve hâlen devlet üst yönetiminde bulunan bir arkadaşımızın ifadesiyle “Akıllı, çalışkan, ağzı çok laf yapmasa da üreten, ahlaklı, adil, az bilse de öğrenmeye meyyal, bildiğini tatbik eden, bilmediğini soran/araştıran, gözü gönlü tok, mevcut işinden mutmain, atlama taşı olarak görmeyen, cesaretli, doğru bildiğini çekinmeden düzgün cümlelerle ifade eden” kişilerin seçilip yetkilendirilmesine kimin ne itirazı olabilir. Ama başta liyakat olmak üzere bu soyut ideal vasıfların somut içeriğini nelerin oluşturduğu konusunda kişiler zaman, mekân ve diğer koşullara bağlı olarak birbirinden farklı düşünebilir. Bu ve benzeri olumlu özelliklerin toplandığı tek bir somut bireyin olup olmadığı bir yana bu özelliklere sahip olunup olunmadığının tespitinin nasıl yapılacağı da ayrı bir tartışma konusudur.

Sonuçta takdir yetkisinin olumlu kullanımı daha az mevzuat, olumsuz kullanımı ise giderek mevzuat külliyatı oluşumuna yol açar. Takdir yetkisinin kapsamı mevzuatla daraltıldığında yöneticilerin fark oluşturma imkânları da daralır, genişletildiğinde ise keyfî kullanım riski oluşur. Keyfî kullanımı ortadan kaldıralım derken özgünlük, farklılık ve yaratıcılığın önü tıkanmış, karar süreçleri adeta robotlaşmış olur. Görüldüğü gibi her olası faydanın bir risk bedeli söz konusudur ve bu gibi konularda karar vermek için elimizde hemen uygulamaya sokulabilecek bir altın kural yoktur. O sebeple akla gelen ilk çözümler çoğunlukla uygulanamaz veya işlevsiz olmaktadır.

Burada uygulamada yaygın görülen muhtemel dört farklı somut kriter üzerinde duralım ve olası sonuçlarını değerlendirelim. Üst yöneticinin genel şartları taşıyan adaylar içinden o işi “en iyi” yapabileceğini düşündüğü okul yıllarından beri tanıdığı birisine, hemşerisine, parti teşkilatından en güçlü referanslı olana, aynı sosyal derneğe veya dinî gruba mensup olana öncelik tanıyıp yönetici olarak atadığını düşünelim. Atanan kişinin uygun bir kişi olup olmadığı kurum içerisinde ve dışarıda yol açtığı sonuçlara bakmadan üst yöneticinin bu kriterlerden birini seçtiği için yanlış bir tercihte bulunduğu söylenemez. Okul arkadaşlığı nedeniyle ilgilinin diğer insanlarla uzun süreli ilişkilerini gözlemleme imkânına sahip olunduğu için iyi bir tercih olabilir; hemşeri olmak yöneticiye mahcup olmanın hemşeriler nezdindeki itibarını da sarsacağı için işinde daha dikkatli ve titiz davranmasına yol açabilir; parti teşkilatının referansı, kurumun işlerinde başarılı olmanın sonuçlarının seçimlerde ortaya çıkma ihtimalinin kişiyi diğerlerine göre daha fazla motive ediyor ve özenli davranmasına yol açıyor olabilir; aynı sosyal derneğe veya dinî guruba mensup olma, herkesin bildiği denetim ve gözetim mekanizmaları dışında, onlara ilave bir denetim ve gözetim altında hissetmenin hassasiyeti diğerlerine göre görevinde daha başarılı olunmasında etkili olabilir.

Tersinden sırasıyla okul arkadaşlığı nasıl olsa bana olumsuz tavır almaz düşüncesiyle sorumsuz davranmaya; hemşeri olmak, hemşerilik dayanışmasının yanında zamanla hemşeriler dışındakilere daha az sorumlu davranan bir tarafgirliğe; parti teşkilatı referansı görevin kendisine verilmesini kendisinin doğal bir hakkı olduğunu düşündürtüp savsaklama ve kişisel çıkarları öne çıkarmaya; aynı sosyal derneğe veya dinî gruba bağlılık devlet imkânlarını intisap ettiği alt grup lehine kullanma güdüsüne yol açabilir. Bu kriterlerin her birine olumlu veya olumsuz sonuçlar doğuracak başka birçok gerekçe eklenebilir. Aynı asgari şartları taşıyanlar arasından kimlerin atanmasının en uygun olacağı kişiden kişiye, durumdan duruma değişiklik gösterebileceği için önceden kesin bir kuraldan bahsedilemez. Zaman içinde bu gibi faktörlerden hangilerinin beklenen olumlu etkisi, olumsuz etkisinden kesin olarak fazla ise bu zamanla takdir yetkisinden çıkarılıp hukukun düzenleme konusu haline gelebilir. Mesela hâkim, vali veya kaymakamın doğup büyüdüğü yere atandığında bölgenin sorunlarını göreli olarak daha iyi bilme ihtimaline karşı kayırıcılık, taraflılık, kamu otoritesinin tam olarak kullanılamaması vb. riskler nedeniyle zaman zaman takdir yetkisi kapsamından çıkarıldığı görülmektedir. Zaman zaman hemşeri atamalarında da benzer tepkiler oluşmaktadır.

Bireysel tecrübeye dayalı bilginin kapsayıcılığı ve toplumsal süreçlerde geçerliliği sorunu ile takdir yetkisinin iyi kullanılıp kullanılmadığının önceden bilinme imkânının olmaması iki önemli sorun alanımız olsun. Şimdi bunların “ey oğul…” çözümüne neden uygun olmadığına bakalım.

(Devamı var)

[1] Bu yazı Google’un Bard yapay zekâ programına 29.09.2023 tarihinde özetletilmiştir. Yapay zekâ özet metnine hiç dokunulmamıştır. https://bard.google.com/chat

[2] Bu konunun ayrıntılı tartışması için bkz. http://omer-demir.net/pubs/her-birimiz-icin-ayri-ayri-uygun-dogru-olan-hepimiz-icin-de-uygun-dogru-olur-mu-terkip-yanilgisinin-ekonomideki-yansimalari/

[3] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Demir, Ö. (2019). İş Ahlakı Oluşturma Gerekçeleri ve İşlevleri: Bir Kurumsal İktisat Yaklaşımı. İş Ahlakı Dergisi. 12(2), 63-94. DOI: 10.12711/tjbe.2019.12.2.0128