SOSYAL BİLİMLERİN SORU(SU)NU

Ömer Torlak –

İnsan, birey olarak soru sorar ve öncelikle kendi sorularına cevap arar. Sorularına cevap arama bakımından da sorunu olan bir varlıktır aynı zamanda insan. Yapıp ettikleri, yapmadıkları, söyledikleri ve söylemedikleri ya da söyleyemediklerine ilişkin kendi içine sorular soran insan, ikili ilişkiden grup ve toplum ilişkisine değin sorulara da cevap arama çabası, insanın sorunları arasında önemli yer tutar. Tüm bu soru ve sorunları ile insanı farklı düzlemlerde çalışma alanı seçen sosyal bilimlerin soru ve sorunları da şüphesiz, insanı anlamaya yöneliktir.

Sosyal bilimlerin ilklerinden kabul edilen felsefe insanın varlık alanına ilişkin sorulara cevap aramaktadır insanlık tarihi boyunca. Bilim olarak sosyal bilim alanının inşasını yakın geçmişe dayandıran bazı yaklaşımlara rağmen, varlığı ve varlığını sorgulayan insanların hemen her medeniyette olduğunu söylemek yanlış olmaz. Her ne kadar baskın felsefe tarihi çalışmaları Roma ve Antik Yunan’a dayandırmaya çalışsa da ondan çok önce de insan var oldukça varlığı anlama çabasının varlığı inkâr edilemez. Ve hemen her çabanın içinde de haberdar olunduğu sürece ortaya konan birikimlerden tercüme yoluyla yararlanma çabası da gözden kaçmaz. Kimileri bu faydalanmayı inkâr etmiş olsa da gerçeklik ortadadır. Dolayısıyla, insanlık tarihinin her döneminde varlığın kendisi ve insanın kendi varlığına ilişkin sorularla meşgul olan felsefe alanının sosyal bilimleri inşa eden alan olduğundan söz edilebilir. Ve bu inşa sürecinin insanın ister vahye inanan isterse inanmayanlar bakımından olsun, inanç ve dinden bağımsız olduğu söylenemez. Ve tüm bu çabanın insanı diğer varlıklardan üstün kılan akıl ve aklı kullanabilme yeteneğinin eseri olduğu da unutulmamalıdır. Öte yandan vahiy kaynaklı dini öğretilerin tamamında ve nihayet İslami öğretide de Allah’ın yarattığı insanı muhatap alıp, aklını kullanmasını sıkça tembih etmesi de insanın soru sorma ve sorunun üzerine gitme, ondan kaçınmama sorumluluğunu açıkça ortaya koyar.

Felsefenin kadim bir sosyal bilim alanı olarak görülmesi gayet doğaldır. Doğal olmayan ya da doğallığı bozan şey ise, felsefenin sosyal bilim olarak sorularının biçim değiştirmesidir diye düşünüyorum. Bu noktada insanın aklını kullanırken, aklı mutlak güç olarak algılamasına yol açacak soruların peşinde koşması, metafizik alanı yok sayması ya da yaratıcısının peygamberler için dahi aralamadığı alanlara ilişkin soru sorma ve bu sorular üzerinden sorunları kendisine dert edinmesi, felsefe alanının sorunlu hâle gelmesine yol açmaktadır. Diğer bir deyişle, varlığın anlamı ile aklını doğru sorularla meşgul etmesi gerekirken aklın gücüne esir olarak kendi varlığından başlamak suretiyle âlemde her ne varsa kendi tasarrufunda olduğuna inandırma çabasındaki felsefe alanının soru ve sorunlarıdır, sosyal bilim olarak felsefeyi yanlış yöne sevk eden. Bu tür sorular peşinde olmak, bunları sorun edinmek ise sosyal bilim olarak felsefeyi bir imkân olmak yerine insanın akıl gücü ile yapamayacağı şeyin olmadığı noktasına getirir. Aydınlanma felsefesi ile birlikte bu yaklaşımın perçinlendiğini söylemek mümkün. Aklın alanı ile metafizik ya da bir diğer deyişle inanç alanını ayrıştıran aydınlanma yaklaşımı sayesinde, ahlaki değerler yerine etik ilkelerin ikamesinin yeterli olacağı, insanın hayatın farklı alanları için parçalanmış zihni ile farklı tutum ve davranışlar sergileyebileceği gibi bir eklektik hayat tarzına mahkûm edildiğini görebiliyoruz. Bu noktada sosyal bilim olarak felsefenin soru formundaki ve yaklaşımındaki değişimin etkisi çok açık.

Peki, niçin kadim bir sosyal bilim alanı olan felsefede sorular ve sorun edinilen konular değiştirilemiyor sorusunu nasıl cevaplayabiliriz? Daha doğrusu belki de öncelikle böyle bir sorunun anlamlı olup olmadığını konuşmak gerekir. Bu soruyu ilahiyat, antropoloji, sosyoloji, psikoloji, iktisat, tarih, edebiyat, işletme, iletişim, hukuk ve pazarlama gibi çok sayıda sosyal bilim kabul edilen ya da sosyal bilim alanı olarak inşa edilmeye çalışılan alan açısından da sormak tabii ki mümkün.

Bu yazıda sosyal bilimlerde soru ve sorunların ne yönde geliştiğini, bu gelişimde hangi faktörlerin rol oynadığını kısaca ifade etmeye ve aslında sosyal bilimin soru sorma yeteneği ve biçimi üzerinden sorunun ne olduğunu tanımlamaya çalışacağız.

Felsefede baskın anlayışın ortaya çıkmasında da aslında sorunun nereye ve nasıl odaklandığı hususuna bakmak epey fikir verecektir. Geçmiş birikimleri yok sayan, göz ardı eden ve bunu ister farkında olmaksızın isterse kasıtlı yapılmış olsun, aklı eksene alan ve yaratıcıyı ve dinî öğretiyi dışlayan bir yaklaşımla soru soran felsefenin asli sorusu olan varlığın anlamına ilişkin gerçeği ve hakikati ortaya çıkarmaya yönelik sonuç almasını beklemek hayaldir. Bu ve benzeri biçimde sorularla hareket eden felsefe çalışmalarının sosyal bilim adına anlamaya yönelik bir yaklaşımdan ziyade baskın olan görüşe veya felsefede otoritesini ispatlamış kişi ve ekollere kendini ispatlamanın ötesinde bir sonuç üretmesi beklenemez. Dolayısıyla bu tür sorulardan hareketle devam edegelen felsefe alanının sorununun da bireyin kendisi ve toplum içindeki varlığının anlam ve anlaşılma çabasına hakikati ve gerçeği yakalama çabası olmadığı rahatlıkla ifade edilebilir. Bu tür çabalar ile olsa olsa, güce ram olma, otoriteye yaranma ve baskın olan anlayış bağlamında ilgili mahallede kendisine yer bulma çabasından ibaret kalan bir sosyal bilim çalışması ortaya çıkar. Sorusunu amaca uygun soramayan sosyal bilimcinin araştırma sorusu ya da çalışmalarında ele alacağı sorunu alandaki otoriteye rağmen doğru formüle etmesini beklemek ise zaten hayal ötesi bir durum olarak ifade edilebilir. Özetle baskın anlayışa ve otoriteye ram olma ya da en azından onun tepkisini almama adına sorulacak her soru, tüm sosyal bilimler için olduğu gibi felsefe alanı için de hatalı bir soru olacak ve böylesi sorulardan yola çıkıldığında da sosyal bilim adına sorun edilmesi gereken çalışma konularının çok uzağında oyalanmaya yönelik değerlendirmeler yapılacaktır.

Tarihte yaşamış toplum ya da toplulukları anlama ve açıklamada alanda görüş ve otoritesi hâkim olan antropologların tezlerinden hareketle soru sorarak yola çıkıldığında da biraz önce felsefe için söylediklerimize benzer bir sığlığın ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. Güney Amerika’da 18. yüzyılda yaşamış bir kabileyi çalışırken Hindistan’da 14 veya 15. yüzyılda yaşamış bir topluluğun açıklanmaya çalışıldığı çalışmanın sorusunu aynen alarak yola çıkmak, bir yönüyle aslında ilk düğmeyi yanlış iliklemek anlamına gelir. Geleneği, kültürü, iklim ve coğrafyası birbirine neredeyse hiç benzemeyen bu iki farklı topluluğu aynı soru üzerinden yola çıkarak çalışmak, ilgili sosyal bilim alanında hâkim görüşün dışına taşmama telaşından kaynaklanmıyorsa bile hatalı bir soru üzerinden sağlayacağı katkısı neredeyse sıfıra yakın olacağı tahmin edilebilen sorununu dert edinmemiş bir sosyal bilimci profili karşımıza çıkaracaktır. Soru doğru sorulmayınca ve/veya sorun gerçekçi olarak ortaya konulmayınca da elbette birtakım çıktılar ilgili alana sunulacak, ancak bu sunulanlar alanda herhangi bir müzakereye konu olmayacağı gibi insan ya da insanlığa herhangi bir katkı da sunmamış olacaktır.

Cezalandırma sistemlerinin birbirinden çok farklı olduğu bilinen iki farklı toplumda herhangi birisindeki mahkûmların psikolojisinden hareketle geliştirilmiş bir teori ya da yaklaşımı suçlara yönelik yaptırım farklılıkları dikkate alınmaksızın kendi çalışma sorusu olarak kullanan bir psikolog ya da psikiyatrist belki çalışması için çok prestijli dergilerde kabul alabilir ve yayınlayabilir, fakat gerçekten cezalandırma sistemi farklı olan bu toplum için çalışma sonuçları katkı sağlıyor mu sorusu cevap beklemeye devam eder. Böyle bir çalışmada sosyal bilimci olarak araştırmacı en azından “acaba aynı suça teşvik bakımından gelenek, inanç, ekonomik durum gibi faktörlerin etkisi nedir” gibi bir soru sormamışsa, bu ve buna benzer pek çok çalışmanın sorusunun yanlış veya en azından eksik olduğu açıktır. Sorunun eksik ya da yanlış olmasında alandaki baskın görüşün etkisi yanında, akademide yükselme kaygısı, farklı bir soru sorabilme becerisindeki eksiklik ve nihayetinde çalıştığı alan ilişkin soru sorma pratiği gelişmemiş sosyal bilimcinin alana ilişkin sorunları görmek istememe ya da sorun olduğunun farkında olmama gibi daha ileri düzeydeki problemleri de göz ardı etmemek gerekir.

Sosyal bilimlerin diğer her alanı için de yukarıdakine benzer hususlardan söz edilebilir. Sınıfsız toplumdaki ilişki ve olguların sınıflı toplumlar için geliştirilmiş sosyoloji teorileri ile açıklanması, tarihî olayları ve kişilerin bağlamından kopuk benzer tarihî yaklaşımlarla ve baskın tarih felsefesi açısından değerlendirilmesi, gelişmişlik düzeyleri ve refah seviyeleri farklı toplumlardaki arz-talep ilişkileri ya da fiyat dengesini aynı teorik açılımlardan hareketle benzer sorularla anlama çabası ve diğer pek çok sosyal alandaki benzer yola çıkışlar, yanlış, eksik ve hatta yönlendirilmiş sorulardan hareketle açıklama gücü zayıf, eksik ve yanlı sosyal bilim çabası olarak okunabilir.

Aklın kullanılmasının en elverişli alanlarından birisi bilim olmasına rağmen, genel olarak ve yazı konusu bakımından sosyal bilim çalışmalarında soru sormak için de aklı etkili bir şekilde kullanmak gerekir. Bu noktada baskın görüş doğrultusunda soru sorup çalışmalarına kabul almak, hatta alkış almak bakımından soruyu formüle etmek de aslında aklın etkili kullanıldığını göstermez mi sorusu akla gelebilir. Tabii ki bu da bir akıl yürütme ve aklı kullanma biçimidir. Ancak böylesi bir yöntemi kullanan sosyal bilimcinin pragmatik ve faydacı bir yaklaşımdan öte, çalışmalarının sosyal ya da toplumsal bir fayda üretmek gibi bir kaygı taşıdığını söyleyemeyiz. Kısa vadede kişisel fayda sağlayacak olan sosyal bilimcinin yaptığı işten tatmin duyması ne kadar mümkündür sorusu da cevaplanmayı bekler. Kimi araştırmacıların kişisel tatmini pragmatik yaklaşımla aşabilmesi mümkünken vicdani olarak tatminsizliği yaşama ihtimali olan sosyal bilimci de elbette vardır ve olacaktır. Sistem içerisinde problem teşkil etmeyen, hatta tam tersine hâkim görüşü kuvvetlendirme yeteneği ile tatmin olan sosyal bilimci yanında sorusunu düzgün kurgulayan sosyal bilimciler de soru ve sorunları ile baş başa aklı kullanmak suretiyle ve her türlü eleştiriyi de göğüslemeyi göze alarak çalışmalarına devam edecektir.

Sosyal bilimlerde soruyu doğru soramamanın ve gerçeğe, hakikate ulaşma yolunda çalışma konularını kendisine sorun edinememenin en temel sebeplerinden birisinin de her bir sosyal bilim alanının ara kesitleri yok sayılarak uzmanlaşma adına yalıtılmış zeminlerde çalışmak durumunda kalmalarıdır. Hâlbuki sosyal bilimlerin her alanının bir diğerinden bağımsız, kopuk ve ayrışmış olarak çalışılabilmesi kesinlikle mümkün değildir. Böyle olduğu içindir ki, kelam alanında çalışanın sorusunun felsefe, sosyoloji, antropoloji ve psikolojiden ve hatta iktisattan bağımsız düşünülemeyeceği açıktır. Benzer biçimde iktisat alanındaki araştırmacıların pazarlama, psikoloji ve sosyolojiden habersiz soru sorarak onlara kalıplaşmış teorilerle cevap aramaları da gerçek sorunlardan kopuk çabaya dönüşmektedir.

Baskın görüşe ram olmuş soru ile yola çıkıldığında sosyal bilimlerin bizatihi kendisinin soruna dönüşmesi kaçınılmazdır. Diğer yandan kapsayıcılığı ortadan kaldıran salt uzmanlık alanı ilişkili sorudan yola çıkan sosyal bilimcinin de bir yandan elde ettiği sonucu anlama ve anlamlandırması zayıflarken öte yandan ise toplumsal ya da sosyal bir olguyu, ilişkiyi ya da sorunu anlayabilmesi, ortaya çıkarabilmesi ve dolayısıyla çözüm üretici çaba içinde olması mümkün olamayacaktır.

Son yıllarda uluslararası arenada sayısallaştırılan performans göstergeleri bağlamında daha fazla yayın yapma ve daha fazla atıf alma yarışının sosyal bilimlerde olması gereken soruların ne derece sorulabildiği ve gerçekten çalışılan konuların toplumsal açıdan ne denli gerçek ve hakiki sorunlarla ilişkili olduğu konusuna yeniden ve ciddi anlamda eğilmemiz gerektiğini bize söylemektedir. Milyonlarca sayfayı bulan yığınların kime hitap ettiği bir yana, sosyal ve toplumsal bir sorunla ne denli ilgili olduğu da değerlendirmeyi beklemektedir. Ülkemiz açısından belki daha da yaralayıcı olan ise, yan odalarda çalışan sosyal bilimcinin birbirlerinin yazdıklarından haberdar olup olmadıkları, haberdar iseler okuyup okumadıkları, okuduklarına ilişkin kendi değerlendirmelerini yapıp yapmadıkları ya da bu değerlendirmelerin dedikodudan öteye geçip geçmediği hususları olsa gerek.

İnsan ömründen çok daha uzun süreleri anlama ve anlamlandırma çabasındaki sosyal bilimlerin her alanına ilişkin soruların doğru sorulmaya başlanması yanında bütüncül perspektiften bakabilme becerisine olan ihtiyaç fazlasıyla ortadadır. Performans göstergesine odaklı çok sayıdaki sosyal bilimci yanında az sayıdaki böylesi çabanın görmezden gelindiği günümüz akademisinde böylesine önemli bir işin ne denli zor olduğu da açıktır.

Her bir sosyal bilimci kendi okumalarını, kütüphanesini gözden geçirerek işe başlayabilir. İster baskın güce ram olma, ister performansa odaklanma, isterse de popüler olana yönelme, sebebi ne olursa olsun, pragmatik düşünen ve hareket eden sosyal bilimciler yanında sorunu olan sosyal bilimci sayısını artırmak zorundayız. Aksi halde, toplumsal mutabakatı niçin sağlayamadığımız, refah düzeyimizi niçin yükseltemediğimiz, birbirini anlamak yerine kamplaşmayı niçin tercih ettiğimiz, neden anlamaya çalışmak yerine anlık tepkiler verdiğimiz gibi çok sayıdaki toplumsal ve sosyal gerçeklikler konusunda emeklemeye devam edeceğimiz açık.

Sosyal bilimlerde doğru sorularla hareket edilemediği ölçüde sosyal bilimcinin sorun tespit etmek ve çözmek yerine bizatihi sorunun kaynağı olması kaçınılmaz gözüküyor. Her ne kadar kendileri farkında olmasa da!

Ömer Torlak
+ diğer makaleler

1961 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden 1982 yalında mezun oldu. 1984 yılında yüksek lisans ve 1991 yılında doktora derecelerini pazarlama alanında İstanbul Üniversitesi’nden aldı. 1996 yılına kadar özel sektörde çalıştı. 1996 yılından itibaren Kırıkkale, Eskişehir Osmangazi ve Çankırı Karatekin Üniversitelerinde görev yaptı. KTO Karatay Üniversitesi’nde rektörlük ve Rekabet Kurumunda başkanlık görevlerinde bulundu. TÜBİTAK Bilim Kurulu üyeliği de yapan Torlak, pazarlama ahlakı, pazarlama tarihi, tüketim kültürü, tüketici davranışları ve pazarlama araştırmaları alanlarında çalışmalarını sürdürmekte ve halen İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde çalışmaktadır.