Ömer Demir –

Yaz mevsimindeyiz ve neredeyse hepimiz her hafta bir tanıdıktan düğün davetiyesi alıyoruz. Ne kadar çok davet alırsak o kadar geniş bir ilişki ağımız var demektir. Ağın genişliği davetiye organizasyonunu birçok nedenle zorlaştırıyor. Eksiksiz bir davetli listesi oluşturmak işin zor ama ilk aşaması. Sonrası daha da zor. Bu davetin uygun bir araçla ilgili herkese ulaştırılması büyük mesai gerektiriyor. Sosyal medya hesaplarından duyurmak yetmez. Davete icabet edilmesini ne kadar arzu ettiğiniz davet usulünüzde saklı. Randevu alıp yüz yüze görüşüp bir acı kahve içtikten sonra “mutlaka bekliyorum” diyerek davetiye bırakmak ile telefon ederek daveti iletip davetiyeyi arkadan göndermek veya sadece WhatsApp’tan davetiyenin fotoğrafını ulaştırmanın aynı şiddette davetler olmadığı açık. Davetli sayısı arttıkça her bir davet türünün külfeti artıyor.

Son zamanlarda düğün davet işlemlerinin külfetini hafifletmek için bir aracı organizasyondan destek alındığını görüyoruz. Düğün sahipleri davet edecekleri kişilerin isim ve telefon bilgilerini bir organizasyon firmasına veriyor, onlar da davetli listesinde adı ve telefonu bulunanların katılım durumlarını ya çevrimiçi bir yazılım ile ya da bizzat telefon ederek teyit ediyorlar. Böylece düğün organizasyonlarında düğün sahiplerinin işleri epeyce kolaylaşmış oluyor. Özellikle davetli sayısının kabarık olduğu düğünlerde sırf bu teyit işlemleri bile günler alan bir ve bu yeni modelinin davetli sayısı yüksek düğünlerde büyük kolaylık sağladığı gayet açık.

Başlıkta mahremiyet ve büyük veri kavramlarını kullandığımıza göre konumuz, günümüzün etkin düğün organizasyonu sistemlerinin tanıtımı olmasa gerek. Dostlarımdan bana gelen bu organizasyon davetleri, bende önce saf akademik amaçlı araştırma konusu olabilecek bir fikir uyandırdı. Yazı fikri bu süreçte doğdu. Bu düğün davet listeleri, büyük ölçüde kişilerin fiili sosyal ağ yapılarını ortaya koyuyor. Kimin kiminle ne düzeyde yakın bir ilişki içinde olduğunu gösteriyor. Bireylerin sosyal sermaye durumlarını resmetmesi bakımından en uygun göstergelerden birinin bu düğün davetlileri ve katılanlar listesi olduğunu söyleyebiliriz. Bireylerin aile yapıları, akrabalık ilişkileri, farklı toplum kesimleriyle olan irtibatları ve bunların yoğunluğu konusunda bu davetli listeleri doğrudan bilgi veren bir veri kaynağı. Ayrıca davetlilerin katılım durumu, eğer yemekli ise oturma düzeninde kimlerin kimlerle oturtulduğu veya katılmayanların mazeretleri ve mümkünse takı veya hediyelerin kimlerden geldiği bilgisi, bireyin ilişki ağının seyrini gözlemek için güzel bir veri bankası oluşturuyor. Hele ki dijital ortamlara aktarılması bu bilgilere kolayca ulaşılmasını ve analiz edilmesini sağlıyor.

Bu vesileyle her katıldığım düğünde fark ettiğim bir ayrıntının çok dikkatimi çektiğini belirtmeliyim. Çok yakın akraba, veya okul arkadaşlarının düğünlerinde bile katılımcıların yüzde 5’den fazlasını tanıdığınız düğün sayısının çok az olması. Bu bize her birimizin gerçek hayatta dağınık biçimde bulunan tanıdık ağının ne kadar farklı olduğunu gösterir. Çok yakın bir arkadaşınızın düğününde, davetlilerin çok azını tanıyor olmanız, aslında tanıdığınız kişilerin ilişki ağı konusunda da çok az şey bildiğinizi gösterir. Düğün davetlileri arasında akraba, arkadaş, arkadaşı, hemşeri, meslektaş, inanç grubu, sosyal ve siyasi çevre gibi birçok boyut olduğunu düşündüğümüzde, sadece bir boyutun (örneğin arkadaşlığı veya akrabalığın) geniş ilişki ağı içinde çok az bir yer tuttuğu ortaya çıkar. Çünkü sizi oraya getiren düğün sahibinin bağlantılarından sadece biridir ve bu her bir düğünde bu çok farklı ilişki boyutlarının değişik oranlarda yer aldığı yatay kesiti oluşur. Kimisinde siyasi aktörler daha çok yer alır, kimisinde çevreleri, kimisinde de akrabalar. Ama her liste, düğün sahipleri odaklı, birçoğunun birbirlerini tanımadığı ve sadece düğün sahiplerinden birinin veya her ikisinin de tanıdığı bir toplumsal alt ilişki ağına işaret eder. Bu listelerin sahip olduğu örüntü önemli bir araştırma evreni ortaya çıkarır. Bu, işin akademik yönü ki bu yazıda asıl dikkat çekmek istediğimiz konu o değil.

Davetli Listesinin Amaç Dışı Kullanımı

Kısaca, kimin kiminle ne tür bir ilişki ağı kurduğunu ortaya koymak için düğün davetli listesi ve bu listenin ne kadarının katılım sağladığı önemli bir bilgi kaynağıdır.

Bu konunun niçin bir yazı konusu olduğuna henüz gelmedik.

İnsanların reel ilişki ağını ortaya koymak için önemli bir veri kaynağı olarak görülebilecek düğün davetli listelerinin özel şirketlerin elinde, hiç umulmadık biçimde hatta katılımcıların rızası dışında kullanılabilecek önemli bir veri kaynağı olduğuna dikkat çekmek asıl amacım. Yazının amacı bu duruma birkaç yönden işaret etmek. Ayrıca düğün organizasyonu yapan firmaların elindeki bu isim soy isim ve telefon numarası ve bir kısmının unvanları bulunan davetli listeleri yanında, oturma düzeni (kimlerin hangi masalarda birlikte oturtulduğu da önemli bir ilişki göstergesidir) ile çoğu zaman katılım teyit amaçlı davetlilerle yapılan (istenirse kaydedilebilecek) telefon ses kayıtları da diğer potansiyel veri grubunu oluşturuyor. Soru şu: Bu veriler düğüne iştirak edenlerin katılım ve oturma düzenini ayarlama dışında başka amaçlarla kullanıldığında ne olur? Soruyu şöyle de sorabiliriz: İşimizi kolaylaştırmak için düğünümüze davet etmeye değer bulduğumuz bütün tanıdıkların isim ve telefon listesini para kazanma amaçlı bu düğünün organizasyonunu yapan bir firmaya verdiğimizde, sadece işimizi kolaylaştırmış olmuyor, birilerinin kolay kolay arayıp da bulamayacağı bir veri bankası oluşturmalarına da sebep olmuyor muyuz?

Burada birkaç sorun alanı var:

İlki kişisel verilerin izinsiz bir şekilde özel bir şirket/kişi ile paylaşılmasıyla ilgili. Şöyle ki, düğün sahibinin, tüm tanıdıklarının isim ve telefon bilgilerini, o kişilerin doğrudan veya dolaylı olarak rızalarını almadan üçüncü kişilerin (şirketin) eline vermesi doğru mudur? Bu telefon numaraları, düğün sahibinin ilişki ağını göstermenin ötesinde birilerinin telefon numaralarının ortalıkta dolaşmasına yol açmaz mı? Kendisinden başka hiç kimseye vermese, sırf firma kendisi kullansa bile bu bir risk oluşturmaz mı? Düğün sahibinin böyle bir veri paylaşım hakkı olabilir mi? Yani benim telefon numaramı potansiyel dostlarımın telefon numaraları ile birlikte benim rızam olmadan bir firmaya vermeye düğün sahibinin hakkı var mıdır? “Bu numaradan beni arayabilirsin” diye verilen bir telefon numarasının ilgisiz kişilerin eline geçmesi hiç kimsenin isteyeceği bir şey değildir.

İkincisi söz konusu şirketlerin/kişilerin bu veriyi nasıl muhafaza ettikleri konusu. Belli sayıda farklı sosyal çevrelere ve eğilimlere sahip kişilerin davetli listelerini, organizasyon firması dışında üçüncü kişiler elde etmek isterse, bunu engelleyecek bir tedbir alınıyor mu? Yani verilen isim ve telefon listesinin sadece düğün sahibinin organizasyon ihtiyacını karşılamak için kullanıldığının, bunun dışında bir amaçla hiçbir surette kullanılmadığının güvencesi var mıdır?

Toplumdaki ilişki ağlarını takip eden tercih mimarı, siyasi analist ya da istihbarat elemanı olsam, bu listelere ilgi göstereceğimi düşündüğüme göre bu işleri yapanların bu davetli listelerine ilgi göstereceğini de kolayca söyleyebilirim. Seçimlerde bir bankanın müşterilerine telefonlarından bir siyasi harekete dair duyuru mesajı geldiğine dair dedikodular, bu konunun sadece düğün organizasyonu yapan firmalar için değil, her işlemin başında insanı bıktıran veri koruma stratejileri ile ilgili uzun aydınlatma açıklamaları yapan kurumsal firmalarda da gündeme gelebileceğini gösterdi. Başta farklı toplum kesimlerine ulaşmak isteyen sivil toplum kuruluşları olmak üzere kişilerin iletişim hatlarına ilgi duyan herkes için bu veriler çok rağbet görür. Özellikle yabancı istihbarat örgütleri bu listelerden ne güzel ilişki ağı örüntüleri çıkarırlar. Sadece rızaya dayalı paylaşımlar akla gelmesin, suç örgütleri de bu listeler içinden birkaç kişinin telefon numarası için harekete geçebilir, bu bilgilere ulaşabilenlere önemli miktarlarda ödeme yapma yanında tehdit ve zor da kullanabilirler. Yani bu tür bilgilerin sağlandığı ortamlarda yapısal tedbirler almak, bilgilerin paylaşımını oralarda çalışanların dürüstlüğüne olan güvene terk etmemek gerekir.

Son olarak da akraba, , komşu vb. ilişkilerinin özellikle dijital ortamlarda dolandırıcılık için kullanılması hiç de yabana atılamayacak bir durumdur. Sosyal medyada ve akıllı telefonlarda ya da oyun uygulamalarında bu ilişkiler dolandırıcılar için pekâlâ hedef kişilerde “güven tesis etme” amacıyla kullanılabilir. Bunun sayısız örneklerine basın yayın kuruluşlarında sıklıkla karşılaşılmıyor mu?

Sonuç: Düğün vesilesi ile birçoğunun birbirini tanımadığı ama her birini sadece düğün sahibinin tanıdığı isim ve telefon numarası listelerini içeren ilişki ağı, sadece akademik amaçlı çalışma yapacak kişilerin değil, kimlerin kimlerle ne düzeyde ilişki kurduğunu merak eden ve bunda çıkarı (reklam, istihbarat, dolandırıcılık vs.) olan herkesin ilgisini çeker. Bu sebeple davetli listeleri bir toplumdaki bireyler arası ilişki örüntülerini ortaya çıkarmada çok önemli olmanın yanında kişisel verilerin, o verilerin sahiplerinin rızası olmadan üçüncü kişilerle paylaşılması gibi ciddi bir sorun barındırıyor. Bu durum hem kati yasal düzenleme konusu yapılmalı hem de düğün sahipleri ile firmalar arasında özel sözleşme ile amaç dışı kullanım durumunda ciddi yaptırımlara bağlanmalıdır. Ayrıca bu listelerde fiilen tanınırlığı azaltacak isim soy isim veya telefon numaralarının bazı hanelerini karartma, sistemden veri kopyalamanın şifre veya izne bağlı olması gibi teknik tedbirler üzerinde de durulmalıdır. Yoksa bu listelerden elde edilen bilgilerin nasıl kötüye kullanıldığı örneklerini yaşadığımızda tedbir için çok geç kalmış olabiliriz. Hatta buradan bilgi edinildiğini hiçbir zaman öğrenme imkânı bile olmayabilir. Dijital dünyanın imkânlarını kullanırken, bu tür risklerini de zamanında görüp tedbir almak güzel bir etkin devlet refleksi olarak takdire şayandır.

Mustafa Acar –

“Istanbul Network for Liberty” (İstanbul Özgürlük Ağı) adıyla 2011 yılında, dini, ekonomik ve siyasi özgürlük gibi evrensel değerlerin İslam ile uyumlu olduğunu göstermek amacıyla araştırmacıları, akademisyenleri ve aydınları bir araya getirmek için, bu satırların yazarının da aralarında bulunduğu bir grup aydın, akademisyen ve aktivist tarafından kurulan, daha sonra Islam & Liberty Network (İslam ve Özgürlük Ağı) olarak adı değiştirilen ILN 9. Uluslararası İslam ve Özgürlük Konferansı Mardin’de 27-29 Ekim 2022 tarihlerinde gerçekleştirildi.

Konferansta ekonomik ve siyasi özgürlükler açısından genel olarak İslam dünyasının durumu ve daha özelde Türkiye’nin 1980’li yıllardan bu yana serbest piyasa ekonomisi yolunda attığı adımlar, yaptığı girişimler, harcadığı çabalar ve bunun sonuçlarını konu alan, “Müslüman Dünyada Ekonomik ve Siyasi Özgürlükler ve Türkiye’nin Serbest Piyasaya Dönük Çabaları” başlıklı bir bildiri sunmuştum.[1]

Rahmetli Özal’ın 1980’lerin başında Türkiye’yi dışa açma, serbest piyasa ekonomisini tesis etme, devletin ekonomideki ağırlığını azaltma, dış ticareti serbestleştirme ve özel girişimlerin (hür teşebbüsün) önünü açma konusunda yaptığı hamleler gerçekten de son derece önemliydi. Bu sayede Türkiye, 1950’li yılların başlarında Menderes dönemindeki yarım kalmış dışa açılma çabalarından sonra ilk defa gerçek anlamda dışa kapalı bir ülke olmaktan çıkıyor, somut adımlarla dış dünyaya açılıyordu. Söz konusu piyasa yanlısı ve özgürlükçü hamleler sayesinde Türkiye’de birtakım anayasal yasaklar kalkıyor, ekonomide devletin rolü ve ağırlığı azaltılıyor, cebinde yabancı para bulundurmak bir suç olmaktan çıkıyor, kambiyo rejimi değiştiriliyor, ihracat hamlesi başlatılıyor, Avrupa Birliğine tam üyelik müracaatı yapılıyordu. Kısaca Türkiye Cumhuriyet tarihinde ilk defa dışa açık, dış dünya ile entegre olmaya çalışan, dış ticaretini serbestleştirmiş, ekonomik özgürlüklerin önünü açmış, özel sektörü inisiyatif almaya teşvik eden bir ülke olmuştu.

Ne yazık ki Özal’ın bu özgürlükçü ve serbest piyasacı hamleleri 1990’lı yıllarda sürdürülemedi. 1990’lı yılların başında rahmetli Özal’ın ani ve şaibeli ölümünün ardından başlayan, Adnan Kahveci, Uğur Mumcu ve Eşref Bitlis gibi tanınmış siyasetçi, gazeteci ve askerlerin de kurbanları arasında bulunduğu bir dizi faili meçhul cinayetle askerî vesayetçi, yasakçı, içine kapanık, istikrarsız bir döneme giren Türkiye bunun bedelini çok ağır ödedi. 1990’lı yıllara damgasını vuran “28 Şubat Süreci”yle birlikte iç barış ve huzur bozuldu; ekonomik ve siyasi özgürlükler budandı; çeşitli hukuksuzlukların, ideolojik ve siyasi ayrımcılıkların, başörtüsü yasaklarının, mesnetsiz soruşturmalar, kovuşturmalar ve işten atılmaların damga vurduğu bir “ekonomik ve siyasi karabasan süreci” Türkiye’yi silindir gibi ezdi geçti. Yaşanan bu anormalliklerin doğal olarak ağır bir iktisadi bedeli de oldu. 1994’te yaşanan ilk ağır ekonomik krizi 1999, 2000 ve 2001 krizleri izledi. Yedi yıl içinde dört ciddi ekonomik krizle sarsılan ülkede makroekonomik göstergeler bozuldu, ekonomik büyüme durdu, ihracat artışı yavaşladı, Türk parası değer kaybetti, kamu borçları arttı, faizler ve enflasyon rekor seviyelere yükseldi, işsizlik oranları arttı ve her bir krizle birlikte onbinlerce, hatta yüzbinlerce insan işini kaybetti.

2001 krizinden sonra başlayan toparlanma çabaları ve Kemal Derviş öncülüğünde başlatılan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” asıl meyvelerini 2002 sonlarında yapılan erken seçimle birlikte AK Partinin iktidara gelmesinden sonra verdi. Özellikle 2002-2012 arası ilk on yılda AK Parti iktidarları Özal’ın izinden giderek reformcu, özgürlükçü ve demokrat bir çizgi izlediler; ekonomik, siyasi ve hukuki reformlar ve açılımlar yaptılar. Bu dışa açılmacı, serbest piyasacı, özgürlükçü, mali disipline önem veren, AB üyelik sürecini ciddiye alıp gereken ev ödevlerini yapan reformcu politikalar sonucu makro göstergelerde takdire değer iyileşmeler oldu. Türkiye’nin GSYH’sı, kişi başına geliri ve yıllık ihracatı katlanarak arttı, büyüme hızlandı, enflasyon tek haneli rakamlara geriledi, Türk parası yabancı paralar karşısında değer kazandı, Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımları Cumhuriyet tarihinin rekorlarını kırdı.

Ancak ikinci on yılda aynı reformcu, serbest piyasacı ve özgürlükçü çizgi ne yazık ki sürdürülemedi. Arap Baharı, One-Minute olayının tetiklediği tepkiler, iktidardaki özgüven patlaması, güç zehirlenmesi, yozlaşma, Suriye kriziyle bağlantılı olarak ülkenin gücünün çok çok üzerinde riskler alınması, Gezi Parkı olayları, 17-25 Aralık olayları, 15 Temmuz darbe girişimi gibi, ancak başka bir yazının konusu olabilecek birtakım içsel ve dışsal faktörlerin de etkisiyle bazı alanlarda adeta U dönüşleri yapıldı, açılımlar durdu, reformlar askıya alındı, AB hedefinden sapılma bir yana bunlar küçümsenmeye başlandı, parasal istikrarın sorumlusu olan Merkez Bankası yönetimine sık sık müdahale edildi, mali disiplinden sapıldı, (istikrar, belirsizliklerin azaltılması, öngörülebilirliğin artırılması, enflasyonla kararlı mücadele, ülke riskinin aşağı çekilmesi gibi) ekonomik ve siyasi gerek şartlar yerine getirilmeden faizler siyasi talimatla düşürülmeye zorlandı, göreve getirilmelerde ehliyet ve liyakatten ziyade sadakat vurgusu öne çıktı, “komşularla sıfır sorun” politikasından “dört tarafımız düşmanla dolu ve bizim bizden başka dostumuz yok” anlayışına kayıldı, sonuçta dış dünya ile ilişkiler bozulmaya başladı… Bütün bu zor şartların üstüne bir de Covid-19 salgınının patlak vermesi olumsuz gelişmelere tuz biber ekmiş oldu.

Devasa boyutlarda artan kamu harcamaları bütçe açıklarını artırdı, açığı kapatmak için rekor düzeylerde para basıldı, para arzında ölçüsüz genişlemeler yapıldı, yabancı sermaye gelmez oldu, dolar kıtlaştı. Bu şartlar altında iktisadın evrensel yasaları devreye girdi ve karşılıksız para basmalar bize rekor seviyelerde yüksek enflasyon olarak geri döndü, faiz üzerindeki anormal müdahaleler enflasyon ve kur dengesini bozdu, enflasyon beklentilerini kötüleştirdi, kurlarda anormal artışlar oldu. Kurların önlenemez yükselişine dur demek ve gelişmelerin büsbütün kontrolden çıkmasına engel olmak için de önce Hazineye, oradan vergi mükelleflerinin sırtına yeni yükler yükleyen kur korumalı mevduat (KKM) sistemi devreye sokuldu…

Sonuçta bütün makro göstergeler bozuldu. 2013 yılında Cumhuriyet tarihinde bir zirveye ulaşan rakamlar izleyen yıllarda sürekli geriledi. Tablo 1 1980 sonrası dönemde Türkiye ekonomisinin performansını dönemler halinde özetlemektedir. Bu dönemin, esas itibariyle 1980-93 (Özal dönemi), 1994-2002 (28 Şubat dönemi), 2003-2013 (I. Erdoğan dönemi) ve 2014-2021 (II. Erdoğan dönemi) olmak üzere dört dönem olarak incelenmesi mümkündür. Bunlardan Özal dönemi ile I. Erdoğan döneminin dışa açılmacı, reformcu, serbest ticaretçi, yani serbest piyasacı; buna karşılık 28 Şubat dönemi ile II. Erdoğan döneminin içe kapanmacı, statükocu, korumacı, yani anti-piyasacı ve devletçi dönem olarak nitelenmesi mümkündür.

Tablo 1’den de izlenebileceği gibi, serbest piyasacı politikaların egemen olduğu dönemlerde ekonominin performansı belli başlı bütün makroekonomik göstergeler açısından anti-piyasacı, devletçi dönemlere kıyasla belirgin biçimde daha yüksektir. Nitekim Özal döneminde %7 olan yıllık ortalama büyüme hızı 28 Şubat döneminde -0,37’dir. I. Erdoğan döneminde yaklaşık %14 olan yıllık ortalama reel büyüme oranı II. Erdoğan döneminde -2’dir. Kişi başına gelir ve ihracat artışları için de benzer eğilimler söz konusudur. 1980’de yaklaşık 90 milyar dolar olan GSYH 1993’te 238 milyar dolara eriştikten sonra 28 Şubat dönemi sonunda 230 milyar dolara gerilemiştir. Reformcu ve serbest piyasacı politikaların izlendiği I. Erdoğan dönemi sonunda 2013’te 951 milyar dolar ile 1 trilyon sınırına dayanmış olan GSYH, içe kapanmacı ve devletçi politikaların baskın olduğu II. Erdoğan dönemi sonunda 2021’de 807 milyar dolara gerilemiştir. Benzer şekilde, 2002’de 3.492 dolar olan kişi başına gelir 2013’te 12.480 dolara yükseldikten sonra düşme eğilimine girmiş, 2021’de yaklaşık 9.528 dolara gerilemiştir. En kötüsü, esas itibariyle devletlerin halkları üzerinde bir soygun mekanizması olan enflasyon, 2004-2017 arasındaki tek haneli rakamlardan sonra hızlanarak rekor seviyelere yükselmiş, TL’de büyük çaplı değer kayıpları yaşanmıştır. Bütün bunların bir yansıması ve bileşik sonucu olarak da, Türkiye ekonomisinin büyüklük olarak dünya sıralamasındaki yeri 2015’teki 15. sıradan 2021’de 21. sıraya gerilemiştir. Bu tablonun önümüze koyduğu “kıssadan hisse” açıktır: Serbest piyasa devletçilikten, dışa açılma içe kapanmaktan, serbest ticaret korumacılıktan, reformculuk statükoculuktan, özgürlükleri genişletmekten baskıcılıktan iyidir.

Tablo 1: Türkiye’nin 1980 Sonrası Makro Ekonomik Göstergeleri (1980-2021)

Gösterge 1980 1993 2002 2013 2021 Özal Dönemi (1980-1993) 28 Şubat Süreci (1994-2002) 1. Erdoğan Dönemi (2003-2013) 2. Erdoğan Dönemi (2014-2021)
GSYH (milyar $) 90,7 238,4 230,5 951 806,8
büyüme (GSYH, %)* 7,7 -0,37 13,75 -2,03
Kişi başına GSYH ($) 2 041 4 116 3 492 12 480 9 528
Kişi başına gelir artışı (%)* 5,54 -1,81 12,28 -3,32
İhracat artışı (%)* 13,65 10 13,95 4,37
İşsizlik (%) 8,6 9,4 10,8 9,7 12
Enflasyon

(TÜFE, %)

94,3 75,6 29,7 7,4 36,1

(*) Yıllık ortalama artış hızı.

Kaynak: TÜİK ve Kalkınma Bakanlığı verilerinden yararlanarak tarafımızdan hesaplanmıştır.

[1] https://islamandlibertynetwork.org/wp-content/uploads/2022/11/Mustafa-Acar-ILN_Mardin_27-28-Oct-22.pdf

Ömer Torlak –

İnsan, birey olarak soru sorar ve öncelikle kendi sorularına cevap arar. Sorularına cevap arama bakımından da sorunu olan bir varlıktır aynı zamanda insan. Yapıp ettikleri, yapmadıkları, söyledikleri ve söylemedikleri ya da söyleyemediklerine ilişkin kendi içine sorular soran insan, ikili ilişkiden grup ve toplum ilişkisine değin sorulara da cevap arama çabası, insanın sorunları arasında önemli yer tutar. Tüm bu soru ve sorunları ile insanı farklı düzlemlerde çalışma alanı seçen sosyal bilimlerin soru ve sorunları da şüphesiz, insanı anlamaya yöneliktir.

Sosyal bilimlerin ilklerinden kabul edilen felsefe insanın varlık alanına ilişkin sorulara cevap aramaktadır insanlık tarihi boyunca. Bilim olarak sosyal bilim alanının inşasını yakın geçmişe dayandıran bazı yaklaşımlara rağmen, varlığı ve varlığını sorgulayan insanların hemen her medeniyette olduğunu söylemek yanlış olmaz. Her ne kadar baskın felsefe tarihi çalışmaları Roma ve Antik Yunan’a dayandırmaya çalışsa da ondan çok önce de insan var oldukça varlığı anlama çabasının varlığı inkâr edilemez. Ve hemen her çabanın içinde de haberdar olunduğu sürece ortaya konan birikimlerden tercüme yoluyla yararlanma çabası da gözden kaçmaz. Kimileri bu faydalanmayı inkâr etmiş olsa da gerçeklik ortadadır. Dolayısıyla, insanlık tarihinin her döneminde varlığın kendisi ve insanın kendi varlığına ilişkin sorularla meşgul olan felsefe alanının sosyal bilimleri inşa eden alan olduğundan söz edilebilir. Ve bu inşa sürecinin insanın ister vahye inanan isterse inanmayanlar bakımından olsun, inanç ve dinden bağımsız olduğu söylenemez. Ve tüm bu çabanın insanı diğer varlıklardan üstün kılan akıl ve aklı kullanabilme yeteneğinin eseri olduğu da unutulmamalıdır. Öte yandan vahiy kaynaklı dini öğretilerin tamamında ve nihayet İslami öğretide de Allah’ın yarattığı insanı muhatap alıp, aklını kullanmasını sıkça tembih etmesi de insanın soru sorma ve sorunun üzerine gitme, ondan kaçınmama sorumluluğunu açıkça ortaya koyar.

Felsefenin kadim bir sosyal bilim alanı olarak görülmesi gayet doğaldır. Doğal olmayan ya da doğallığı bozan şey ise, felsefenin sosyal bilim olarak sorularının biçim değiştirmesidir diye düşünüyorum. Bu noktada insanın aklını kullanırken, aklı mutlak güç olarak algılamasına yol açacak soruların peşinde koşması, metafizik alanı yok sayması ya da yaratıcısının peygamberler için dahi aralamadığı alanlara ilişkin soru sorma ve bu sorular üzerinden sorunları kendisine dert edinmesi, felsefe alanının sorunlu hâle gelmesine yol açmaktadır. Diğer bir deyişle, varlığın anlamı ile aklını doğru sorularla meşgul etmesi gerekirken aklın gücüne esir olarak kendi varlığından başlamak suretiyle âlemde her ne varsa kendi tasarrufunda olduğuna inandırma çabasındaki felsefe alanının soru ve sorunlarıdır, sosyal bilim olarak felsefeyi yanlış yöne sevk eden. Bu tür sorular peşinde olmak, bunları sorun edinmek ise sosyal bilim olarak felsefeyi bir imkân olmak yerine insanın akıl gücü ile yapamayacağı şeyin olmadığı noktasına getirir. Aydınlanma felsefesi ile birlikte bu yaklaşımın perçinlendiğini söylemek mümkün. Aklın alanı ile metafizik ya da bir diğer deyişle inanç alanını ayrıştıran aydınlanma yaklaşımı sayesinde, ahlaki değerler yerine etik ilkelerin ikamesinin yeterli olacağı, insanın hayatın farklı alanları için parçalanmış zihni ile farklı tutum ve davranışlar sergileyebileceği gibi bir eklektik hayat tarzına mahkûm edildiğini görebiliyoruz. Bu noktada sosyal bilim olarak felsefenin soru formundaki ve yaklaşımındaki değişimin etkisi çok açık.

Peki, niçin kadim bir sosyal bilim alanı olan felsefede sorular ve sorun edinilen konular değiştirilemiyor sorusunu nasıl cevaplayabiliriz? Daha doğrusu belki de öncelikle böyle bir sorunun anlamlı olup olmadığını konuşmak gerekir. Bu soruyu ilahiyat, antropoloji, sosyoloji, psikoloji, iktisat, tarih, edebiyat, işletme, iletişim, hukuk ve pazarlama gibi çok sayıda sosyal bilim kabul edilen ya da sosyal bilim alanı olarak inşa edilmeye çalışılan alan açısından da sormak tabii ki mümkün.

Bu yazıda sosyal bilimlerde soru ve sorunların ne yönde geliştiğini, bu gelişimde hangi faktörlerin rol oynadığını kısaca ifade etmeye ve aslında sosyal bilimin soru sorma yeteneği ve biçimi üzerinden sorunun ne olduğunu tanımlamaya çalışacağız.

Felsefede baskın anlayışın ortaya çıkmasında da aslında sorunun nereye ve nasıl odaklandığı hususuna bakmak epey fikir verecektir. Geçmiş birikimleri yok sayan, göz ardı eden ve bunu ister farkında olmaksızın isterse kasıtlı yapılmış olsun, aklı eksene alan ve yaratıcıyı ve dinî öğretiyi dışlayan bir yaklaşımla soru soran felsefenin asli sorusu olan varlığın anlamına ilişkin gerçeği ve hakikati ortaya çıkarmaya yönelik sonuç almasını beklemek hayaldir. Bu ve benzeri biçimde sorularla hareket eden felsefe çalışmalarının sosyal bilim adına anlamaya yönelik bir yaklaşımdan ziyade baskın olan görüşe veya felsefede otoritesini ispatlamış kişi ve ekollere kendini ispatlamanın ötesinde bir sonuç üretmesi beklenemez. Dolayısıyla bu tür sorulardan hareketle devam edegelen felsefe alanının sorununun da bireyin kendisi ve toplum içindeki varlığının anlam ve anlaşılma çabasına hakikati ve gerçeği yakalama çabası olmadığı rahatlıkla ifade edilebilir. Bu tür çabalar ile olsa olsa, güce ram olma, otoriteye yaranma ve baskın olan anlayış bağlamında ilgili mahallede kendisine yer bulma çabasından ibaret kalan bir sosyal bilim çalışması ortaya çıkar. Sorusunu amaca uygun soramayan sosyal bilimcinin araştırma sorusu ya da çalışmalarında ele alacağı sorunu alandaki otoriteye rağmen doğru formüle etmesini beklemek ise zaten hayal ötesi bir durum olarak ifade edilebilir. Özetle baskın anlayışa ve otoriteye ram olma ya da en azından onun tepkisini almama adına sorulacak her soru, tüm sosyal bilimler için olduğu gibi felsefe alanı için de hatalı bir soru olacak ve böylesi sorulardan yola çıkıldığında da sosyal bilim adına sorun edilmesi gereken çalışma konularının çok uzağında oyalanmaya yönelik değerlendirmeler yapılacaktır.

Tarihte yaşamış toplum ya da toplulukları anlama ve açıklamada alanda görüş ve otoritesi hâkim olan antropologların tezlerinden hareketle soru sorarak yola çıkıldığında da biraz önce felsefe için söylediklerimize benzer bir sığlığın ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. Güney Amerika’da 18. yüzyılda yaşamış bir kabileyi çalışırken Hindistan’da 14 veya 15. yüzyılda yaşamış bir topluluğun açıklanmaya çalışıldığı çalışmanın sorusunu aynen alarak yola çıkmak, bir yönüyle aslında ilk düğmeyi yanlış iliklemek anlamına gelir. Geleneği, kültürü, iklim ve coğrafyası birbirine neredeyse hiç benzemeyen bu iki farklı topluluğu aynı soru üzerinden yola çıkarak çalışmak, ilgili sosyal bilim alanında hâkim görüşün dışına taşmama telaşından kaynaklanmıyorsa bile hatalı bir soru üzerinden sağlayacağı katkısı neredeyse sıfıra yakın olacağı tahmin edilebilen sorununu dert edinmemiş bir sosyal bilimci profili karşımıza çıkaracaktır. Soru doğru sorulmayınca ve/veya sorun gerçekçi olarak ortaya konulmayınca da elbette birtakım çıktılar ilgili alana sunulacak, ancak bu sunulanlar alanda herhangi bir müzakereye konu olmayacağı gibi insan ya da insanlığa herhangi bir katkı da sunmamış olacaktır.

Cezalandırma sistemlerinin birbirinden çok farklı olduğu bilinen iki farklı toplumda herhangi birisindeki mahkûmların psikolojisinden hareketle geliştirilmiş bir teori ya da yaklaşımı suçlara yönelik yaptırım farklılıkları dikkate alınmaksızın kendi çalışma sorusu olarak kullanan bir psikolog ya da psikiyatrist belki çalışması için çok prestijli dergilerde kabul alabilir ve yayınlayabilir, fakat gerçekten cezalandırma sistemi farklı olan bu toplum için çalışma sonuçları katkı sağlıyor mu sorusu cevap beklemeye devam eder. Böyle bir çalışmada sosyal bilimci olarak araştırmacı en azından “acaba aynı suça teşvik bakımından gelenek, inanç, ekonomik durum gibi faktörlerin etkisi nedir” gibi bir soru sormamışsa, bu ve buna benzer pek çok çalışmanın sorusunun yanlış veya en azından eksik olduğu açıktır. Sorunun eksik ya da yanlış olmasında alandaki baskın görüşün etkisi yanında, akademide yükselme kaygısı, farklı bir soru sorabilme becerisindeki eksiklik ve nihayetinde çalıştığı alan ilişkin soru sorma pratiği gelişmemiş sosyal bilimcinin alana ilişkin sorunları görmek istememe ya da sorun olduğunun farkında olmama gibi daha ileri düzeydeki problemleri de göz ardı etmemek gerekir.

Sosyal bilimlerin diğer her alanı için de yukarıdakine benzer hususlardan söz edilebilir. Sınıfsız toplumdaki ilişki ve olguların sınıflı toplumlar için geliştirilmiş sosyoloji teorileri ile açıklanması, tarihî olayları ve kişilerin bağlamından kopuk benzer tarihî yaklaşımlarla ve baskın tarih felsefesi açısından değerlendirilmesi, gelişmişlik düzeyleri ve refah seviyeleri farklı toplumlardaki arz-talep ilişkileri ya da fiyat dengesini aynı teorik açılımlardan hareketle benzer sorularla anlama çabası ve diğer pek çok sosyal alandaki benzer yola çıkışlar, yanlış, eksik ve hatta yönlendirilmiş sorulardan hareketle açıklama gücü zayıf, eksik ve yanlı sosyal bilim çabası olarak okunabilir.

Aklın kullanılmasının en elverişli alanlarından birisi bilim olmasına rağmen, genel olarak ve yazı konusu bakımından sosyal bilim çalışmalarında soru sormak için de aklı etkili bir şekilde kullanmak gerekir. Bu noktada baskın görüş doğrultusunda soru sorup çalışmalarına kabul almak, hatta alkış almak bakımından soruyu formüle etmek de aslında aklın etkili kullanıldığını göstermez mi sorusu akla gelebilir. Tabii ki bu da bir akıl yürütme ve aklı kullanma biçimidir. Ancak böylesi bir yöntemi kullanan sosyal bilimcinin pragmatik ve faydacı bir yaklaşımdan öte, çalışmalarının sosyal ya da toplumsal bir fayda üretmek gibi bir kaygı taşıdığını söyleyemeyiz. Kısa vadede kişisel fayda sağlayacak olan sosyal bilimcinin yaptığı işten tatmin duyması ne kadar mümkündür sorusu da cevaplanmayı bekler. Kimi araştırmacıların kişisel tatmini pragmatik yaklaşımla aşabilmesi mümkünken vicdani olarak tatminsizliği yaşama ihtimali olan sosyal bilimci de elbette vardır ve olacaktır. Sistem içerisinde problem teşkil etmeyen, hatta tam tersine hâkim görüşü kuvvetlendirme yeteneği ile tatmin olan sosyal bilimci yanında sorusunu düzgün kurgulayan sosyal bilimciler de soru ve sorunları ile baş başa aklı kullanmak suretiyle ve her türlü eleştiriyi de göğüslemeyi göze alarak çalışmalarına devam edecektir.

Sosyal bilimlerde soruyu doğru soramamanın ve gerçeğe, hakikate ulaşma yolunda çalışma konularını kendisine sorun edinememenin en temel sebeplerinden birisinin de her bir sosyal bilim alanının ara kesitleri yok sayılarak uzmanlaşma adına yalıtılmış zeminlerde çalışmak durumunda kalmalarıdır. Hâlbuki sosyal bilimlerin her alanının bir diğerinden bağımsız, kopuk ve ayrışmış olarak çalışılabilmesi kesinlikle mümkün değildir. Böyle olduğu içindir ki, kelam alanında çalışanın sorusunun felsefe, sosyoloji, antropoloji ve psikolojiden ve hatta iktisattan bağımsız düşünülemeyeceği açıktır. Benzer biçimde iktisat alanındaki araştırmacıların pazarlama, psikoloji ve sosyolojiden habersiz soru sorarak onlara kalıplaşmış teorilerle cevap aramaları da gerçek sorunlardan kopuk çabaya dönüşmektedir.

Baskın görüşe ram olmuş soru ile yola çıkıldığında sosyal bilimlerin bizatihi kendisinin soruna dönüşmesi kaçınılmazdır. Diğer yandan kapsayıcılığı ortadan kaldıran salt uzmanlık alanı ilişkili sorudan yola çıkan sosyal bilimcinin de bir yandan elde ettiği sonucu anlama ve anlamlandırması zayıflarken öte yandan ise toplumsal ya da sosyal bir olguyu, ilişkiyi ya da sorunu anlayabilmesi, ortaya çıkarabilmesi ve dolayısıyla çözüm üretici çaba içinde olması mümkün olamayacaktır.

Son yıllarda uluslararası arenada sayısallaştırılan performans göstergeleri bağlamında daha fazla yayın yapma ve daha fazla atıf alma yarışının sosyal bilimlerde olması gereken soruların ne derece sorulabildiği ve gerçekten çalışılan konuların toplumsal açıdan ne denli gerçek ve hakiki sorunlarla ilişkili olduğu konusuna yeniden ve ciddi anlamda eğilmemiz gerektiğini bize söylemektedir. Milyonlarca sayfayı bulan yığınların kime hitap ettiği bir yana, sosyal ve toplumsal bir sorunla ne denli ilgili olduğu da değerlendirmeyi beklemektedir. Ülkemiz açısından belki daha da yaralayıcı olan ise, yan odalarda çalışan sosyal bilimcinin birbirlerinin yazdıklarından haberdar olup olmadıkları, haberdar iseler okuyup okumadıkları, okuduklarına ilişkin kendi değerlendirmelerini yapıp yapmadıkları ya da bu değerlendirmelerin dedikodudan öteye geçip geçmediği hususları olsa gerek.

İnsan ömründen çok daha uzun süreleri anlama ve anlamlandırma çabasındaki sosyal bilimlerin her alanına ilişkin soruların doğru sorulmaya başlanması yanında bütüncül perspektiften bakabilme becerisine olan ihtiyaç fazlasıyla ortadadır. Performans göstergesine odaklı çok sayıdaki sosyal bilimci yanında az sayıdaki böylesi çabanın görmezden gelindiği günümüz akademisinde böylesine önemli bir işin ne denli zor olduğu da açıktır.

Her bir sosyal bilimci kendi okumalarını, kütüphanesini gözden geçirerek işe başlayabilir. İster baskın güce ram olma, ister performansa odaklanma, isterse de popüler olana yönelme, sebebi ne olursa olsun, pragmatik düşünen ve hareket eden sosyal bilimciler yanında sorunu olan sosyal bilimci sayısını artırmak zorundayız. Aksi halde, toplumsal mutabakatı niçin sağlayamadığımız, refah düzeyimizi niçin yükseltemediğimiz, birbirini anlamak yerine kamplaşmayı niçin tercih ettiğimiz, neden anlamaya çalışmak yerine anlık tepkiler verdiğimiz gibi çok sayıdaki toplumsal ve sosyal gerçeklikler konusunda emeklemeye devam edeceğimiz açık.

Sosyal bilimlerde doğru sorularla hareket edilemediği ölçüde sosyal bilimcinin sorun tespit etmek ve çözmek yerine bizatihi sorunun kaynağı olması kaçınılmaz gözüküyor. Her ne kadar kendileri farkında olmasa da!