“Bir şeyin Türkçesi” deyimi, asıl anlamın saklı olduğu durumlarda onu doğrudan söylemek için kullanılır. EYT hayata geçti, yani Emeklilikte Yaşa Takılanlar artık yaş durumu gözetilmeden emekli olabilecekler. Bu durumda olup emekliliği bekleyenler için yasal düzenlemenin güzel bir imkân olduğu gayet açık. Peki, toplum için bunun anlamı ne? Bu yazıda biraz bu konuya bakalım.

Önce emekliliğe daha yakından bir göz atalım. Emeklilik, kısaca çalışılamayacak zamanlar için yapılan hazırlık demek. Her toplumda çalışamayacak durumda olanların nasıl geçineceğine dair bir çözüm mutlaka vardır. Günümüzde emekli maaşı, çoğumuzun sandığı gibi, çalışma çağında iken birikimlerimizin bir fonda yatırıma dönüştürülüp değerlendirilerek belirli bir yaşa geldiğimizde bize dönen kazançları (yani Bireysel Emeklilik Sistemindeki gibi) değil. Yani emeklilik günümüzde “bireysel birikimlerin değerlendirilerek sonunda size geri dönmesi” mantığını kökten değiştirmiş durumda. Bunu biraz açalım.

Altın Emeklilik Sistemi

Mevcut emeklilik sistemimizde bireylerin emeklilik fonuna olan katkılarının dönem sonuna kadar uygun yatırım araçlarında değerlendirilerek, zamanı geldiğinde kendilerine aylık ödeme olarak dönmesi süreci başka bir moda dönüşmüştür. Konuyu kolay anlatabilmek için “altın emeklilik sistemi” ve “prim emeklilik sistemi” olarak iki ayrı sistem düşünelim. Altın emeklilik sistemi, çalışırken tüketim fazlası olarak yaptığınız üretimin karşılığında düzenli olarak altın alıp güvenli bir kasada biriktirip (mesela ayda bir yarım altın) artık ihtiyaçlarınızı karşılamak için çalışamaz hale gelince her ay düzenli olarak bu altınları bozdurup tüketim ihtiyaçlarınızı karşılayabildiğiniz sistem olsun. Burada altını, değer yaratan bir tür yatırım değil, sadece bugünkü tüketim hakkını yarına ertelemeyi mümkün kılan bir değer koruma aracı olarak düşünelim. Bu durumda sizin takdirinize bağlı olmakla birlikte alacağınız emekli maaşının miktarı örneğin bir altın ise, süresi de birikim yaptığınız ayların yarısı kadar olacaktır. Ne kadar yaşanacağı tam olarak bilinse, bu sistemde herkes kendi emekli maaşını kendisi tam olarak tayin edilebilir. Emeklilik döneminde bazı aylar yarım bazı aylar iki altın tüketerek ortalamayı tutturabilirsiniz. Yani hem maaşınızın süresi hem de miktarı elinizin altında. Ancak bu sistemin üç temel bilinmezi var: İlki, ne kadar yaşayacağınız; ikincisi, ilerleyen yaşlardaki olası sağlık sorunları gibi nedenlerle beklenmedik harcamaların ne olacağı; üçüncüsü de altının alım gücünde meydana gelecek değişimler. En büyük sorun ise bu üç sorunun da sizin kontrolünüzde olmaması. Yani, ne kadar ömrünüz olduğunu kesin bilemezsiniz, ileri yaşlardaki hastalıklarınızı öngöremezsiniz ve altının ölçü birimi ve değer stok aracı olarak kontrolü sizde değil. Diyelim ki sizin biriktirdiğiniz dönemde almış olduğunuz yarım altın 100 ekmek alıyor olsun. Emekliliğinizde bozdurduğunuzda yine yüz ekmek alıyorsa değerini koruyor, 80 ekmek alıyorsa alım gücünüz düştü demektir (artık yaşlandık 80 ekmek de bize yeter demeyin; ekmeği az tüketseniz de ilaç masrafı var, hastane masrafı var, kaplıca giderleri var, vs. vs. vs. …!).

Bu belirsizlikleri gidermek sizin elinizde olmadığı için alabileceğiniz yegâne tedbir her ay sadece altın değil, ihtiyaç halinde paraya çevirebileceğiniz başka tasarruf araçları ile tasarrufunuzu çeşitlendirmektir. Yüzyıllar, hatta bin yıllar boyu insanoğlu bunu yapmıştır. Ancak tüm farklı değişim aracı veya mal biriktirme denemelerinde beklenmedik durumlar ortaya çıkabildiği için en iyi tasarruf biçiminin gelecekte de üretim yapabilecek ve yaptığı üretimden size de pay vermeye razı olacak “hayırlı evlat” yetiştirmek olduğu görülmüştür. Yani “hayırlı evlat” metaforu, gücü, takati ve imkânları varken ürettiği fazlalığı kendisine yaşlandığında döneceği umuduyla tasarruflarını başta kendi çocukları olmak üzere insanlar üzerinden geleceğe aktarmayı ifade eder. “Hayırlı evlat kurumu”nun ikili bir sigortası var. İlki ve en önemlisi yaşlandıklarında büyüklere bakmayı önemli kılan yaygın değer yargılarıdır. Tüm toplumlarda yaşlılara bakmak önemli ve üstün bir değer yargısı olarak yüceltilir. Bu bağlamda “hayırsız evlat” kötü bir damgadır ve kimse onunla damgalanmak istemez. Bu değer yargısının varlığı ve önemli oluşundan, büyüklere bakmayı salt biyolojik saiklerle sağlamanın yeterli olmadığını anlıyoruz. Zira tüm bu değer yargılarına rağmen hâlâ “hayırsız evlat” çok! İkinci sigorta ise hem onların sizden daha uzun yaşamama risklerini bertaraf etmek hem de vefasızlık durumlarında ortada kalmamak için olabildiğince çok çocuk sahibi olmak. Sistemin özü, genç ve çalışabilir durumdayken olabildiğince çok çocuk sahibi olmak, onlara büyüklerine bakmalarını sağlayacak bir terbiye vermek ve bu yolla yaşlanınca da kendine bakımı temin etmek.

Tüm eğitim ve değer yargılarına rağmen, farklı sebeplerle, güçten, takatten ve itibardan düşünce çocuklarınızın (yakın akrabalarınızın) size iyi bakacağı hiçbir zaman garanti değildir. O sebeple bir yandan çocuk yetiştirirken diğer yandan mal mülk de biriktirirsiniz ki, onlara miras yoluyla sahip olma hakkı olanlar size yaşadığınız sürece bakmaktan imtina etmesin, tersine istekli olsunlar. İşte farklı ülkelerde farklı biçimler alan miras sistemlerinin arkasında, biraz dikkatle bakınca, burada nesiler boyu yaşam istikrarının sağlanmasını temin etme amacının saklı olduğunu bir biçimde görürüsünüz. Tersine bir kişinin biriktirdiği kazancını, yetişkin yaşlara kadar bakıp büyüttüğü, koruyup kolladığı çocuklarına miras bırakma güdüsünün doğuştan geldiğini söylemek biraz zorlama olur.

EYT tartışmalarından çok kopmamak için hızla günümüze gelelim. Günümüzün emeklilik sistemlerini, yukarıda basitçe mantığını ortaya koyduğumuz ebeveyne çocuklarının bakması metodu özünde korunup, bahsettiğimiz üç belirsizliği giderecek özellikler katılarak, çocukların ebeveynlerine bakması değil de kuşakların birbirine bakması haline getirilmiş şeklidir diyebiliriz. Yani siz çalışma çağındayken, çalışma çağı geçmiş olan önceki nesle bakarsanız, çalışma çağı sonrasında da size o zaman çalışma çağında olan kişilerin bakacağına dair örtük bir toplumsal sözleşme yapılır. Bunu yasalarla (uzun süre değişmeyecek kurallarla) teminat altına alırsanız, bireyler kendi çocuklarına değil toplumun çocuklarına güvenmeye başlarlar (çocuk sayısı da dramatik biçimde düşer!). Size baksın diye çocuklarınız üzerinden geleceğe dönük tasarruf etmeye ihtiyacınız olmadığı için çocuklarınızın vefalılığı maddi olmayan ilişkilere kayar. Artık arayıp arada bir hatırınızı sormaları yeterli. Hayatınızı devam ettirmek için size bakmak üzere toplumun size verilmiş sözü var: Sen gençliğinde toplumunun yaşlılarına bakarsan senin yaşlılığında da o zamanın toplumunun gençleri de sana bakacak. Vefa birebir bireyler arası değil, nesiller arası bir özellik kazanmıştır. “Ben çocuklarımdan bana bakmalarını değil kendi ayakları üzerinde durmalarını bekliyorum” diyen “çağdaş” bir ebeveyn, aslında kendisine bakılma işinin toplumun genç kuşaklarına havale edilmiş olmasının rahatlığı ile bunu söyler. Kendi çocuklarının değil, çocuklarının da içinde bulunduğu neslin kendisine bakacağının güveni içindedir.1

Prim emeklilik sistemi

Peki, bu nasıl olacak? Bireysel biriktirmeye dayalı “altın emeklilik sisteminde” her ay yarım altın biriktirince, çalışmaktan yorulduğunuzda birikmiş ne kadar altınınız olursa emeklilikte o kadar potansiyel geliriniz oluyordu. Kalan ömür tahmininize göre istediğiniz gibi tüketebilirdiniz. Yani emeklilikte toplam tüketim hakkınız, tümüyle emekli oluncaya kadar biriktirdiklerinizle sınırlıydı. “Prim emeklilik sisteminde” ise refah düzeyini sizin emekli olduğunuzda o dönem çalışanlardan yapılan kesintiler belirliyor. Siz emekli olduğunuzda ne kadar çok kişi aktif çalışma içindeyse, size toplam gelirden düşecek pay da o kadar çok olacaktır. Sistemde bir çalışana (kayıtlı ve kendisinden emekli primi kesilen) karşı kaç emeklinin olduğu veya kaç çalışanın bir emekliye baktığı durumu nüfusun bağımlılık oranı olarak ifade edilir.2 Diğerlerine bağımlı olan nüfusun çocuk (0-14 yaş arası) ve yaşlı (65 üstü) olmak üzere iki unsuru vardır. Bu denklemde şimdi çocuk statüsündeki bağımlı nüfusun çok olması, gelecekte emekli olacaklar için iyi bir işaret. Çünkü onlar ileride gücüne katıldıklarında potansiyel olarak emekli aylıklarının sürdürülebilir olmasına ve hatta artmasına katkı sağlayabileceklerdir ( yerlerinde uzun süre çocuk izni nedeni ile işten ayrılanlara eleştirel bir gözle bakanlar, bunun emeklilikte refah artışına işaret olacağını düşünüp eleştirellikten olumluluğa dönebilirler!).

Bu toplumsal sözleşmede, temel mantık olarak, gelir durumuna göre herkesten farklı primler kesilse de bir kişiden yapılan kesinti, yaşlı bir kişinin maaşı için yeterli olmayacağı için bir emekli aylığı ödemek için kaç kişinin çalışması gerektiği önemli hale gelir. İnsanların genç yaşlarda emekli grubuna katılıp bu ortak havuzun müşterisi olmaları durumunda, onlara başlangıçta taahhüt edilen gelirin verilebilmesi ya daha çok yeni kişinin sisteme girmesi veya sisteme prim ödeyenlerin primlerini artırmaları gerekecektir. Başka türlü sistem kendisini döndüremez, dışardan yeni kaynak girişine (örn. bağışlar, gayrimenkul satımı, borçlanma, değerli madenler -petrol, doğal gaz, altın, gümüş, uranyum vs.) ihtiyaç duyar.

Emeklilik Ekonomik Olmaktan Çok Bir Sosyal Sözleşmedir

Burada birkaç maddede mevcut durumu özetleyip EYT’ye gelelim.

İlk olarak, günümüzün emeklilik sistemi nesiller arasında bir “örtük” sosyal sözleşmedir (bir tür nesiller arası dayanışma). Örtük dememizin sebebi, hiç kimsenin açıktan böyle bir sözleşme metnini imzalamamış olmasıdır. Ama yapılan birçok sözleşme bu örtük sosyal sözleşmeye dayanır. Bu sözleşme çalışanlar ve emeklilerin refah düzeyleri arasında bir denge kurulmasını öngörür. Yani size kesin bir gelir miktarı taahhüt etmek yerine, emekli olduğunuzda şimdiki emeklilere ödenen kadar bir ödeme vadeder. Bu vaat, zamanla sizden yapılan kesintilerle de bağını koparır. Herkes emekli olunca alacağı aylığı hesaplatır ama kendisinden bu amaçla yapılan kesintileri dikkate almaz. Bireyler kendilerine vaat edilen bugünkü emekli aylığının benzerinin yeterli olup olmadığını düşünerek gerekirse başka destekleyici tedbirler alma yoluna giderler. Kısaca sistem, çocukların ebeveynlerine değil, nesillerin birbirine bakmasını öngörür. Açıktır ki, sisteme prim ödemek üzere giren genç çalışan sayısı oran olarak azalınca, hem bugün hem de gelecekte emekli olacak olanların refahının bundan olumsuz etkilenmesi kaçınılmazdır.

İkincisi, emeklilikte taahhüt edilen düzenli gelirin geçmişte biriktirilen ve fona aktarılan tasarruf miktarına (kesintilere) değil de bir kısım katsayılara dayalı olması, sistemi ekonomik rasyonaliteden uzaklaştırır ve sosyal statü yarışına yol açar. Bireyler kendilerinden ne kadar kesinti yapıldığının değil, hangi katsayı grubuna katıldıklarının hesabını yapmaya başlar. Özellikle kamu sektöründe emekli olmadan yüksek gösterge ve katsayılı bir işte az da olsa çalışmak bürokratik maharet olarak görülür. Eğer herkes, çalıştığı süre boyunca havuza olan katkısına bakmaksızın en yüksek dilimden emekli olursa, sistemin açıkları her geçen gün büyür. Bu durumda hukuki olmasa da ekonomik meşruiyet açısından (havuza kattığıyla orantısız pay alma anlamında) “haksız kazanç” oluşur. Haksız kazancın kitleselleşmesi (herkesin, örneğin 3600 veya 6400 ek göstergeden emekli edilmesi) çalıştığı süre boyunca sisteme daha fazla katkıda bulunma istekliliğini azaltır.

Üçüncüsü, hangi sayıda çalışan kişinin bir emekliye baktığı (aktif/pasif oranı) emekli aylığında kritik sorudur. Yukardaki “altın emeklilik sisteminde” bir kişi çalıştığı her ay yarım altın biriktirdiği için geri kalan ömrünü doğru tahmin edebilirse her ay yaklaşık kaç altınlık gelir harcayabileceğini de bilebilirdi. Birikim sağladığı dönemin dörtte biri kadar yaşarsa, her ay iki altın harcayabilir. Ama üç altın harcarsa, son günlerini zor dönemlerde ödünleşmek üzere kendileriyle sözleşme yapmadığı başkalarının yardımına muhtaç biçimde sefalet içinde geçirebileceğini de bilir. “Prim emeklilik sisteminde” katkı ve bölüşüm anonim olduğu için kişinin her ay reel olarak kaç birim katkıda bulunduğuna bakılmaksızın, yaşadığı süre boyunca mensup olduğu emeklilik statüsü için tayin edilen miktar kadar geliri olur. Burada emekliye sağlanan güvencenin devamı, sisteme yeni girişlerin azalmasına, yaş piramidinin değişmesine çok duyarlıdır.

Dördüncüsü, “prim emeklilik siteminde” çalışanlardan toplanan primler, emeklilere yetmediği durumlarda emeklilik fonuna merkezi bütçeden transfer yapılır. Yani, sosyal güvenlik açıkları, devletin başka alanlarda faaliyette bulunmak için topladığı gelirler ile (bu gelirler yeterli olmadığında borç alınarak) kapatılır. Yani, maliyet önce daha sonraki yıllara aktarılır ve bu aktarma süreklilik kazanınca da ileriki kuşakların üzerine binen yük artar.

Beşincisi, emeklilik yaşının sabit kalıp ortalama ömrün uzaması, havuzdan çıkan suyun havuza akan sudan çok olmasına yol açar. Bu da nesiller arası sözleşmeyi tehlikeye atmaya başlar. Özellikle hastalıklarla mücadelede edinilen başarılar ve sağlıklı beslenme sonucu ortalama ömrün her geçen gün uzadığını düşünürsek havuzdaki birikim sürekli erime eğiliminde olur, bir nevi su seviyesi sürekli düşer. Ayrıca yaşlılık döneminde sağlık giderlerinin de artma eğiliminde olması bu sürece açıkları büyütme yönünde etki yapar.

Bu bilgiler çerçevesinde şimdi de EYT’nin beklenen sonuçlarına bakalım. Sonuçların bazıları olumlu bazıları da olumsuz olacaktır.

EYT Müjdesinin Olası Sonuçları

Tam sayı henüz açıklanmamakla birlikte (kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte 2 milyonu biraz aşkın kişi, kısa vade sonunda ise 5 milyon civarında kişi emeklilik hakkını kazanmış olacak. Ne kadarının emekli olacağını ise kestirmek mümkün değil) çok sayıda kişinin emeklilik sistemine dâhil olmasının kısa vadeli şok ve uzun vadeli tedrici etkileri olacaktır. Kısaca bunlara değinelim.

  1. Gelir dağılımı etkisi. Geçmiş dönemlerde bir şekilde çalışmış ama emeklilik için öngörülen yaş sınırını sağlayamayanların düzenli bir gelire kavuşmaları, kişisel yaşamlarının istikrarı bakımından olumlu etkide bulunacaktır. Bu emekli gelirine ihtiyacı olanların mensup olduğu gelir dilimi üst gelir grupları olmadığı varsayımı altında, yeni emekliler dalgasının gelir dağılımında düzeltici bir etkisi olacağı söylenebilir. Bu kapsamda emeklilik fonuna yapılacak aktarımlar alt gelir gruplarına transfer niteliği taşıyacaktır. Keşke ülke ekonomisi yeterli üretim yapabilse de herkese, yaşına, çalışma ve sağlık durumuna bakılmadan belirli bir gelir sağlayabilecek bir ekonomik/sosyal sistemimiz olsa (Bu konuyu ayrı bir yazı konusu yapacağız).
  2. Beklentilerin karşılanması. Prim şartını yerine getirdiği halde emekli olamadığı için göreli yoksunluk duygusu içinde olanların, bu sebeple sisteme yabancılaşanların bu duygusu giderilerek, toplumsal barış ve uyum için olumlu bir hava oluşacaktır.
  3. Enflasyon etkisi. Üretime katkısı olmadan çok sayıda kişinin emekli aylığı almaya başlaması talebi artıracak ve enflasyonu yukarı doğru baskılayacaktır. Eğer ekonomide durgunluk olsaydı, bu enjeksiyonun talep artışı yoluyla ekonomiye dinamizm kazandıracağını söyleyebilirdik; ancak mevcut koşullar altında zaten artma eğilimindeki enflasyon üzerinde artış yönlü etki yapacağı görülmektedir.
  4. Üretim etkisi. Üretimi artırmayan bölüşüm kararları, birilerinden alıp diğerlerine verir. Burada yasalarla oluşturulan “ekonomik hak” kavramı üzerinde biraz duralım. Yasaların bazı kişilere bazı hakları vermesi, o hakların hayata geçmesi için yeterli olmaz. Hakların karşılığında öngörülen payların fiilen üretilmiş olması gerekir. Üretimi artırmadan, gelir dağılımını düzelterek de refah artışı sağlanabilir. Buradaki sınır, dağıtılması öngörülen üretimin var olmasıdır. Olmayan bir üretim için yasal hak oluşturmak refah artışı sağlayamaz. EYT’nin üretim artırıcı bir unsuru yoktur. Dolayısıyla bu düzenleme var olan üretimin daha çok kişi ile paylaşımı yasasıdır.
  5. Reel ücret etkisi. Aynı toplam prim (başka bir deyişle toplum tarafından üretilen refah), yasanın getirdiği imkânlar çerçevesinde daha çok kişi arasında bölüşüleceği için gelecek dönemde tüm emekli aylıklarının reel olarak düşmesi beklenir. Emekli aylığı artış oranları belirlenirken, emeklileri enflasyondan koruma güçleşecektir. Her bir emekli kategorisi için gelecekte şimdikinden reel olarak (ya da satın alma gücü paritesi hesabına göre) daha az gelir söz konusu olacaktır. Örneğin bugün emekli bir öğretmenin emekli aylığı ile alacağı mal ve hizmet miktarı birkaç yıl sonra azalacaktır. Bu durumda şimdi ek yapma ihtiyacı olmayan emekliler de geçim sıkıntısı ile daha fazla karşılaşacak ve işgücü piyasasında ek yapma telaşına/arayışına düşeceklerdir.
  6. İstihdam etkisi. Çalışma gücü, kuvveti, enerjisi ve motivasyonu olduğu halde yeni düzenleme ile emekli olanların, özellikle de vasıflı işgücü olan kısmı, özel sektörde büyük ölçüde de kayıt dışı olarak çalışmaya devam edeceklerdir. Hem daha deneyimli oldukları hem de firmalara sosyal güvenlik kesintisi yükü olmaması nedeniyle bu genç emekliler, yeni işe girecekler için bir engel oluşturacaktır. Bu engel iki şekilde tezahür edecektir: Biri, artık emekli EYT’li çalışanlar nedeniyle özel sektörde daha az sayıda yeni (ilk kez işe giren) istihdam talebi olacaktır; diğeri de yeni işe girişlerde çalışanlara daha düşük ücrete razı olma baskısı oluşturacaktır.3 Çünkü işverenler sosyal güvenlik yükü olmayan, ayrıldığında tazminat riski taşımayan bu genç emeklileri istihdam etmede eskisinden daha fazla istekli olacak, aynı işi yapmak isteyen yeni işgücüne daha düşük ücret teklif edebileceklerdir. Bu da genç işsizlikte artış demektir.4
  7. Prim Açığı Etkisi. Tahmin edileceği üzere önümüzdeki 2-3 yıl içinde yaklaşık 5 milyon kişi sistemden çıkacağı için sosyal sigorta fonunda büyük çaplı bir gelir azalması oluşacaktır. Belki bunlardan bir kısmı tekrar aynı düzenleme ile getirilen teşvik kapsamında kayıt içinde SGDP ödemek suretiyle çalışmaya devam edecektir. Ancak sistemden çıkan her bir kişinin fondan çıkacak miktarı artıracağı gayet açıktır. Bu etki nedeniyle fon her geçen yıl daha fazla açık verecek, genel bütçeden açığı kapatmak için daha fazla kaynak aktarmak gerekecek, zaten açık veren genel bütçede de açığın daha da artmasına yol açacak, bu da, doğal olarak, borçlanmayı artıracaktır.
  8. Alternatif maliyet etkisi. Kamuda toplanan fonlar (sosyal güvenlik kesintileri, ceza ve vergiler) kamusal ihtiyaçlar için kullanılır. Emeklilik fonunda toplanan prim gelirleri ve onların nemaları ile giderler birbirini karşılamadığı için genel bütçeden aktarma ihtiyacı artacaktır. Gelirlerde artış olmadan emekli aylığı harcamalarında artış, kamunun başka alanlardaki harcamalarını kısmasını gerektirecektir. Yeni prim girişi veya başka yollarla gelir artışı olmadan daha çok kişiye emekli aylığı vermek, kamunun kullanabileceği ekonomik imkânları (gelir veya borç) bu alana tahsis etmesi, yapılabilecek başka transfer veya harcamalardan vazgeçileceği anlamına gelir. Buradaki ayrıntı şudur: EYT nedeniyle kimlerin emekli aylığı aldığını görmek mümkünken, onlar emekli aylığı aldığı için hangi kamusal hizmetlerin yapılamadığını bilmek mümkün değildir. Yani bir şey “yapıldığında” onun olumlu veya olumsuz sonuçlarını görebildiğimiz rahatlıkta “yapılmayan” bir şeyin sonuçlarını görmek mümkün değildir. Örneğin yapılan bir ihale nedeniyle ortaya çıkan sonuçları takip edebiliriz ama yapılmayan bir ihale nedeniyle neden olunan hizmet ve üretim kaybının izini süremeyiz, boyutlarını bilemeyiz. Genelde yapmayanın hata yapmadığını zannederiz, hâlbuki bazı durumlarda bir işi yanlış yapmak ile hiç yapmamanın yol açtığı olumsuz sonuçları karşılaştırdığımızda hiç yapmamanın olumsuz sonuçlarının daha fazla olduğu görülebilir. Bir yolu zamanında yapmamak, su şebekesini zamanında tamir etmemek, bir düzenlemeyi zamanında yapmamanın yol açtığı kayıpların büyüklüğünü ancak tahayyül ile bilebildiğimiz için onların etkisini tam ölçemeyiz. Bu sebeple EYT yoluyla bütçenin emekli aylıklarına aktarılacak kısmı yerine yapılabilecek hangi hizmetlerin aksayacağını tam olarak bilemesek de, bu alternatif maliyet etkisinin genel olarak kamu hizmetlerinde nicelik ve kalite düşüşü, altyapı yatırımlarının kısılması, daha fazla borçlanma nedeniyle borç yükünün artması olarak tezahür edeceğini tahmin edilebiliriz.

Sonuç

Yasalar üretim artışını sağlayacak düzenlemeler içerdikleri ölçüde toplumsal refah artışı sağlarlar. Aynı üretim düzeyinde birilerine yasal olarak ilave tüketim hakkı vermek, ilave üretim ile desteklenmediği sürece toplam refah üzerinde aşağı yönde baskı yapar. Örneğin toplam 100 ekmeğin üretildiği 200 kişinin yaşadığı bir ekonomide herkesin bir ekmek hakkı olduğuna dair, değil yasa anayasa hükmü oluşturulsa bile bireyler bu haklarını “fiilen” kullanamazlar. Yasal olarak eşit bölüşüm kuralı olursa herkese en fazla yarım ekmek düşer. Yani üretimi artırmadan sırf yasayla toplam refahı artırmak mümkün değildir. Öyle olsaydı bir parlamento kararı ile tüm çalışanların gelirini birkaç kat artırmak (hatta sonsuza kadar artırmak) mümkün olurdu. Bir yasal düzenleme üretimi artırıcı unsurlar içerirse refah artışına katkı sağlayabilir. Üretimi artırmadan “gelir dağılımını düzelten” yasalar da birlikte yaşama iradesini güçlendirip refahı tabana yayma işlevi gördüğü için olumlu görülür. Üretim kadar üretimin toplum içinde adil dağılımı da sosyal refahın bir parçasıdır. Ancak yasayla “herkese” verilen, herkese verilecek üretim varsa herkese gider. Aksi durumda birilerinden alınarak diğerlerine verildiği er geç ortaya çıkar. Sonunda kendilerinden alınanlar ve kendilerine verilenler karşılıklı rıza içinde olurlarsa ortada bir sorun yok demektir. Bunu fatura geldiğinde anlayacağız.

EYT’nin beklenen etkileri ortaya çıktığında, deprem yıkımları sonrasında aranan ama bulunsa da kayıpların telafisinde işe yaramayacak suçluları aramaya benzer bir tablo ile karşılaşılacağını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Üstelik ülkemizde geçmişte yaşanılan tecrübelerden de görüldüğü üzere (70’ler, 80’ler, 90’lar) kaynakların bu şekilde üretimi artırmadan aktarımları tüm ekonominin kaldıramayacağı bir seviyeye ulaşabilir. Bütçede kara delikler temel yapısal sorun haline gelir ve sonuçta günümüz EYT’lilerinin şikâyet ettiği yasalardan daha ağır koşulları içeren yasaların gündeme gelmesi beklenebilir. Şu an bir sorunu çözüyoruz çabası aslında ileride emeklilik yaşı ve diğer emeklilik unsurları açısından daha ağır düzenlemelerin yapılması sürecini tetiklemektedir.

 

 


  1. Sosyal güvenlik hukukçuları, yaşlılık aylıklarının finansmanında iki yöntemden bahsederler: Kapitalizasyon (biriktirme) yöntemi, dağıtım yöntemi. Birincisinde fon oluşturulur, değerlendirilir ve artan değerle birlikte yaşlılık aylığı ödenir. İkincisinde ise yıl içinde toplanan prim gelirleri yılsonuna kadar tüketilir.

  2. Bağımlılık oranı doğrudan emeklilik sistemi ile sınırlı değil. Çocuk olduğu için çalışma dışı tutulan (0-14 yaş arası) ile çalışama hayatı dışında kalması beklenen (65-yaş üstü) nüfusun 15-64 arası nüfusa oranı bağımlılık oranı olarak tanımlanır. 15-64 arası nüfusun hepsinin aktif olarak çalışmadığı göz önüne alındığında, fiili bağımlılık oranı yaş kompozisyonunda farklılaşır.

  3. Burada marjinal verimliliği düşük olduğu halde çalışıyor görünen, yani gizli işsiz statüsünde çalışma hayatı içinde olanların EYT ile ayrılmasının, yeni istihdamı artırıcı etkide bulunacağı söylenebilir. Net etkiyi, emekli olup çalışanlar ile emekli olanların yerine açılan yeni pozisyonların farkı belirleyecektir.

  4. EYT’lilerin piyasasına girmeleri sonucu göreli düşük işçilik maliyetleri nedeniyle firmalar için oluşacak maliyet avantajının, enflasyonunun tırmanış hızını bir miktar keseceği söylenebilir. Ancak bu, madde başlığı yapılabilecek bir etki gibi görünmemektedir.

Ömer Torlak –

“Ölümsüzlüğü arayan insana sosyal bilimler ne söyler?” başlıklı bir önceki yazıda[1] “Ölümlü olduğunu tüm tecrübe ve gözlemleri ile bilen, Yaratıcısının tüm örnekleri ile önüne serdiği bu gerçekliğin farkında olan insan, hiç ölmeyecek gibi nasıl yaşayabiliyor ve sosyal bilimler bu durumu nasıl açıklayabilir” sorusuna cevap aramış ve yazıyı sosyal bilimlerle ilgili pek çok alan bakımından örneklendirmeye çalışarak “insanın kendi ölümsüzlük arayışına ilişkin bir sosyal bilimci olarak cevap arama çabasının karşılık bulup bulmadığı ise ayrı bir yazının konusu” diye noktalamıştık.

Aslında ve özünde insanın ölümsüzlük çabasına sosyal bilimlerin katkısını irdelemek bir yönüyle de insanın ölümsüzlük arayışının incelenmesi demek. Dolayısıyla bu yazıda insanı anlama ve anlamlandırma çabasındaki sosyal bilimciyi, ölümsüzlük arayışı yolculuğundaki insan olma özelliği bağlamında biraz daha irdelemek istiyoruz.

Bu ikinci yazıya başlandığında henüz 6 Şubat deprem afeti yaşanmamıştı. Yazıya kaldığı yerden devam ederken, ölümsüzlük arayışında sosyal bilimcinin söylemi bağlamında deprem afetinin sarsıcı etkisini de dikkate aldığımızda yazının daha da anlamlı hale geldiğini söylemek sanırım yanlış olmaz.

Yaratılmış bir varlık ve bu yaratılışın bu dünya hayatı bakımından sonu olduğu inancına sahip insan bakımından iki husus önemlidir: Hayatı yaşamada referans noktaları ile sahip olunan her ne ise onların asıl sahipliği konusu. Başka bir ifadeyle, insanın asıl rehberlikten uzaklaşıp yanlış referans noktası konusunda dışsal ve içsel etkilerle hareket etmesi onu her türlü nesne ile kurduğu ilişkide müstağni konuma getirirken, egemenlik hakkını kendisinde görmeye başlamasına ve yine her türlü nesne üzerinde tasarruf yetkisinin sadece kendisinde olduğuna kendisini inandırmaktadır. Böylece referans çizgisinden uzaklaşan insan egemenlik konumunda kendisinden başkasını görmek istememekte. Bu yaklaşım beraberinde ölümlü olma fikrinden uzaklaşmayı getirmekte.

Öyle ki, insan, asırların ortaya koyduğu tarihi gerçekler ve verilere rağmen, doğal bir afet olan deprem kuşaklarını yerleşim alanı olarak seçmesi bir yana, kendisi ya da başkalarının hayallerini süsleyen ev ve işyerlerini imar ve inşa ederken dahi zeminde, betonda, demirde her türlü tasarruf hakkının kendisinde olduğu zannıyla hareket etmektedir. İşin teknik tarafında olanların şehir ve şehircilik adına tabiatın her alanında kendisini yetkili görmesi, inşa bakımından işin gerektirdiklerinden uzaklaşabilmesi her ne kadar teknik zafiyet gibi görülebilse de aslında özünde insanın tabiattaki egemenlik hakkını sadece kendisinde görmeye başlamasının bir sonucudur. Üretilen ürünlerin tasarımı ve pazarlanması açısından ekonomik, psikolojik ve sosyolojik her türlü çabada da ölümsüzlük arayışındaki insanın her nesneye karşı kendisini üstün görme ve onları kendi arzusu doğrultusunda kullanma yetkisinde görmesi yatmaktadır.

İnsanın diğer tüm nesneler ve kendisi ile olan ilişkisini ve etkileşimini açıklama çabasındaki sosyal bilim alanlarının tamamındaki tüm insanlar da böylesi bir durumdan uzakta değildir. Ütopya ya da distopya içeren edebiyatla uğraşan edebiyatçılar, tarihî gerçekleri aktarırken kişileri ve kurumları yüceltme gayretinde olan tarihçiler, kariyer gelişimi adına mit ve efsaneleri bağlamından kopararak kullanan psikologlar, toplumsal değerler ya da kültür kodlarını analiz eden ve yorumları bir otorite adına gerçekleştiren sosyologlar, iktisadi gerçeklikten kopuk değerlendirmeleri ifade edebilen iktisatçılar, dünyasının gerçek ihtiyaçları yerine günübirlik çözüm önerileri sunan işletmeciler, hukukilik yerine mevzuatı zorlayan yorumları ile hukukçular, otoriteyi destekleme adına tefsir, hadis, kelam ve fıkıhla ilgili fetva ya da değerlendirmeler yapan ilahiyatçılar gibi sosyal bilimlerin her alanındaki sosyal bilimcinin ölümsüzlük arayışına katkı sağlama çabasında olduğunu söylemek mümkün. Bu ve benzer konumdaki tüm sosyal bilim çabasında, yazının girişinde ifade etmeye çalıştığımız, ilahi rehberliğe rağmen Yaratıcının hilafına üstenci bir bakış yanında, tüm nesne ile olan ilişkisinde egemenlik hakkını kendinde görme çabası vardır. Bu çabalar da aslında insanı ve dolayısıyla sosyal bilimciyi ölümsüzlük arayışı yolculuğunda destekleyen en önemli hususlar olarak çalışılmakta, gündemde tutulmakta ve öne çıkarılmaktadır.

Yaratılmış varlık olarak insanların bir kısmını Yaratıcıya karşı konumlandıran en temel faktör, kendisini diğer yaratılmışlardan üstün görme eğilimi yanında yaratıcının muhataplığından uzaklaşması sonucu rehber edinmesi gereken ilkeleri göz ardı etmesidir. Böylesi bir konumlanma ile insan, yeryüzündeki egemenliğinin yanı sıra hemen tüm nesneler karşısındaki üstünlüğü öne çıkarmak suretiyle ölümü ve ölüm fikrini hayatından çıkarmayı çabuklaştırabilmektedir. Öyle ki, insan olarak üzerine düşeni yapmaktan kaçınabilmekte, kendisi ya da bir başkasının hayatına mal olabilecek sorumluluklarını yerine getirmekten uzaklaşabilmektedir. Sosyal bilimci olarak ise çalışma alanına ilişkin anlama, anlamlandırma ve açıklama çabaları yerine algı oluşturma, yönetme, yöneltme ve ikna çabalarını öne çıkarabilmektedir. Bunları yaparken dünyayı güzelleştirme, estetik ve eğlence adına yaptığını söylemekten de geri durmamaktadır. Şehrin planlanmasından toplumsal ilişkilerin konu edinildiği sosyolojiye, ticaret hayatının canlandırılması adına pazarlama ve reklamcılık çalışmalarında ölümsüzlük fikrini destekleyecek içeriklere ve benzer şekilde ölümsüzlüğü besleyecek sigortacılık konularına kadar pek çok sosyal bilim alanı ve bu konuları çalışan sosyal bilimcinin böylesi bir yaklaşım içinde olduğu ifade edilebilir.

Deprem vb. afetler sonrasında bile doğrudan ya da dolaylı olarak tüm sorumluluk sahibi olması gereken insanın kendi sorumluluklarını kadere yüklemesi ise bir başka garabet olarak karşımıza çıkmaktadır. Ölümsüzlüğü arama noktasında Yaratıcıdan uzaklaşan insanın çoğu kez sorumluluklarını yerine getirmemesinden kaynaklanan can kayıplarını ise O’nun tasarrufu olarak sunma çabası şeklinde anlamlandırılan kader anlayışına yüklenmesi bile başlı başına aslında insanın ölümsüzlüğe çare bulamadığının göstergesi olarak da okunabilir. Sosyal bilimcilerin bir kısmının bu tür söylemlere katılmasını da benzer şekilde okumak mümkün.

Egemenlik arayışındaki insanın dünya serüvenindeki güç sarhoşluğu, sosyal bilimci olarak her bireyin kendi alanına ilişkin de ortaya çıkabilen bir gerçekliktir. Başkasının görüşüne kulak kabarttığında ya da kabul ettiğinde kendi gücünün eksileceği, taraftar kaybedeceği ve artık itibar edilen bilim insanı olmaktan uzaklaşacağı gibi kaygılar, sosyal bilimcinin ölümsüzlük arayışını besleyen en önemli saikler arasındadır. Bu sebepledir ki, tüm insanlık tarihi boyunca, yetiştirdiği öğrencilerin kendisine itiraz etmesini isteyen ve kendisinden daha açıklayıcı anlam arayışı içine girmesini isteyen hoca ya da bilim insanı sayısı istisna düzeyinde kalmıştır. Güce ram olmuş azımsanamayacak çoğunluk içinde çok sayıdaki öğrenci de maalesef böyle bir sistem içinde kendi varlığını ancak güç sahibi hocası ya da bir başkasının gölgesi altında aramıştır. Diğer bir deyişle hemen her alanda olduğu gibi, yöneten-yönetilen ilişkisine benzer şekilde hoca-öğrenci ilişkisinde de egemenlik alanı oluşturabilenler başkalarına alan açmazken, egemenlik elde edemeyenler ya da elde etmek gibi bir çaba içinde olmayanlar ise ölümsüzlük arayışlarını güce ram olarak elde etmeye çalışmıştır.

İnsanın tamamını ilgilendiren böylesi bir konuyu sosyal bilimci açısından ele almaktaki ısrarımızın sorgulanması elbette tabiidir. Yönetilen ya da yönetilmeye aday çoğunluğun ölümsüzlük arayışındaki pasif konumlanması çözümlemekten yöneten ya da yönetime talip olanların ikna çabalarına varıncaya kadar insanı ilgilendiren her konuyu farklı yönleriyle açıklamanın sosyal bilimcilerin işi olmasından ötürüdür bu ısrarımız. Özetle insanı, onun oluşturduğu topluluk ve toplumlar ile aradaki ilişkilerin anlaşılma çabasının alanı olması bakımından sosyal bilimcinin önce insan olarak kendisinin sonra da anlamlandırmaya çalıştığı sosyal bilimler bağlamındaki ölümsüzlük arayışından kaynaklanan ruh hâlinin insanı ve toplumu getirdiği noktayı ifade etme çabası olarak da okunabilir yapmaya çalıştığımız şey.

Şimdi yazının başındaki soruya yeniden dönebiliriz. İktisadı ve iktisadi ilişkileri anlamlandırmaya çalışırken “kıt kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların karşılanmasının verimli bir şekilde gerçekleştirmesi” ya da “görünmez bir elin alıcı ile satıcı arasındaki fiyatın oluşumunu sağlayabileceği ve piyasa dengesinin oluşacağı” şeklindeki yaklaşımların uzun yıllar kabul gören ve itiraz edilmeyen bir anlayış olarak iddia edilmesi ve yaygın görüş olarak kalmasının, insanın ihtiyaçlarını sınırsız olarak görmesine ve karşılanması noktasında herhangi bir hassasiyet gösterilmeksizin kaynakların kullanılmasına yol açtığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Yönetme gücü ve otoritesini ne pahasına olursa olsun devam ettirme adına kaynak bilginin aksine ya da zorlayarak yorum getirme çabası içinde olan ilahiyat alanında çalışan sosyal bilimcinin de benzer biçimde haksızlığa yol açan yöneticilere destek olduğunu söylemek yanlış olmaz. İkna modellerini çalışan iletişim uzmanının ölümsüzlük fikrini besleyen mesaj içeriklerinin bir yandan insanın her türlü nesne üzerindeki egemenlik duygusunu kabartacağı diğer yandan ise mesaja yenik düşerek zaman başta olmak üzere çok sayıda diğer kaynağın da heba edilecek düzeyde kullanımına yol açacağı da unutulmamalıdır. Bu da aslında işletme, pazarlama ve reklam alanlarında çalışan çok sayıda sosyal bilimcinin ölümsüzlük fikrini besleyebilen ve onların da ortaya koyduğu düşünce ve yaklaşımlarla kendi çevrelerindeki öğrenci, uygulayıcı ve karar alıcıların hayata bakışlarını etkileyen bir süreci beslemektedir.

Sosyoloji, mimarlık, işletmecilik, psikoloji, ilahiyat, hukuk, edebiyat, iktisat, tarih, iletişim ve daha pek çok sosyal bilimcinin hem kendisi hem de etkileyebildiği diğer insanlar bakımından egemenlik hissi taşıdığı diğer tüm nesneleri hor kullanması sonucunda gelinen nokta ortada. Tasarımı daha güzel olacak bir mağazanın oluşumu için taşıyıcı kolonun kesilmesine göz yuman, estetik görünür değerlendirmesiyle insan hayatını zorlaştıran şehir tasarımını onaylayan, rüzgârı kesecek düzeyde yüksek binalarla toprağı ıslatacak yağmur bulutlarını etkileyen, insanlar arasındaki ilişkileri zorlamak suretiyle toplumsal değerlerin sinir uçlarını kaşıyan her sosyal bilimcinin ölümsüzlük fikrini ne denli beslediğine bakmak gerekir.

Kendisini müstağni görmeye başlayan insan, aynı zamanda sosyal bilimci olarak da hem varlığının hem de egemenlik hakkını kendisinde gördüğü canlı ve cansız her türlü varlığa hükmettiği düşüncesinin esiri olmaya görsün. Bu noktanın ötesi artık, ben ve benim fikirlerimi önemseyin, gerisi önemli değil bakış açısını yansıtır. Benzer bir yaklaşımla karşılaştığında içe kapanan ve izleyicilerini de o başka düşüncelere kapalı olmaya çağıran nice sosyal bilimci ve onların ortaya koymuş olduğu teoriler çöplüğü olarak da okunabilecek insanlık tarihinden söz ediyoruz. Buna rağmen, egemen olma düşüncesine kapılan her insanda olduğu gibi sosyal bilimci için de bu tuzak her daim var ola gelmiştir. Çünkü sosyal bilimci de insandır.

Sadece yaşanılan anı değil, gelecek nesli düşündüğünü iddia edeceksek eğer, nitekim son yıllarda sürdürülebilirlik kavramını dikkate aldığımızda, sosyal bilimci olarak her şeye sahip olduğumuz anlayışı içindeki ölümsüzlük fikrinden vaz geçebilmeliyiz. Denebilir ki, öyle bir iddiamız zaten yok. O zaman şu soruyu sormak da hakkımız sanırım: O halde kendi canını, ailesini ve en yakından başlayarak çevreyi ve içindekileri düşünmeksizin ve sanki hiç ölmeyecekmiş gibi karar ve uygulama, düşünce ve fikirde bu ısrar niye?

Birey ya da sosyal bilimci olarak her birimizin böyle bir soruya cevap verirken zihnimizin arka planında yer alabilecek ölümsüzlük düşüncesi ve egemen yaklaşımı sorgulayabilmek bile başlı başına bir maharet. Çünkü her konuda kendini yeterli gören, kendinden başkasını yok sayan veya önemsemeyen öylesine çok sosyal bilimci örneği var ki! Yeni mekân tasarımında mezarlıkları şehrin dışına taşımış olsak da nice vazgeçilmez gibi duran, ölümsüzlük fikri ile kendisi ve etrafını besleyen, yaşarken kendisi dışındaki her şeyin sahipliğini üstlenen nice insan ve onları düşünce ve iddiaları ile ikna etmeye çalışan nice sosyal bilimci, şehrin dışına çıkarılmış ve bizlerden uzaklaştırılmış mezarlıklarda. Onların sadece az bir kısmı yaşarken ölümlü olduğunu kabul ettiği için ve mütevazı kişilikleri sayesinde ortaya koydukları iyi niyetli düşünce, fikir ve eserleri ile yaşamaya devam etmekte. Çünkü o az sayıdaki insan ve sosyal bilimci ölümlü olduklarının farkında olarak, iyi niyetle uzmanlık alanlarına ilişkin anlama, açıklama ve anlamlandırma çabasının dışında bir iddia sahibi olmamıştı.

Böylesi bir yaklaşım onlara, önce kendilerine ve sonra da yönetici ve talebelerine karşı dürüst olma erdemi ile hareket etme rahatlığını sağlayabilmişti. Bize düşen, birey olarak da sosyal bilimci olarak da hayatımızın referans noktasını unutmaksızın ve etrafımızdaki her şeyin sahibinin biz olmadığımız düşüncesi ile hareket edebilmektir. Yeter ki, her şeyden önce kendimize karşı samimi olabilelim.

6 Şubat deprem afetinin üzerinden geçecek haftalar, aylar, yıllara bağlı olarak farklı zaman dilimleri için ortaya koyacağımız performanslar, insan ve sosyal bilimci olarak sahiplik ve ölümsüzlük fikri bağlamında samimiyetimizin testi de olacak aslında. İnsanlık tarihine bakıldığında bu tür testlerden çok da başarılı çıkamadığımız sonucu ortada olsa da, bir sosyal bilimci sorumluluğu yine de böyle bir hatırlatmayı gerektirir kanaatindeyim.

[1] https://www.sosyalbilimlervakfi.org/2023/01/omer-torlak-olumsuzlugu-arayan-insana-sosyal-bilimler-ne-soyler/

Ali Maskan – 

Hayatın her türlü yaşanmışlığının merkezinde insan vardır. Bu veriyle hareket edersek, kutsallık ve kudret atfettiğimiz her türlü yapı ve sistemin bireyin arzu, tutku veya kaprislerinden kaynaklanmış olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Hayatı şekillendiren insanı da iki unsur yönlendirir: Yaratıcısı ve aşkı. Yani ilahi ve insani iki sevgi ve korkudan kaynaklanan duygular yönetir dünyayı. O zaman hayatı anlamak için insanın Yaratıcısı ve hemcinsi ile olan muhabbetini anlamak lazım gelir. Şimdilik meseleye sadece insani boyuttan bakmak kâfi gelecektir. Ancak Yaratıcıyla olan muhabbetin her hâlükârda her şeyi kapsadığını da bilelim.

İnsanlar arası ilişkinin hatırı sayılır boyuttaki gündemi sapkınlıktan en saf duygusallığa kadar geniş bir yelpaze oluşturur. Yelpazenin her perdesi ayrı bir makamdan şarkı söyler. Bizler ulusal ve uluslararası boyuttaki siyasi, toplumsal ve ekonomik ilişkileri ziyadesiyle kudretli insanların aklıselim bir şekilde gerçekleştirdiğini düşünürüz. Hâlbuki birey olan insan ile devleti yöneten vekil-i azam arasında abartılacak bir duygusal farklılığın olmadığını görürüz. Birisi tamamen kendi olmaklığı ile hareket ederken diğeri toplumsal bir aklın temsilcisi olarak hareket eder. Ancak bu toplumsal aklın da bireyler tarafından oluşturulduğunu unutmayalım. Aklıselimlerin doğrular imbiğinden beslenmesi gerektiğini kabul ediyorum. Lakin bu her zaman gerçekleşir mi orası soru işareti.

Erdemli devlet erkânının insani arzulardan kısmen de olsa münezzeh hâle gelmesi, onun devlet ricalindeki mertebesini belirler. Yaşın hikmeti de burada kendini gösterir. Yaşı kemale ermiş bir devlet adamı ile gençliğinin baharındaki delikanlı bir devlet adamının devlet adabına ilişkin farklı bakış açılarının temelinde tatmin edilmemiş arzular yatar. Lakin bu tatmin edilmemişliğin bir yaşı olmadığını da inkâr etmemek lazım. Gençlikte ötelenmiş veya örselenmiş her duygu bileklerde bir prangadır.

Hayat aslında tahmin ettiğimiz kadar karmaşık ve anlaşılmaz değil. Düşünün ki Büyük İskender Roksane’yi bulmak için genç yaşında dünyayı fethetti. Kleopatra ile Roksane eş zamanlı yaşamış olsalardı Büyük İskender bu kadar Büyük olabilir miydi acaba?

Bugün dünyayı yönettiğini düşündüğünüz insanlardan daha farklı düşünmüyorsunuz aslında, aranızdaki tek fark arzu ve tutkularınızı gerçekleştirebilecek kudrete sahip olup olamadığınızdır. Sonuçta, dünya, tarihi duygularına sahip olmuş veya olamamış âşıkların tarihidir. Yahya ve İbrahim üç günlük hayatıyla âşık olurken Jacob ve Abraham sürdürülebilir aşklar peşinde koşmakta. Gelecek nesillerin aşklarını tasarlamak bize çok mantıklı gelmeyebilir ama öyle işte.

Türkistan bozkırlarında Hanlar sevgileriyle orantılı devletler kurdular. Ve evlatlarına da bu duyguyu miras bıraktılar. Timur bu bireysel sevgiyi Yıldırım’a anlatmaya gelmedi mi? Cengiz Han biricik eşini eşkıyalardan kurtarmak zorunda kalmasa hayata karşı bu kadar acımasız olur muydu acaba? Tarihçiler hayatı ciddiyetle anlatmaya ve anlamlandırmaya dursun, tarih hepimize sevdiğimiz kadar uzak.

Rusya Ukrayna’ya düşman olduğu için girmedi, sevdiğini kaybetmemek için sevgiliyle savaşıyor. Her ikisi de yok olma pahasına aşk acısı çekiyor. Rakibini ortadan kaldıracak gücü olmayan âşık sevdiğini kimseye yar etmemeyi meşru görür. Aşk sevgiliye rağmen sevebilmekse eğer, savaş en masum ve meşru savunma hakkıdır.

Böylesine iddialı ve bir o kadar da rekabet kokan aşklar tehlikeli ilişkilerin kapısını aralamakta. Hiçbir şeyden korkmayacaksın aşığın zulmünden korktuğun kadar. Korkuyorsan da âşık olmayacaksın. Âşık olmak yürek ister, bedel ister. Yürek yeri gelir maşuku katledercesine âşığı meczup eyler. Zira aşk bazen sevgiliyi kimseye yar etmemek için onu yok edebilmektir.

Kimi zaman âşık sevdiğinin kalbinde depremler oluşturur. Telafisiz yıkımların ardından başucuna geçer ve titreyen sevgilinin elinden tutarak ona sevgisini fısıldar. Bilir ki onun şifası yine kendisidir. İki kadın arasındaki adamın çaresizliğidir aşk. Ya ölümüne birini tercih edecektir ya da kendini hayata bağlayan bir üçüncüsüne bağlanacaktır. Yıkıntılar içindeki çaresizliktir bu.

İki sevgili arasında kalanlar hesap gününü yaşar dünyada. Her insan bir devlet her devlet bir insandır dedik ya, doğunun masumları ya da şark kurnazları âşıkların girdabına girdiği günden bu yana gün yüzü görmedi ve görmeyecek. Nice depremler yaşasalar da o heybetli yürekleriyle dimdik ayakta durmaya çalışacaklar.

Ayağa kalkmak kolay, yeter ki tutunacak bir sevgili olsun. İşte o zaman delikanlının insani, ihtiyarın ilahi sevgisi devreye girer. Devlet delikanlı çağındaki bir sevgilinin aşkı ile erdemli ihtiyarın ruhunda can bulur. Birinin aşkı diğerinin hikmetidir devleti diri tutan. Denge bozulduğu an devlet aklı zeval görür.

Karşılık bulmuş aşklar dönemi barışı, iki sevgili arasındaki kalmışlık ise savaşı anlatır bize. Bir yerde savaş ve çatışma varsa bilin ki orada ya imkânsız aşklar ya da sapkın duygular vardır.

Her türkü bir yaşanmışlık, her şarkı bir duygudur. İnsan çoğu zaman kendini orda bulur. O vakit konuyu Yıldız Tilbe’nin muhteşem eseri “İki kadın, bir adam, aşk çekilir aradan” şarkısıyla sonlandıralım.

İki kadın, bir adam, aşk çekilir aradan,

İkimiz de severken ya ondan geç ya benden,

Hep sabrettim, hep affettim, beni aldat diye mi?

Sevenlerin kaderi ihanet mi çile mi?

Harap olan bu gönlüm senin için saray mı?

Viran olan bu gönlüm senin oyuncağın mı?