GERİ KALMIŞLIK ÜZERİNE 5/5: MÜSLÜMANLAR’IN “İLERİ GİTME” İMKÂNI VAR MI?

Ömer DEMİR –

Müslüman olmanın gerekleri ve muhtemel sonuçları bakımından yapılacak mukayeseli bir değerlendirme, günümüz Müslüman topluluklarının mevcut hâllerinden yeterince memnun olmadıklarını söylememize izin verebilir. Kişi başı gelir başta olmak üzere birçok olumlu göstergede nüfus büyüklüğü ile orantılı olmayan bir görünüm var. Bu memnuniyetsizliğin sebebinin Müslüman bireylerin iyi birer Müslüman olma konusunda hissettikleri eksiklikten mi yoksa dünyayı imar sürecinde ve diğer topluluklarla güç yarışında başkalarının arkasında kalmış olmaktan şikâyetçi olmalarından mı ileri geldiğini tamamen birbirinden ayrı iki konu olarak ele almak gerekir. Birincisi Müslüman olmanın hakkını verip verememeye odaklı iken ikincisi bu dünyaya dair beklentilerin gerçekleşmemesine yoğunlaşır. Birinci ile ikinci arasında bir ilişki olup olmadığı da ayrı bir sorgulama konusu.

Bu bölümde izini takip ettiğimiz soru birincisi değil ikincisi. Yani genel olarak Müslüman topluluklar için başkaları daha zenginken fakir olma, başkaları uzaya araç gönderirken günlük işleri için dahi yeterince araç üretememe veya başkaları dünyaya hükmedecek güç toplayabildiği halde güç toplayamamış olmanın sebepleri neler olabilir?[1] Ayrıca, tarihte bir dönem bu sayılan alanlarda öncü olan Müslümanların varlığının, soruyu “madem o zaman oldu şimdi niye olmuyor” anlamında daha da anlamlı hale getirdiği söylenebilir.

Bu çok tartışılan bir konudur ve sebepleri arasında, genelde bir kısmı Müslüman toplulukların içsel gelişmeleriyle, bir kısmı da daha çok onların dışındaki dünyada meydana gelen gelişmelerle ilişkili birçok faktör sayılmaktadır.[2] Bu sayılanların hepsi gerçekliğin bir boyutuna işaret etmek yönüyle anlamlıdır, kıymetlidir. Bu konuda bakış açısını olabildiğince geniş tutmak ve süreçler üzerinde etkili olabilecek tüm unsurlara dikkat çekmek, sadece içinden geçtiğimiz tarihsel süreci “doğru” biçimde anlama bakımından değil, geleceği daha iyi tasarlama bakımından da yeni ufuklar açabileceği için ayrıca önemlidir. Belki de bu ikinci husus, geçmişi ve bugünü doğru ve olduğu gibi anlamış olmaktan daha da önemlidir. Zira bu yazı boyunca açık veya örtük olarak dile getirilen temel iddialardan biri, tarihin tekerrür ettiği kadar tekerrür etmeyen yönlerinin de olduğudur. Sadece tekerrür eden yöne dikkat çekmek ve bu bağlamda olmuşa bakıp oradan olabilecekleri çıkarmaya çalışmak gelecekte olacakların yönlendirilmesinde inisiyatif alma işini başkalarına bırakma ile sonuçlanabilir. Günümüz Müslümanlarının güncel durumları çözümlerken yaptıkları en ciddi yaklaşım hatalarının başında bunun geldiğini söyleyebiliriz.

Burada konuyu farklı yönlerinden ortaya koymaya yardımcı olacağını düşündüğümüz üç tema üzerinde duracağız. Bu çerçevede, “geri kalmışlık” olarak nitelenen ve iyi olduğu düşünülen şeyleri yapamamış olmaya yol açan üç unsuru, kutsallık handikabı, yaparsak biz yaparız zafiyeti ve dünyayı anlamayı değersiz görmek başlıkları altında ele alacağız. Ancak öncelikle belirtelim ki, buradaki açıklamaların hiç birisi katı bir nedensellik iddiası taşımamaktadır. Sadece durumu anlama konusunda yardımcı olabileceği düşünülen değişik bir bakış açısı sunulması amaçlanmaktadır. Ek olarak, bu gibi konularda Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyalarda her dönem için geçerli olan bir açıklama yapmanın mümkün olduğu kanısında da değiliz (üstelik önceki yazılarda bunu bayağı eleştirmiştik). O sebeple ileri sürdüğümüz her açıklama önerisinin açıklama gücünün sınırlı olacağının farkındayız, tıpkı bu konuda genellemeler içeren diğer açıklamalar gibi.

Kutsallık Handikabı: Külleri Kutsamak mı, Ateşi Tüttürmek mi Yoksa Isıyı Sürekli Kılmak mı?

Üzerinde duracağımız ilk konuya kutsallık handikabı ya da kutsala atfen yapılan çözümlerin yenilenme ihtiyacının kabulünün zorluğu sorunu diyelim. İslam dini insanlara dünyada varoluş gerekçelerini ve o gerekçelere uygun yaşama ilkelerini sunar. Konuya, neyin meşru neyin gayrimeşru olduğunu belirleme açısından bakıldığında “beşikten mezar”a her aşamada ve her işi kapsadığı görülür. Bu bağlamda bir açıdan baktığınızda “İslam dininin burada hükmü yoktur” diyeceğiniz herhangi bir alan neredeyse yok gibidir.[3] Bu durumda her , yorum, düşünce hatta tahayyülün kutsala atfen bir meşruiyet oluşturma zemini oluşur.

Bu durum hem büyük bir imkân hem de büyük bir handikaptır. İmkânlarının cazibesine kapılıp handikaplarını göz ardı etmemek gerekir.

Bu durum büyük bir imkândır, çünkü her türlü sorunun çözümünü, her önerinin kaynağını kutsal bilgiye dayandırma halinde, farklı eğilim, yönelim ve çıkarı olan bireylerden oluşan insan topluluklarını ortak hedeflere yöneltme, onları bir noktada buluşturma, en azından görece kolay biçimde uzlaşmalarını sağlama konusunda muazzam bir kolaylık sağlar. Kutsala atfen meşruiyet kazanan bir görüş, öneri veya uygulama, hızla ortak kültürün en baskın unsuru haline gelir ve kutsalın ait olduğu dine inananlar arasında alternatifsiz yüksek meşruiyet kazanır. Bunun sağladığı meşruiyet elde etme imkânı tek kelime ile muazzamdır. Bu sebeple tüm toplum tasarımcıları bu imkânı sonuna kadar kullanmak ister.

Aynı zamanda bu durum büyük bir handikaptır, çünkü meşruiyetini kutsal olana atfen kazanan görüş, öneri veya uygulamalar, değişime karşı gereğinden fazla güçlü bir zırh kazanırlar. Bu zırh meşruiyet ve istikrar getirerek topluluğu dağılmaktan korur, ama aynı zamanda değişen şartların getirdiği yeni sorun ve çözüm imkânlarını uygun biçimde değerlendirememelerine de sebep olur.

Bir dönem gayet ikna edici açıklama ve başarılı uygulamalar, zamanla meşruiyetlerini gördükleri işlerden, sağladıkları kolaylıktan veya faydadan ziyade kutsala atfen tanımlanmaları nedeniyle almaya başladıkları için güçlü bir dokunulmazlık zırhı kazandıklarında, topluluk, yeni durumlar karşısında sadece somut etkili çözümler üretmekten mahrum kalmaz, aynı zamanda büyük oranda sorun çözme becerisini de kaybedebilir. Toplumlar için her dönem fiilen sorunları çözebilme kadar, sorun çözme kabiliyetini ayakta tutabilme de önemlidir.

Buradaki ana varsayımımız, bir topluluk için başarının sürekliliğinde, ilk anda cazip görünen değişime rağmen sürekliliği sağlayan kalıcı çözümler üretmenin değil, kalıcı sorun çözebilme kapasitesinin korunmasının daha önemli olduğudur. Değişmeyen, eskimeyen, her zaman geçerli olan kalıcı çözüm, her zaman somut bir çözüm değil, sorun ile çözüm arasındaki ilişkiyi iyi kavramak olabilir. Örneğin, bütün iklim koşullarına dayanıklı tek tip bir barınak üretmeyi hedeflemek yerine, değişen iklim koşullarına uygun farklı barınaklar üretmeyi prensip olarak benimsemek, farklı coğrafyalar ve zamanlarda ortaya çıkacak kullanışlı ve dayanıklı barınak üretme ihtiyacını karşılamada daha uygun bir tercih gibi görünüyor. Protein ihtiyacını karşılaması için birisine hazır balık vermek pratik ama kısa vadeli bir çözümdür. Hâlbuki balık tutmayı, hatta yetiştirmeyi, balık çiftlikleri yapmayı öğretmek daha zahmetli, ama kalıcı bir çözüm olur. Bir adım daha ileri gidip amacın protein ihtiyacını karşılamak olduğu için bunu illa da balıktan karşılamak gerekmediği, alternatif protein kaynaklarından hangileri uygunsa onlara yönelme prensibinin daha uzun vadeli ve üretken bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz.

Değişim ihtiyacı sadece zamanın geçmiş olmasıyla ortaya çıkmaz. Yüzyıllar boyu insanlar benzer durumlara benzer tepkiler vererek sorunsuz biçimde dayanıklı kurumsal yapılar oluşturabilirler. Ayrıca zamana dayanıklı yapılar kurmak da iyi bir başarı göstergesidir. Ancak dönemsel imkânlar ve ihtiyaçlar farklılaştığında geçmişin koşullarına uygun biçimde üretilmiş kurumsal yapılarda ısrarcı olmanın kendisi bir sorun kaynağı haline gelir. Örneğin herkesin birbirini büyük ölçüde tanıdığı, yetenekleri hakkında bilgi sahibi olacak kadar ortak bir geçmişe sahip olduğu, az sayıda kişinin yaşadığı bir toplulukta işlevsel olan bir yönetici seçme uygulaması, birbirini hiç tanımayan, ortak noktalarının neler olduğunu bile bilmeyen binlerce insanın aynı politik sistem içinde yaşadığı bir toplulukta hiç işe yaramayabilir. Ava giderken, göç ederken, oyun takımı kurarken kimin lider olacağını belirlemek için kullanılan usul ve araçlar farklı din, dil, etnik köken ve sosyo-ekonomik çıkar sahibi kişileri bağlayıcı kararlar verecek bir meclise üye seçerken benzer bir işlev göremeyebilir. Aradaki farkı görmeyip, yüz yüze ilişki gerektiren grup ölçeğinde etkili olduğu tecrübe edilmiş olan bir lider veya yönetici seçme usulünü, uzun yıllar başarılı biçimde kullanılmış olmasını gerekçe göstererek uygulanmasında ısrarcı olmak yanılmaya ve başarısızlığa yol açabilecektir.

Bu yönetim örneğini biraz daha açalım. Toplumların çeşitlenmesi bir yana başlı başına topluluk ölçeğinin büyümesi, yeni yönetim ve denetim usullerinin geliştirilmesini gerekli kılabilir. Lider seçme usulünü az bir grubu esas alarak belirlediğinizde işlevsel olan araç ve uygulamalar, topluluk heterojenleştiyse, daha geniş ve farklı coğrafyalarda yaşayan insanları kapsayacak bir nitelik kazandıysa, eskisi kadar işlevsel olmayabilir. Örneğin görece homojen bir grup içinde standart sayıda kişinin oyunu almayı öngören çok başarılı bir temsil uygulamasının yerine, etnik ve dinî kırılmaların olduğu, grup büyüklüklerinin dengeli olmadığı bir yerde temsilde meşruiyet sağlamada kota uygulaması daha etkili sonuçlar verebilir. En uygun temsil yöntemini bulmak, her bir topluluk için farklı kriterler gerektirebilir. Bu durumda sadece şimdiye kadar uygulanmış olanlara bakıp onlar arasından uygun olanı seçmek yeterli olmayabilir ve duruma uygun yeni “icat”lar yapmak gerekebilir.

Eğer belirli bir dönemde etkili olmuş bu tür uygulamalardan birine kutsallık atfedilirse, koşulların değişmesi nedeniyle bu uygulama hem ihtiyacı karşılamadığı için yönetim zafiyeti oluşmasına yol açar hem de alternatif çözüm yöntemlerini devre dışı bıraktığı için zamanla yönetim biçiminin meşruiyetini kaybetmesi yanında olası yeni seçeneklerin oluşmamasına sebep olur. Yüzyıllar boyu devam eden ve hâlen küçük ölçekli topluluklarda gören kabile yönetimi ve krallıkların bugün ulus devlet ölçeğinde meşruiyet krizi yaşamaları buna güzel bir örnek olarak verilebilir.

Başarılı çözüm önerilerinin kutsallık kazanmasında iki süreç birbirine ters yönde çalışır. İlki, bir topluluğun ekseriyetinin bugün için “doğru” veya “uygun” olanın zamanla değişebilir olduğuna inanmaya açık olması, sürekliliğin sağlanmasında zorluk yaşanmasına yol açar. Bu yüzden topluluk şimdi “uygun” veya “doğru” olanı dondurarak (bazen gelenek veya hukuk haline getirerek, bazen de bunlara ek olarak kutsallık atfederek) bu sorunu aşmaya çalışır. Yani “doğru” veya “uygun” olanın geçici olabileceği inancı, var olana dönük güçlü bağlılık oluşturmayacağı için, istikrarsızlık getirme riski taşır. Bu sebeple mevcut durumdaki egemenler, bu geçicilik algısını ortadan kaldırmak için daima süreklilik üzerine vurgu yaparlar. Örneğin daha yeni kurulmuş bir ulus devletin ilelebet yaşayacağı taahhüdünde bulunmak, başka arayışların önüne geçmek ve yeni oluşturulan kurumların oturmasını temin için sık başvurulan bir yöntemdir. Başarılı bir kutsallık atfetme faaliyeti bu süreklilik algısı oluşturma ihtiyacını daha kısa yoldan karşılar. Bu işin süreklilik, dayanıklılık kazandırma yönüdür.

İşin bir de ikinci yönü var: Eski köye yeni âdet getirilmesi, herkes için anında kabul edilebilir olmaz. Çünkü hiçbir uygulama ondan etkilenen herkesi aynı yönde ve aynı oranda etkilemez. Yeni durumlar, bazılarına yeni fırsatlar sunarken, diğerlerinin bilgi, yetenek ve birikimlerini boşa çıkarıcı sonuçlar doğurur. Bu bağlamda mevcut meslekler değer kaybedebilir, sosyal statü değişikliği sonucu olarak toplumsal itibar sistemi yeniden ayarlanabilir. Bu değişikliklerden olumsuz etkilenenler açıktan veya gizli olarak her türlü yeniliğe karşı konumlanırlar. Bir traktör geldiğinde, mülk sahipleri tarlalarını kolay, düşük maliyetli ve hızlı biçimde sürme imkânı elde ederken, geçimini başkalarının tarlalarında çalışarak temin edenlerin hepsi olmasa da en azından önemli bir kısmı işlerini kaybederler. Bu sebeple, işini kaybedenlerin somut gerekçe bulamasalar da traktörle birlikte bereketin kaybolacağı ve ortalığa uğursuzluk geleceğine inanmaları gayet anlaşılabilir bir durumdur. Aynı sebeple yeniliklere karşı çıkmada da kutsala atfen oluşturulmuş gerekçeler statükonun bozulmasından zarar göreceğini düşünenlere can simidi gibi gelir. Yani kutsallık atfı, çıkarları değişimden yana olmayanlara güçlü bir statükoculuk gerekçesi sunar. Kutsallıkla birleşen muhafazakârlık değişime karşı güçlü bir zırh oluşturur.

Genelde değişim ihtiyacı oluşan her yeni dönem, bir krizle karşılaşır. Özellikle başarılı bir dönemin ardından, başarıyı sağlayan fikirler kutsal olana olan referansları nedeniyle dondurulduğunda, alternatif olabilecek yeni arayışlar beyhude çaba olarak görülmeye başlanır. Bu sebeple eğer bir uygulama, çözüm, çare, şu veya bu nedenle, uygulama, çözüm veya çare özelliğini kaybederse kutsal olana atfen kurulan bağ onun ömrünü yapay olarak uzattığı gibi alternatif uygulama, çözüm veya çarelere yönelimi de engelleyici bir işlev görür. Adeta kutsallık kazanmış gibi nesilden nesle aktarılan geleneğin de rolü benzerdir. Bu şekilde gelenek olarak anonimleşen düşünme, davranma ve yapma biçimleri bir yandan işleri düzenli biçimde yapmanın işlem maliyetlerini düşürürken, diğer yandan yeni durumlara karşı direnç kaynağı olurlar. Kutsal ile bağlantılı hâle gelen gelenek bir yandan serbest yapmanın meşru çerçevesini çizerken, diğer yandan değişimin gerekli olduğu yerlerde karşı duruş, engel veya ayak bağı haline gelebilir. Bunun somut örneklerini, Müslüman ülkeler dâhil dünyanın dört bir yanında yaygın biçimde görmek mümkündür.

Burada amaç-araç ilişkisinde ince ve hassas bir denge söz konusudur: Amaca götüren her araç meşru görülemez o yüzden araçların meşruiyeti konusunda hassas olmak takdire şayandır. Ancak araçların niçin var olduğunu unutup adeta onların kutsallaştırılması da tehlikelidir. Burada amaç-araç ilişkisinde amaca götürdüğü düşünülen her şeyi mubah gören kaba bir araçsallıktan kaçınırken araçları kutsallaştırmanın olası risklerini de göz ardı etmemek gerektiğine işaret etmek istiyoruz. Yani kül, yanmış ateşin bir işaretidir, ama küle fazlaca odaklanıp ateşin nasıl tüttürüleceğini, hatta ateşten vazgeçip ortamın başka hangi yollarla sıcak tutulabileceğini ikinci plana atmamak önemlidir. İlla da bir tercih yapılacaksa aslolan ateşin yanması değil, ısının korunmasıdır. Kül ve ateş arasındaki gözlenen ilişkide küle odaklanarak arkada kül bırakmayan bir türlü ısı kaynağından mahrum kalmayla sonuçlanan tercihlerin makul olmadığını söylemek durumundayız.

Yaparsak Biz Yaparız Zafiyeti

İçinde yaşanılan dönemin ihtiyaçlarını etkili biçimde karşılayamamaya yol açan ikinci duruma yaparsak biz yaparız zafiyeti diyebiliriz. Bu zafiyet, aşırı özgüvenin yol açtığı “dışarı”da olup bitene olan ilgisizliktir. Yeni bir şeyi ilk kez yapmak yapana sırasıyla farklılık, ayrıcalık ve üstünlük hissi verir. Üstünlük hissinin kişilere ilave motivasyon sağlayacağı kesin olmakla birlikte bunun sürekli ve kalıcı olduğu zannının, bir feraset krizine yol açabileceğini göz ardı etmemek gerekir.

Olağan insan tecrübesi, sonuçlarından emin olunmayan işleri, ilk kez kendisi yapmak yerine başkalarının yaptıklarının sonuçlarına bakarak onları taklidi tercih etmeyi öngörür. Aslında bu bir tercih olmaktan öte çoğu zaman bir zorunluluk olarak gerçekleşir. Çünkü ilk kez yapmak, denemek her zaman maliyetlidir ve maliyet üstlenme kapasitesi insanlarda eşit değildir. Bu sebeple her toplumda sayıları az da olsa “yaparsa o yapar” denen öncüler olur. Bir topluluk içinde yol açma, çözüm üretme, yeni şeyler yapabilme bakımından önde olan bu öncüler, bu özelliklerini miras yoluyla gelecek nesle de devrettikleri için başarı yolunu genelde onlar açarlar. Toplumsal başarılar bütün bireylere özgüven kazandırır. Bu özgüven, başkalarının yapamadığını yapmaya dayandığı için topluluğa özgü dinamiklere bağlanır. Bu bağlamda geçmişlerinde büyük başarılar olan bireyler veya toplumlar, kolay kolay başkalarının da benzer başarılara imza atabileceğine inanmak istemezler.

Başarı ile dinî inanç birleştiğinde katmerli bir özgüven oluşturur. Bir topluluk bireyleri belirli bir dini tercih etmekle önemli bir karar verirler. Yani dinî inanç, benimseyen ile benimsemeyen arasında ayrıştırıcı ve dışlayıcı bir farklılaşma oluşturur. Bu yönüyle din, mensubunun gözünde, iktisat kavramını kullanacak olursak, ikamesi mümkün olmayan bir maldır. Zira dışlayıcı[4] bir dine mensup olan ile olmayanın eşdeğer görülmesi, o dinî inanca bağlanabilmenin doğası gereği mümkün değildir. Dünyada insanın varoluş amacına uygun yaşamayı sağlayacak aşkın (kutsal, ilahi) ilke ve değerlere inananlar, kendilerini bu yönüyle ayrı ve üstün görürler. Bu bağlamda, İslam’ın çağrısına kulağını kapayanların büyük bir hata içinde olduklarını kabul etme, Müslüman olmanın vazgeçilemez ön şartıdır. Yani İslam’ı seçen ile seçmeyen arasında son tahlilde birinci lehine bir “üstünlük” olduğuna inanmadan, dünyadaki varoluş amacını bilen ve ona uygun yaşayan ile bunu inkâr edeni müsavi görerek Müslüman olunamaz.

Zamanla bu üstünlük algısı, tüm insan faaliyetlerini kapsayacak biçimde genişletilmeye başlanır. Bu bağlamda Müslümanlar, hayatı anlamlı kılan değerleri benimsemeyenlerin kendileri için de yararlı işler yapacağına yüksek ihtimal vermeme eğiliminde olurlar. Bu, bir birey için en temel konu olan, dünyaya gelişinin anlam ve hikmetini ıskalayan birilerinin diğer alanlarda büyük çıkışlar yapamayacağını düşünmenin doğal bir sonucudur.

Dolayısıyla bir Müslüman, Müslüman olmayanların hayatlarını kolaylaştıracak hayırlı şeyler yapma kapasitelerinin de düşük olduğunu düşünme eğilimdedir. İnanıyor olmanın sağladığı üstünlüğü, her türlü yapabilme kapasitesinde de üstünlük olarak görmek, güçlü bir topluluk oluşturmada olumlu katkı sağladığı için Müslüman toplum önderleri tarafından da sürekli bu yaklaşım desteklenir. “İnanıyorsanız üstünsünüz” mesajı inançla elde edilen ayrıcalığı ifade etmekle sınırlı görülmeyip, her işi daha iyi yapabilme kabiliyeti ile donatılmış olmak olarak yorumlanmaya başlanır.

Bu durum, yenilikleri, yapanların dinî aidiyetlerine bakarak değerlendirme ve İslam dinini benimsemeyenlerin dünyevi işlere dair sorun çözme kapasitelerini küçümseme sonucunu getirir. Böylece kendisi değişen durumlara uygun yeni çözümler üretmediği gibi üretenlerin çözümlerini de kolay kolay benimsemeyen hatta onları küçümseyen bir kültür ortaya çıkar.

Eğer bütün bunlara rağmen başta teknolojik alanda olmak üzer herhangi bir konuda diğerleri tarafından makul bir çözüm ortaya konursa bunu kabullenmek üstünlük algısını yaralayacağı için onu da kendi kültür geleneğine atfen meşrulaştırma eğilimi devreye girer. “Onlarınki ne ki! Bizde daha iyisi var” veya “zaten bizden aldılar” biçiminde tüm olumlu hasletleri kendisine münhasır kılma tutumu gelişir.

Müslüman toplulukların da maruz kaldığı, ama genel olarak dünya işlerini görme konusunda başarılı uygulamaların uyarlanmasında ortaya çıkan ilgi azlığının arkasında bu tutumun kısmen etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumu ifade etmek için popüler dilde hor görme imalı “gâvur icadı” diye bir deyim bile vardır.

Bir dönem dünyada medeniyet öncüsü olmanın verdiği özgüven nedeniyle, iç ve dış birçok faktörün etkisiyle fiilî öncülüğün kaybedilmesine rağmen, gâvur icatlarına önem vermemenin Müslümanlar arasında dayanışmayı olumlu etkilerken, yaşanılan dönemin sorunlarına çözüm üretme kapasitesinde gerilemeye yol açtığını söylemek mümkündür.

Dünyayı Anlamayı Değersiz Görmek

İslam dininin herhangi bir bireyin inanması ve yapması gereken şeyleri anlaması için o kişinin akli dengesinin yerinde olması ve sorumluluk üstlenebilecek yaşa gelmiş olması yeterlidir. Ama herhangi bir kişinin insan hayatını şekillendiren toplumsal düzeyde etkili kültürel, siyasal veya ekonomik sistemler tasarlaması, tasarlanmış olanlar içinden en uygununu seçmesi; bireysel düzeyde üretken ve somut işleri yapması veya meslekleri icra etmesi için aynı şey söylenemez. Bunun için teorik veya uygulamalı eğitim almak, yol yordam öğrenmek, uzmanlaşmak tüm bunlar için de zaman ve emek harcamak gerekir.

Bireysel üretkenlik dışında topluluk için belirlenen amaçlara uygun, maliyet etkin, uzun ömürlü ve şartlara dayanıklı modeller geliştirmek bireyi aşan bir örgütlenmeyle destekli ortak bir irade oluşturmak gerekir. Örneğin iyi bir çiftçi olmak için, hangi ürünün hangi toprakta ve hangi koşullarda üretileceği, sulama, aşılama, seyreltme ve gübreleme işlerinin nasıl yapılabileceğine dair bilgi ve tecrübe gerekir. Tüm ve meslekler için benzer bir durum geçerlidir.

Bu alanlarda başarılı olmak için her bir alana özgü her bir dönemde gerekli ön hazırlıklar ve organizasyon biçimi diğerinden farklı olabilir. Bilgi biriktirme ve onu tecrübe biçiminde nesilden nesile uygun araçlarla aktarma, özünde dünyanın imarına dair bir iştir. İnsan toplulukları imkânları ve birikimleri çerçevesinde hangi alanlara yoğunlaşır ve o alanlarda iyi olmak için imkânlarını seferber eder, rakip toplumlardan daha iyi çıkarır ve onların yapamadıklarını yaparsa öne geçer ve “başarılı” olurlar. Bu anlamdaki başarının, her alanda geçerli ve hiç değişmez bir kuralından bahsedilemez.

Müslüman toplulukların bugünün dünyasının yeni bilgi üretme, işleri kolaylaştıracak teknolojiler ve modelleri ile yönetim sistemleri geliştirme ve sonuç olarak kişi başı üretim ve refah konusunda batı toplumlarından geride olmalarının arkasında, yarıştıkları alanlarda rekabet edecek donanımda olmamaları yatmaktadır. Bunun biraz totolojik bir açıklama olduğunun farkındayız. Doğal olarak asıl soru, niçin bu durumda olunduğudur. Ancak başta da söylendiği gibi toplumların gelişim seyrinde tekdüze bir süreç olmadığı gibi birkaç faktöre indirgenecek açıklamalar da gerçekçi değildir. Doğal kaynaklar, jeostratejik konum, tarihsel ve kültürel miras, kısaca geçmişten gelen her türlü mirasın ve bunlar üzerine inşa olunan kurumsal yapıların farklılığı, her ülkenin neyi, nasıl, niçin yapabildiği ve yapamadığını etkiler, hatta belirler. O sebeple bugünün dünyasında “geri kalma” ve “ileri gitme” konusundaki performans büyük oranda ülkeye özgüdür ve sebepleri ülke, hatta ülkenin farklı bölgeleri bazında tek tek ele alınmalıdır.

Bu konuda ciddi bir ikilemle karşı karşıyayız: Sebep ararken ülke, bölge, alt topluluklar hatta birey ayrıntısına inildikçe gerçekçiliğin artmasına karşın genel bir açıklama imkânı ortadan kalkmaktadır. Tersinden başat birkaç açıklayıcı değişkene bağlı başarı ve başarısızlık hikâyeleri akılda kolay kalmakta, çok ilgi çekmekte ve heyecan uyandırmaktadır ama yukarıdan beri bahsedilen sebeplerle hiçbir zaman gerçekçi değillerdir. Coğrafya başta olmak üzere paylaşılan ortaklıklar nedeniyle birbirini etkileme, birbirini aşağı veya yukarıya doğru çekme her zaman mümkündür. Bu sebeple zaman zaman genel eğilimler tespit etmek olasıdır.

Günümüzde dünyada bir merkezden çevreye doğru genişleyerek etkileşme şeklindeki küreselleşmenin seyri, tüm ülkelerin istikametini aynı noktaya çevirme yönündeki başarısı yönüyle takdire şayandır. O sebeple merkez ülkelerdeki gelişmeleri yakından takip etmek, eski dönemlerde olduğu gibi şimdi de gayet işlevsel görünmektedir. Ancak tarihsel gelişim tek merkezden talimat alıp onun gereğini yapma biçiminde ortaya çıkmadığı gibi her bir ülkenin karşı karşıya olduğu sorunların çözümünde de, tek merkezden gelecek talimatları beklemek makul olmayacaktır. Farklı bölgelerde, farklı kültürel iklimlerde yaşayan insanların alacakları inisiyatiflerin kendi topluluklarını öne çıkarmaya başlaması durumunda, gelecekte tarihin yönünün şimdikinden çok farklı bir biçimde evrilmesi pekâlâ mümkündür. Bu yorum, sadece bir imkâna işaret etme içindir. Yoksa örtük biçimde gün gelecek mutlaka Müslüman topluluklar dünyanın imarında tekrar öncü topluluklar olacaktır gibi bir beklenti ima etmemektedir. Böyle bir beklenti, Müslüman olmanın temel tezahürünün ancak dünyanın imarı ile belli olabileceği varsayımına dayanır ki,[5] önceki bölümlerde böyle bir yorumun doğru olmadığına işaret etmiştik.

Hem birey hem de topluluklar nezdinde nerede başarılı olunmak isteniyorsa o alana yoğunlaşmak ve orada zaman, emek ve kaynak harcamak gerekir. Bunun ardından gelen başarı, potansiyel (doğal kaynaklar, yetişmiş insan gücü, coğrafi konum vb.) ve fiilî kapasite (potansiyel kapasiteyi kullanabilme durumu) ile sınırlıdır. Doğal olarak her birey ve topluluk, dünyanın imarında başarılı olmak ister. İsteği başarıya dönüştürecek olan, imkânlar ile onları kullanan yönetim becerisinin uyumudur. Bu uyumun sırrı hayatın sırrına eşdeğerdir ve toplulukların bunu kendi kapasiteleri ile inşa etmeleri beklenir.

Öte yandan başarının ortaya çıkması için her zaman birey ve toplumlar arasında yardımlaşma kadar rekabet ve çatışma da söz konusudur. Rekabeti etkili işbirliğine dönüştürmede ve çatışmaları minimum maliyetle çözmedeki yönetim becerisi, burada anahtar rol oynar.

Bireyden topluluğa geçişte gerekli uygun düzenleme ve kurumsal yapılar olmadan, sadece değer ve ilkelere vurgu yapılarak iyi bireylerden iyi topluluklar oluşmaz. Bu çok kritik bir noktadır. O sebeple kendi topluluğu içinde bir türlü verimli olmayan birçok yetenek başka topluluklara karıştığında, birden beceri kahramanı haline gelebilir.

Günümüz Müslüman toplulukları toplumlar arası bu yarışta bekledikleri yerde değillerse, bunun sebebi hedefledikleri işleri yapma konusunda uygun araçları geliştirememeleri, araçlar varsa da yeterli gayret gösterememeleri, yani toplumsal enerjilerini uygun biçimde bu alanlara aktaramamalarıdır.

Konunun dünya hayatını öte dünya hayatı ile ilişkilendiren ilkelerle irtibatlı yönleri olmakla birlikte bunlar temel ilkeler seviyesindedir. Öteki dünyada hayatının her anının hesabını vereceğine inanmanın kişiyi, uyanık, sorumlu ve dikkatli yapması beklenir. Ama bu, sorumlu, uyanık ve dikkatli kişinin somut olarak ne yapacağını belirlemez. Onu yeteneklerini ve imkânlarını en etkili şekilde kullanarak kendisi bulacaktır. Bunun için ekip biçebilir, bina yapabilir, şiir, film senaryosu veya roman yazabilir, çobanlık veya genel müdürlük yapabilir. Bu alanlardaki başarısı her bir alanda başarılı olmanın kriterlerine uygun çaba ve emek gösterip göstermemesi ile ortaya çıkar. Yani dürüst olmak temel bir davranış kalıbıdır ama bir uzmanlık alanı değildir. Birisinin dürüstlükte değil, hastalık teşhis ve tedavisinde, duvar ustalığında, bilgisayar yazılımında, bina tasarımında, uzay araştırmalarında, makine öğrenmesinde, ekonometrik modellemede, pazarlama veya kamuoyu araştırmalarında yahut etkili ve güzel konuşma gibi konularda uzman olmasını bekleriz. Dürüstlüğün çok kıymetli bir haslet olduğu açık olmakla birlikte uzmanlığın yerine geçmeyeceği fark edildiğinde ilk önemli eşik geçilmiş olacaktır. Neyin iyi yapılması isteniyorsa ona yoğunlaşmak ve onu başarmak kendiliğinden gerçekleşmez. Yolunu yordamını öğrenmek için çaba sarf etmek gerekir. O çabanın nasıl bir şekil alacağı da zamandan zamana değişir.

Bu bağlamda aşağıdaki sorulara dikkatinizi çekmek isterim:

Yaşadığımız dönemde iyi bir çocuk nasıl yetiştirilir?

Hangi yaşlarda neleri nasıl öğretmek, bu amaçla hangi materyalleri kullanmak gerekir?

Günümüzde yetişkin bir gencin hangi bilgi, beceri ve yetkinliklerle donatılması gerekir? Nasıl?

Üretimde ve tüketimde gereksiz kaynak kullanımının önüne nasıl geçilebilir?

Her bir alana özel verimlilik nasıl artırılabilir?

Tasarruflar üretime en uygun yollarla nasıl aktarılabilir?

Şu an kullanmadığımız çevre dostu yeni enerjiler nasıl keşfedilebilir ve sonrasında da nasıl temin edilebilir?

Farklı (sosyal, dinî, etnik, mesleki kültürel vb.) kimlikler bir arada çatışmadan, uyum içinde nasıl tutulabilir?

Bunun için nasıl bir sosyalleşme süreci, ne tür temsil ve yönetim sistemleri geliştirmek gerekir?

Farklılık arz eden durumlarda daha etkili olmaları için yeni karar süreçleri nasıl tanımlanabilir?

İnsanların birbirine daha çok yardımcı olduğu ama birbirini sömürmediği bir emeklilik, sigorta ve maaş sistemi nasıl kurulabilir?

Birbiriyle en uyumlu yaşayabilecek çiftler hangi yöntemlerle seçilebilir ve bu yolla evlilik ilişkisi sağlıklı biçimde nasıl sürdürülebilir?

Hastalıkların teşhis ve tedavisinde daha etkili, maliyet-etkin ve insanların daha sağlıklı yaşamalarına imkân sağlayacak teşhis ve tedavi yöntemleri nasıl tespit edilebilir?

Eğer bu ve benzeri sorulara cevap olarak “bizim kültürümüzde bunların en iyisi var, özümüze dönüp, onları ortaya çıkarırsak tüm sorunlarımızı çözeriz” denilirse ve arkasından kutsal kitaplardan veya onları yorumlayan önceki parlak dönemlerin temsilcilerinden güzel metinler eklenirse durum şimdikinden pek farklı olmaz; kutsal metinler kalkan yapılıp rakipler “hakiki Müslüman” olmamakla suçlanmaya devam edilir. Ama “evet her birini yeniden ele alıp üzerinde uzun uzun düşünelim, birimiz değil hepimiz düşünelim, olabildiğince farklı ve çok sayıda öneri geliştirelim, sonra onları mukayese edelim; bu arada başkaları şimdiye kadar bu konularda neler yapmış, nasıl sonuçlar almış yakından bakalım ve biz onlardan daha fazla veya farklı neler yapabilirizin imkânlarını araştıralım; aklımıza gelen ilk fikri hemen anayasa, kanun veya yönetmelik maddesi yapmadan önce küçük gruplarda deneyelim, beklenen sonuçların oluşup oluşmadığını gözleyelim, beklenmeyen neticelere yol açıp açmadığını izleyelim bakalım” denilirse, yakınma, dövünme ve başkalarını suçlamadan kurtulma ümidi var demektir. Kanaatimizce bunu yapabilen kuşak bu alanda “başarılı” olacaktır, ama tabii ki bu, onların şimdikilerden daha iyi birer Müslüman olacağı anlamına gelmeyecektir.


[1] Aslında “Bu sayılanları yapıyor olmak çok gerekli mi? veya tersinden yapamıyor olmak Müslümanlara ne kaybettirir?” şeklinde bir ara soru sorulabilir. Bu soru tartışmaya değer olmakla birlikte burada bunun gerekli olduğu varsayımı üzerinden yeni sorular sorarak devam edelim istedik.

[2] Bu konudaki tartışmaları özetleyen bir analiz için bkz. Kanbir, Ö. ve Dikkaya, M. (2022). İslam dünyasının geri kalma nedenleri üzerine bir analiz. İktisadi İdari ve Siyasal Araştırmalar Dergisi, 7(19), 556-580, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2082046

[3] Olay, ilişki ve durumlara bir şey ya helal ya da haramdır bakışıyla yaklaşıldığında bu sınırların dışında kalan bir alan söz konusu değildir.

[4] Kendi dışındaki inanışların tümünü reddeden dini inançlar olduğu gibi (İslam da bu dışlayıcı dinlerden biridir. Hristiyanlık, Yahudilik ve peygamberlerin getirdiği diğer dinlerin eski devrilerde geçerli “hak din” olmalarına karşın bugün geçerliliklerinin kalmadığını belirtir) kendi dini tercihlerine benzer diğer tercihlerin de eşdeğer olabileceğini kabul eden dinler (Budizm’de, Şamanlık’ta ve Çin yerel inançlarında olduğu gibi) de bulunur.

[5] Böyle bir açıklama Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli eserinde Protestan ahlakına atfettiği şeyin İslam’a uyarlanması olur.

Ömer Demir
+ diğer makaleler

ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümünden 1988’de lisans ve 1990’da yüksek lisans derecesi aldı. 1993 yılında Anadolu Üniversitesinde İktisat alanında doktorasını tamamladı, 1996’da doçent 2009’da profesör oldu. Üniversite dışında TÜİK, YÖK ve ÖSYM’de yönetici olarak çalıştı, TÜBİTAK bilim kurulunda görev yaptı. Halen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinde öğretim üyesi. İktisat metodolojisi ile iktisadın kurumsal yapılarla ilişkileri konusunda çalışmalar yapıyor.