Ömer  Torlak –

Yeryüzünün imarına talip olmuş ve yaratılmışlar içerisinde Allah tarafından özellikli yeri tayin edilmiş olan insan, her yönüyle sosyal ve davranış bilimlerinin konusu olmuş ve olmaya devam ediyor. Kendisini özel olarak muhatap almış olan Yaratıcı, insana rehberlik etmiş, emin sıfatına sahip güvenilir elçileri aracılığıyla vahyini göndermiş ve yine elçilerinin bizatihi kendi hayatlarını onlara örnek olarak göstermiştir. Her bir peygamber kendi muhataplarına bizzat kendi hayatları ile insanın her türlü özelliği ile örneklik yaparak hayatlarını sürdürmüştür. Ta ki ölümleri ile sonlanan dünya hayatlarının tamamı ile ve tüm insani özellikleri ile insanlara örneklikleri devam etmiştir. Yani seçilmiş peygamberler nasıl ölümlü ise yaratılışı kendi elinde olmayan her insan da ölümle yüzleşmek durumunda olduğunun farkındadır. İnsanın eylemleri dikkate alındığında “acaba insan gerçekten vaktini bilmediği bir anda öleceğinin ne denli farkında” sorusu da karşımızda durmakta hiç şüphesiz.

İnsanın ontolojisine yönelik bu çok kısa girizgâhın niçin yapılmış olabileceği sorusuna sanırım başlıktan da hareketle bir anlam verebiliriz artık. Cevabını aradığımız soruyu özetle şu şekilde yazabiliriz: “Ölümlü olduğunu tüm tecrübe ve gözlemleri ile bilen, Yaratıcısının tüm örnekleri ile önüne serdiği bu gerçekliğin farkında olan insan, hiç ölmeyecek gibi nasıl yaşayabiliyor ve sosyal bilimler bu durumu nasıl açıklayabilir?”.

İnsana en güzel örneklik olarak Yaratıcısı tarafından ifade edilen peygamberler ve nihayetinde son peygamber Hz. Muhammed (as)’ın kendi kızına yönelik sözleri ve geride bıraktığı mirastan anlayabildiğimiz kadarıyla, her insanın ahirete ilişkin hesabını bireysel olarak vereceği ve kendisinin çok sevdiği kızı hakkında da elinden bir şey gelmeyeceğini biliyoruz. Yine onun çok yakınında olan yol arkadaşları kendisi vefat ettiğinde bu en yalın gerçeklik karşısında ölümsüzlüğü aramadılar.

Hayatın her alanında gençlik, makam, para, güzellik gibi güçlerle imtihan olunan insan, önündeki en yalın örneklere rağmen, gücün peşinde ölümsüzlüğü aramaktan da geri durmadı. Belki de şöyle demek daha uygun olur: İnsan herhangi bir güce sahip olduğunda bu gücün elinden gideceğini, bir gün bu gücünü kaybedebileceği düşüncesini aklına getirmek istemedi. Aklına geldiğinde ise bu düşünceyi güç elinde oldukça zihninden uzaklaştırmayı denedi. Güçten düştüğünde ya da çok yakınındakini kaybettiğinde ölümü hatırlayan insan zaman içinde mezarları yaşadığı mekânın dışına çıkarmak suretiyle hızlıca ölümsüzlük düşüncesine geri dönmeyi başarabildi.

Ölümsüzlüğü arayan ölümlü insanın kendi içine, topluma ve gruplara, ortamına ve sosyal yaşamına ilişkin davranışları ile Yaratıcısı ile olan ilişkisine yönelik niyet, tutum ve davranışları ve bunların sonuçlarına ilişkin her türlü konu ise sosyal bilimlerin ilgi alanında olmaya devam ediyor. İnsanı yaratan Allah, onu muhatap aldığı Kur’an’da doğrudan tasvir edici açıklamalarla birlikte kıssalar yoluyla ve bazen de daha açık ifadelerle özünde aynı olan insanın farklı güç kaynakları ile olan imtihanını örneklendirmeye çalışmaktadır. Eylem ve davranışlarının sonucuna ilişkin hesap verilebilir bir ömrü yaşayabileceği rehberliği kendisine sunmaktadır. Bunu yaparken de insanın ne kadar farklı yaklaşım içinde olabileceğinin örneklerini de sıralamaktadır. Doğrudan muhataplıktan her ne sebeple olursa olsun uzaklaşan insanların kahir ekseriyeti ise kendisini muhatap alan Yaratıcısı ile münasebetini birtakım aracılara havale etmekten imtina etmemiştir. Bugün de aynı şekilde çok sayıda insan aynı ilişki biçimini sürdürmektedir. Böylesi bir yaklaşım bazılarına görünmez bir güç kazandırmaya devam etmektedir.

Görünmez güç sahipleri gücün sarhoşluğu ile çoğunluk ise Yaratıcının hitabından uzaklaştığı için muhtemelen ölümsüzlüğü daha fazla arar hale gelmiştir. Din adına ve özelde İslam adına gücü kullananların beyin ya da beden ölümünün ötesine taşıdıkları ölümsüzlük düşüncesi tefsir, kelam, hadis, fıkıh ve benzeri sosyal bilim alanlarındaki kavram, konu ve araştırma sorularını nasıl farklılaştırabiliyorsa, hukuk alanında insan yerine kurumların önemsenmesine yol açabilmekte, iktisat alanında iktisadi insan benzeri kavramsallaştırmaların merkezde yer almasına yol açabilmekte, psikoloji alanında kişisel gelişim konularının alıcısı fazlasıyla artabilmekte, felsefede bağlamından kopuk müzakereler gündeme gelebilmekte, sosyolojide eklektik sorularla bütüncül bakıştan uzak cevaplar ortaya konabilmekte, bazı edebî eserler eliyle ise insandaki ölümsüzlük fikri beslenebilmektedir. Teknolojinin baş döndürücü hızla ortaya çıkardığı hemen her sonuç, insanın ölümsüzlüğü yakalamak için fırsata dönüştürülmek istenmektedir. İşletmeler ise tüm bu gelişmeleri dikkate almak suretiyle pazarın beklentileri ile uyumlu ürünleri geliştirme uğraşısını her zamankinden daha fazla ortaya koymaktadır. Dolayısıyla işletmecilik, pazarlama ve yönetimle ilgili sosyal bilim çalışmaları doğal olarak, verimlilik ve etkinlik bakış açısını odağına alırken ölümsüzlük fikrini hem müşteriler hem de çalışanlar için besleyen bir sosyal bilim alanına dönüşmektedir.

Tüm bu değerlendirmeleri yaparken elbette sosyal bilimlerin odağındaki insan psikolojisi, insan-insan ilişkisi, insan-grup, insan-toplum etkileşimi süreçlerini ve bunların sonuçlarını irdelemek ve bunlara ilişkin değerlendirme yapmak gibi asli işlevleri olduğunu inkâr etmiyoruz. Bu yazı ile vurgulamaya çalıştığımız sosyal bilimlere ilişkin hemen her alanda yapılan çalışmaların bu amaca ne kadar hizmet ettiği ya da insanda ölümsüzlük fikrini beslemek ve büyütmek suretiyle yine sonunda insanın hem yeryüzüne, insanlığa, gelecek kuşaklara hem de insanın hayatı ıskalamak suretiyle yıpranmasına yol açıp açmadığına ilişkin bir değerlendirmeden ibarettir.

Sahip olduğu ya da sığındığı gücün etkisindeki sosyal bilimci, bazen bile isteye bazen de farkında olmadan kitleyi ölüm fikrinden uzaklaştırıcı kavramların daha fazla konuşulmasını sağlayabilir bazen de kavramların bağlamından koparılması yolunu tercih etmek suretiyle kitlelerdeki ölümsüzlük fikrini besler. İnsanlık tarihi bu konularda, tefsir, fıkıh, hadis ve kelam ilmi ile uğraşan çok sayıda bilim insanının örneklerine fazlasıyla sahiptir. Bu örnekleri ortaya çıkaran şey ise genellikle gücün yanında yer alma arzusu, güçten korkma ve kişisel menfaat olsa gerek. Yine insanlık tarihi hakikati arayan ve ölümü göze alabilen örnekler yanında güce ram olan ve güçlünün etkisinde kitleye ölümsüzlük fikrini aşılayacak çalışma ve açıklamalar yapan örneklerden de yoksun değildir.

İlahiyat alanında çalışan kimi araştırmacılar bu şekilde davranırken sosyoloji, psikoloji, hukuk, iktisat, felsefe, edebiyat, tarih, antropoloji, işletme, pazarlama ve her alandaki sosyal ve beşerî bilimle uğraşanların ölümsüzlük arayan insana neler söylemiş olduklarına kısaca değinebiliriz şimdi. Bunu yaparken, örneklendirmeye çalışacağımız her alana ilişkin anlama, açıklama ve anlamlandırma çabalarına ilişkin işini iyi yapmaya çalışan sosyal bilimcilerin hakkını teslim etmeye çalışacağız tabii ki.

Toplumu, ilişkilerini ve toplumsal değişimi ve bunun altındaki göç, kentleşme, işsizlik vb. çok sayıda sosyolojik çalışma yanında, bedeni, mekânı ve tüketimi inceleyen çok sayıdaki çalışmalar eliyle insanın ölümsüzlük fikrinin beslenmesi de mümkün gözükmekte. Bu çalışmaları yapanların niyetinden bağımsız olmak üzere, araştırma sonuçlarını okuyanlar, bu sonuçlar üzerinden topluma ve insana verilen mesajlar eliyle ölümsüzlük arayışındaki insanın asli sorumluluklarından uzaklaşma ihtimalinin arttığını söyleyebiliriz.

Benzer biçimde kişisel gelişime evrilen psikoloji alanındaki çalışmaların pek çoğu, kariyerine odaklı bir insan profili üzerinden ölümsüzlük arayışlarını artırıcı etkide bulunabilmektedir. Bazı bağımlılıklara ilişkin psikolojik araştırmaların insanı sürükleyebilecek olumsuzlar karşısındaki uyarıcı etkisine karşılık kapitalist çalışma kültürünü besleyebilecek bazı psikoloji ya da sosyal-psikoloji araştırmaları eliyle kişi, şirket ya da kurumlardaki ölümsüzlük fikri kalıcı hale gelebilir.

Bazı düzenlemeleri, toplumları ya da yönetim biçimlerini, insanlığın geldiği son nokta olarak görebilen bakış açısı, hukuk ve tarih alanları bağlamında sosyal bilimler eliyle ölümsüzlük fikrinin beslendiği örnekler arasında sayılabilir. Yaratıcının muhataplığından uzaklaşmış insan üzerinde bu ve benzer etkileri fazlasıyla görmek mümkündür. Tarihin hamaset ve mitlere indirgendiği bir düzlemde insan geçmişe öykünmek yoluyla ölümsüzlüğü yaşamaya çalışırken, mevcut düzenleme ve kanunların idealize edildiği her değerlendirme, benzer şekilde insanı ölümsüzlük fikrine fazlasıyla yaklaştırabilir. Özellikle gücü elinde bulunduranlar, kendi lehlerine olan durumun devamı sayesinde hiç ölmeyecekmiş gibi hayatına devam etmek ister. Hele bir de vicdanında başkalarının hakkını ihlal ettiği gibi rahatsız edici bir ses varsa, bu durumda mevcudu korumak yoluyla ölümsüzlük fikrine kendisini alıştırmak suretiyle bu seslerden kurtulma çabası ağır basabilir.

Neo-klasikten liberal iktisada, finansal iktisattan davranışsal iktisada rasyonellik ile irrasyonellik arasındaki salınımlara ilişkin alıcı ve satıcı davranışları ile fiyat dengesini açıklama çabasında olan iktisat çalışmalarında da insanı ölümsüzlük arayışına sevk edebilecek yönlendirmelerden söz edebiliriz. Kaynakların verimli ve etkin kullanımına katkı sağlamayı amaç edinmiş iktisadi araştırmalar ve bunları gerçekleştiren iktisatçıların ölümsüzlük arayışı içinde olan insanın bu arayışına destek mahiyetinde sonuçlar ürettiği açık. Özünde daha fazlasını kazanma hırsı taşıyan insanı anlamaya çalışırken bizatihi iktisatçının kendisinin de aşırı kazanma hırsını artıran söylemlerde bulunması ihtimal dâhilindedir. Marjinal faydanın oluştuğu yerde arzın sınırlanmasını önerebilen bir iktisatçı, acaba ilave fayda oluşturabilecek bir çabanın engellenmiş olması sonucunda bazı insanları dayanışma ruhundan alıkoyup ondaki ölümsüzlük arayışına katkıda bulunabilir mi? Bu soru ilk bakışta anlamsız görülebilir. Ancak güçten beslenen bir hadis araştırmacısının kendince iyi niyetli olarak zayıf bir hadisi gerekçe göstererek insanların emeklerinden daha az maliyetle ve daha fazla yararlanılmasına yol açan çabası, ölümsüzlük arayışı bakımından insanı ne denli besleyebilirse, bir iktisatçının marjinal fayda kavramından yola çıkarak dayanışma ruhuna halel getirecek düzeyde bunu araçsallaştırması da ölümsüzlük arayışını en az onun kadar besleyebilir.

İktisadi eylemlerin aktörlerini inceleme konusu yapan işletme ile alıcı-satıcı arasındaki ilişkileri açıklama ve anlamlandırma çabasında olan pazarlama bilimleri de ölümsüzlük arayışını besleyebilir. Finans karar ve uygulamaları ile finansal tablolarda göz boyayıcı dokunuşlar yapmaya yol açabilen sosyal bilim çabaları, çalışanların seçimi, işe yerleştirilmesi ve kariyer yönetimleri ile ücretlendirme konuları bağlamında insan kaynakları yönetimleri ölümsüzlük algısını besleyecek şekilde araştırma sonuçlarını gündeme getirebilir. Pazarlama ve reklamcılık algıyı oluşturma ve yönetmeye aday çabalar olarak çok sayıdaki ipucu ile insanın ölümsüzlük arayışında onu yalnız bırakmayan destekleri gösterebilir. Dolayısıyla tüm bu mikro ölçekli sosyal bilim çalışmalarının en azından bir kısmının farkında olarak ya da olmaksızın insanın ölümsüzlük arayışına katkı sağlayan süreçlere dönüşmesi ihtimal dâhilindedir.

Kültürel değerler, kültürel çalışmalar ve antropoloji alanında da geçmiş insan topluluklarının ölümsüzlük arayışlarını besleyecek konuların iyi niyetle de olsa bazı sonuçlarının insandaki ölümsüzlük arayışını beslemesi mümkündür. Köy pazarları ve panayırlardaki insan davranışları ve değerlerini araştıran çalışma sonuçlarının en azından bazılarında ölümsüzlük arayışını artırması söz konusu olabilir.

Edebiyat alanında çok sayıdaki araştırma ve çalışma da benzer şekilde bir algıyı destekleyebilir.

Burada biraz soluklanıp şu soruyu sormak doğru olabilir: “Sosyal bilimler mi insandaki ölümsüzlük arayışını beslemekte yoksa insanda var olan ölümsüzleşme eğilimi mi sosyal bilimleri bu tür çabaların içine itmektedir?”.

Yukarıda sıralamaya çalışılan her bir sosyal bilim alanına ilişkin örnekler, bir yandan ölümsüzlük düşüncesini besleyen bir çaba olarak algılanırken, aslında yazının başlarında sorduğumuz soruyu dikkate aldığımızda, insandaki ölümsüzlük düşüncesini açıklamada sosyal bilimlerin ne denli ayrıntıya inen ve kuşatıcı örnekler olarak da okunabilir. Bir diğer deyişle, sosyal bilimlerin hemen her alanındaki çaba ve çalışmalar insanın ölümsüzlük düşüncesini hem açıklayan hem de besleyen bir yönü olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Nihayetinde sosyal bilimci de ölümsüzlüğü arayan insan tarafından icra edilmektedir.

İnsan zekâsı ve zihninin geliştirdiği teknolojik gelişmelerin de katkısıyla ölümsüzlük arayışının bir sonucu olarak post-truth, post-human gibi arayışların distopik eserler başta olmak üzere edebiyata yansıdığını görüyoruz. Bu gelişmelerin edebiyatla sınırlı kalmayıp sosyal bilimlerin her alanında kendisini gösterdiği aşikâr. Arayış halindeki insan ise sosyal bilimlerin her alanında kendisinden yola çıkarak hemcinslerinin ölümsüzlük arayışına tercüman olmaktan geri durmuyor. Elbette bazı sosyal bilimciler de unvan arayışı ile ölümsüzlük arayışına girebiliyor. Kimisi kariyeri boyunca bu çabanın sonucunu alma peşinde koşarken kimisi ise öldükten sonra ismini ölümsüzleştiren eserlerle anılmaya devam ediyor.

Sonuç itibariyle ölümsüzlüğü arayan insanın hikâyesini öyle ya da böyle sosyal ve beşerî bilim alanlarında çalışan insanlar yazmaya devam ediyor. Bazen tekil olarak insanın hikâyesi ama çoğunlukla kitlesel insan hikâyelerini sosyal bilimler sayesinde okumaya devam ediyoruz. Kimimiz ise okuduklarımız arasında kendi hikâyemizi bulmaya ya da başkasının hikâyesinde kendimizi ölümsüzleştirmeye çalışabiliyoruz.

Değişen mekân ve zamanda sosyal bilimler, aslında çok fazla değişmeyen insanın ölümsüzlük arama çabasını açıklama ve anlamlandırma eylemlerine devam ediyor.

İnsanın kendi ölümsüzlük arayışına ilişkin bir sosyal bilimci olarak cevap arama çabasının karşılık bulup bulmadığı ise ayrı bir yazının konusu.

Enes POLAT –

Bu yazımızda milyonlarca kişiyi ve farklı personel kategorilerini ilgilendiren bir alanda sistem kurmanın ve kurulan sistemi sürdürebilmenin ne kadar zor olduğunu, kilit bir kavram olan “En Yüksek Devlet Memuru Aylığı/Maaşı” (EYDM Aylığı, EYDM Maaşı) üzerinden inceleyeceğiz.

Şimdi karşımızda bulunan resmi bir görelim:

Öyle bir memur kadrosu düşünün ki;

  • Bu kadronun eskisi var, yenisi var, ama eskisi mülga.
  • Eskisinden bahsettiğimizde yenisini kastetmiş olacağız.
  • Yenisine eskisinin maaşını ödeyeceğiz, ama yenisinin maaşı ve ek göstergesi eskisinden fazla.
  • Eskisine maaş ödemesinde dayanak olan mevzuat mülga, fakat uygulanacak.
  • Maaş dediğimiz aylık değil, aylık dediğimiz maaş değil… Ama maaşın içinde aylık var.
  • Adı “en yüksek” olduğu halde, maaşı ve ek göstergesi en yüksek kamu görevlisi o değil.
  • Diğer kamu çalışanlarının maaşları ve emeklilik hakları belirlenirken bazen bu kadronun maaşı, bazen aylığı dikkate alınıyor. Ancak maaş ve aylık derken yeni kadronun değil, eskisinin maaş ve aylığını dikkate alıyoruz…

Biraz kafanız mı karıştı?

Ama bu milyonlarca kişiyi ilgilendiren gerçek bir bulmaca sorusu…

657 sayılı Devlet Memurları Kanununun yürürlüğe konulduğu 1965 yılını başlangıç alırsak, kamu personel sistemimizin içinden geçtiği 58 yıllık süreçte kazanılmış hakların, farklı personel sistemleri ile farklı sosyal güvenlik mevzuatının bir arada uygulanmasının ve değişim süreçlerinin bir zorunluluk olarak ortaya çıkardığı bu karmaşık “bulmaca sorusu”nu birlikte çözmeye var mısınız? Hadi bakalım!

Kamu personel yönetimi üzerinde biraz bilgi sahibi olanlar, statüsü ne olursa olsun (memur, askerî personel, hâkim ve savcı, öğretim üyesi ya da sözleşmeli personel ve hatta bazı durumlarda işçi) kamu çalışanlarının, hatta milletvekili, bakan, bakan yardımcısı gibi Devlet görevlilerinin maaş ve/veya emeklilik sisteminin dayandığı temel kavramlardan birinin “en yüksek Devlet memuru aylığı/maaşı” olduğunu bilirler.

Aşağıdaki başlıklar, EYDM aylığı/maaşı kavramının kullanıldığı yerler konusunda bir fikir verir sanırım:

  • Kamu görevlilerinin maaşlarının önemli bir unsuru olan tazminatlar ve ek ödemeler EYDM aylığına endekslidir.
  • Hâkim ve savcıların maaş sistemi, EYDM maaşı üzerine kuruludur.
  • Milletvekillerinin aylık ödenek ve yollukları, EYDM maaşını temel alır.
  • Cumhurbaşkanı yardımcısı, bakan ve bakan yardımcılarının maaşının hesaplanmasında EYDM maaşı belirleyicidir.
  • Memurların, akademik personelin, askerî personelin, hâkim ve savcıların, bazı sözleşmeli personelin, hatta belediye başkanlarının emekli maaş ve ikramiyeleri EYDM aylığını baz alır.

Bu başlıklar da göstermektedir ki EYDM aylığı/maaşı, kamu kesiminde maaş ve emeklilik sisteminin temel belirleyici unsurudur.

O halde çalışmamızın başında sormamız gereken soruları soralım ve mevzuat.gov.tr’deki uzun yolculuğumuza başlayalım.

Soru 1- En yüksek Devlet memuru kimdir?

Soru 2- En yüksek Devlet memurunun aylığı/maaşı nedir?

DURAK 1: 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK), Ek Madde 34

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine geçinceye kadar en yüksek Devlet memuru Başbakanlık Müsteşarı idi. 2018 yılında yeni hükûmet sistemine geçildiğinde Başbakanlık kaldırılınca doğal olarak Başbakanlık Müsteşarlığı makamı da sona ermiş oldu.

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminin yasal alt yapısını kuran 703 sayılı KHK, pek çok kanun ve kanun hükmünde kararnamede değişiklikler yaparak yeni hükûmet sisteminin temelini oluşturdu. Bu bağlamda kamu personel maaş sisteminin ana belirleyici unsuru olan “EYDM” ve “EYDM aylığı/maaşı”na ilişkin düzenleme de 703 sayılı KHK ile yürürlüğe konulmuş oldu.

703 sayılı KHK ile 375 sayılı KHK’ye eklenen Ek 34. madde, “EYDM” ve “EYDM aylığı/maaşı” konusunda esas itibarıyla üç temel hususu düzenlemiştir:

  • En yüksek Devlet memuru, Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanıdır.
  • En yüksek Devlet memuru olan Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanına, Başbakanlık Müsteşarına, mülga mevzuat hükümlerinde kadrolarına bağlı olarak öngörülmüş mali ve sosyal hak ve yardımlar kapsamındaki ödemeler aynı usul ve esaslar çerçevesinde yapılır. Bu ödemelerden vergi ve diğer kesintilere tabi olmayanlar bu maddeye göre de vergi ve diğer kesintilere tabi olmaz.
  • İlgili mevzuatta mali ve sosyal hak ve yardımlar ile emeklilik hakları bakımından Başbakanlık Müsteşarına ve en yüksek Devlet memuruna yapılan atıflar Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanına yapılmış sayılır.

Buradan da anlıyoruz ki,

  • EYDM” dendiğinde “Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanı,
  • EYDM aylığı/maaşı” dendiğinde de ilgili mevzuat hükümlerine göre Başbakanlık Müsteşarına yapılan/yapılması öngörülen ödemeler

kastedilmiş olmaktadır.

En Yüksek Devlet Memuru Aylığı/Maaşı Nedir? Nasıl Belirlenir?

Bu aşamada “EYDM kimdir” sorusu, yukarıdaki hükümle netlik kazanmakla birlikte, mevzuatımızda geçen “EYDM aylığı veya maaşı” konusunda aynı netlikten bahsetmenin mümkün olmadığını belirtmek gerekir.

Yani yazımızın başında sorduğumuz iki sorudan biri cevabını buldu. Ancak ikinci soruya ilişkin yolculuğumuz devam edecek gibi…

Burada “yeni en yüksek Devlet memuru (Y-EYDM)” olan Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanının maaşının belirlenmesinde esas alınan “eski en yüksek Devlet memuru (E-EYDM)” Başbakanlık Müsteşarının maaşının nasıl belirlendiğine bakalım ve kendimize bir yol haritası çizmeye çalışalım.

Bu konuda ilk bakışta gidebileceğimiz iki adres var:

DURAK 2: 657 sayılı Kanunun Mali Haklar Bölümü,

DURAK 3: 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, Ek Madde 10

Memurların maaşlarının hesaplanmasında esas itibarıyla iki usul söz konusudur:

  • Tüm memurlar için gösterge, ek gösterge, taban aylığı, kıdem aylığı, zam ve tazminatlardan ve sosyal hak ve yardımlardan oluşan maaş hesaplama sistemi (Bakınız, 657 sayılı Kanunun mali ve sosyal haklarla ilgili bölümü)
  • Bazı memurlar (uzman, müfettiş vb. kariyer meslek mensupları ile taşrada il ve bölge müdürü, merkezde de daire başkanı ve üstü yöneticiler) için “ücret” ve “tazminat” gibi iki ödeme unsuruna dayanan maaş hesaplama sistemi (Bakınız 375 sayılı KHK Ek 10. maddesi ve bu KHK’ye ekli II sayılı Cetvel)

(Burada belki parantez açarak teknik bir açıklama yapmamız sanırım iyi olacak: 2011 yılına kadar bazı küçük istisnalar dışında neredeyse tüm memurların maaş hesaplaması, birinci usule göre yapılmakta iken, 2011 yılında 666 sayılı KHK’yla 375 sayılı KHK’da yapılan düzenlemeyle uzman, müfettiş gibi kariyer meslek mensupları ile taşrada il ve bölge müdürleri, merkezde de daire başkanı ve üstü yöneticiler için “ücret” ve “tazminat” gibi iki ödeme unsuruna dayanan yeni ve basit bir maaş hesaplama sistemi getirmiştir.)

Bu aşamada üçüncü sorumuzu soralım:

Soru 3- Başbakanlık Müsteşarının maaşı bu iki usulden hangisine göre belirleniyor?

Cevap: “Hiçbirine”…

Şüphesiz 657 sayılı Kanunun mali haklarla ilgili bölümüne ve ilgili diğer mevzuata baktığımızda Başbakanlık Müsteşarı için (gösterge (1500), ek gösterge (8000), özel hizmet tazminatı oranı (% 345), zam puanı (4500) vb.) ödeme unsurlarının belirlenmiş olduğunu görmekteyiz.

Ancak Başbakanlık Müsteşarının fiilen alacağı maaş, bu hükümlere göre belirlenmiyor.

Diğer taraftan kendisi en üst düzey kamu yöneticisi olmasına karşılık, 375 sayılı KHK’nin yöneticilerin maaşlarının düzenlendiği Ek 10. maddesinde de Başbakanlık Müsteşarına yer verilmediğini görüyoruz.

Girdiğimiz bu yol, maalesef bize hedefimize varmak için çıkış yolunu göstermedi.

O zaman gelsin dördüncü soru:

Soru 4- Peki Başbakanlık Müsteşarının fiilen aldığı maaş neye göre belirleniyor?

Burada yeniden başlangıç noktamız olan 375 sayılı KHK’nın Ek 34. maddesine dönerek “navigasyon cihazı”mızın arama tuşuna basalım ve yeni rotamızı oluşturmaya çalışalım.

Dikkat edilecek olursa 375 sayılı KHK’nın Ek 34. maddesinde “… Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanına, Başbakanlık Müsteşarına, mülga mevzuat hükümlerinde kadrolarına bağlı olarak öngörülmüş mali ve sosyal hak ve yardımlar kapsamındaki ödemeler aynı usul ve esaslar çerçevesinde yapılır…” hükmüne yer verilmişti.

O halde yeni rotamızı belirleyebilmek için beşinci sorumuzu soralım:

Soru 5- Başbakanlık Müsteşarına ödenen maaşı belirleyen “mülga mevzuat hükümleri” nelerdir?

DURAK 4: Mülga 3056 sayılı Kanun, Madde 35

Bu konuda yaptığımız araştırma karşımıza Mülga 3056 sayılı Kanunun 35. maddesini çıkarıyor.

Mülga 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 35. maddesinde

Başbakanlık merkez teşkilatında, Müsteşar (…) kadrolarına atananlar atandıkları kadrolarda sözleşmeli olarak da, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın çalıştırılabilir.

Bu şekilde istihdam edilen Müsteşara 56.400 gösterge rakamının memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucu bulunacak tutarda aylık ücret ödenir.

Ocak, Nisan, Haziran, Temmuz, Ekim ve Aralık aylarında birer aylık ücreti tutarında ikramiye verilir.

Yapılacak diğer ödemeler ile bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Bakanlar Kurulunca tespit edilir.”

hükmüne yer verilmiş.

(Burada yine teknik bir hatırlatma yapalım: 666 sayılı KHK’yla 2012 yılı başından itibaren kamu kurumlarında kadro karşılığı sözleşmeli personel uygulaması kaldırılırken (NOT: Yukarıdaki mevzuat hükmünde “(…..)” şeklinde yer alan ibare, Başbakanlıkta kadro karşılığı sözleşmeli olarak çalıştırılma statüsü sona erdirilen, dolayısıyla madde metninden çıkarılan kadroları göstermektedir.) sadece Başbakanlık Müsteşarı için kadro karşılığı sözleşmeli personel uygulamasının devam ettirilmesinin sebebi hâkim ve savcılar ile milletvekilleri başta olmak üzere kamu kesiminde Başbakanlık Müsteşarının fiilen almış bulunduğu maaşa endekslenmiş çeşitli maaş sistemlerinin varlığıdır.)

Bu hükümle birlikte nihayet, Başbakanlık Müsteşarının aylık ücretini ve kendisine yılda altı defa ödenen ikramiyenin dayanak hükmünü bulduk. Ancak 35. madde ücret ve ikramiye dışında “yapılacak diğer ödemeler” konusunda Bakanlar Kuruluna yetki vermiş görünüyor.

O halde şimdi altıncı sorumuzu sorarak yeni rotamızı belirlemeye çalışalım:

Soru 6- Başbakanlık Müsteşarına yapılacak diğer ödemeleri belirleyen Bakanlar Kurulu Kararı nedir?

DURAK 5: Başbakanlıkta Çalıştırılacak Sözleşmeli Personel Hakkında Hizmet Sözleşmesi Esasları

Araştırdığımızda Başbakanlıkta kadro karşılığı çalıştırılan sözleşmeli personel hakkında uygulanan mevzuatın 30/11/1984 tarihli ve 84/8813 sayılı Kararname ile yürürlüğe konulan “Başbakanlıkta Çalıştırılacak Sözleşmeli Personel Hakkında Hizmet Sözleşmesi Esasları” olduğunu görüyoruz.

Bu Esaslarda öngörülen diğer ödemeleri de eklediğimizde kadro karşılığı sözleşmeli personel olarak çalıştırılmakta olan Başbakanlık Müsteşarına mülga hükümler kapsamında yapılan ödemeleri şu başlıklar altında toplayabiliriz:

  • 56.400 gösterge esas alınarak belirlenecek aylık ücret,
  • 56.400 gösterge esas alınarak belirlenecek ikramiye (yılda 6 kez ödeniyor, aylık bazda dikkate alırsak 56.400/2),
  • Başbakanlık Müsteşarı için ilgili mevzuatında öngörülen makam tazminatı tutarının yarısı (657 sayılı Kanuna ekli IV sayılı Cetvelde Başbakanlık Müsteşarı için belirlenmiş makam tazminatı göstergesi 15.000’dir),
  • Başbakanlık Müsteşarı için ilgili mevzuatında öngörülen özel hizmet tazminatının tamamı (kamuoyunda “Zam ve Tazminat Kararnamesi” olarak bilinen 2006/10344 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı eki Kararda Başbakanlık Müsteşarı için belirlenmiş ÖHT oranı, EYDM aylığının % 345’idir.)
  • Maktu fazla çalışma ücreti (EYDM aylığının % 35’i tutarında)

Maaş Farklı, Aylık Farklı…

Nihayet Başbakanlık Müsteşarına mülga hükümler kapsamında yapılan ödeme unsurlarının neler olduğunu bulduk. Başbakanlık Müsteşarına yapılan ödeme unsurları toplamına “EYDM maaşı” diyebiliriz.

Ancak görünen o ki işimiz daha bitmedi…

Çünkü yukarıdaki açıklamada bir şey dikkatimizi çekiyor:

“Başbakanlık Müsteşarına, “EYDM aylığı”nın

ödenmesi” öngörülmüş.

EYDM maaşını araştırırken, maaş unsurları arasında “EYDM aylığı” kavramına rastladık.

Demek “EYDM maaşı” ve “EYDM aylığı” birbirinden farklıymış.

Sanki “bir ben vardır bende, benden içeru” durumu var gibi.

Tabii burada belirtmeliyiz ki sadece Başbakanlık Müsteşarının değil, tüm memurların tazminatları “EYDM aylığı”na oranlanmak suretiyle belirleniyor.

O halde yedinci sorumuzu soralım ve yolculuğumuza devam edelim:

Soru 7- Tazminatların belirlenmesinde kıstas alınan “EYDM aylığı” nedir?

Bu soruya cevap verebilmemiz için “aylık “dendiğinde ne anlaşılması gerektiğini bulmamız ve böylece memurların aylıklarının nasıl hesaplandığını ortaya koymamız gerekiyor.

DURAK 6: 657 sayılı Kanun, Madde 43/B ve Madde 155

657 sayılı Kanunun 155. maddesi aylığın “bir kadro için belirlenen göstergenin memur maaş katsayısı ile çarpılması” sonucunda bulunacağını,

Aynı Kanunun 43/B maddesi ise, bir kadronun aylığı hesaplanırken “Kanuna ekli cetvellerde gösterilen ek gösterge rakamlarının da hesaplamaya dâhil edilmesi”ni öngörüyor.

Bu konuyu mevzuat dilinden kurtararak açıklarsak, bir memurun aylığından bahsettiğimizde

  • Öncelikle o kadronun derecesine göre belirlenen göstergesini, daha sonra da ek göstergesini bulacağız,
  • bu iki göstergenin toplamını alacağız ve memur aylık katsayısı ile çarpacağız.

“Aylık” dendiğinde uygulanacak formülü bulduk, bu kadar basit

Şimdi artık sekizinci soruyu sorabiliriz:

Soru 8- Başbakanlık Müsteşarı kadrosunun göstergesi ve ek göstergesi nedir?

DURAK 7: 657 sayılı Kanun Madde 43/A ve Kanuna Ekli II Sayılı Ek Gösterge Cetveli

657 sayılı Kanunun 43/A maddesinde dereceler itibarıyla memur kadrolarının göstergeleri belirlenmiş. Başbakanlık Müsteşarı için 1. derecenin 4. kademesi için öngörülen göstergeyi esas almalıyız: 1500.

Diğer taraftan 657 sayılı Kanuna ekli Ek Gösterge Cetveline baktığımızda Başbakanlık Müsteşarı için 8000 ek göstergenin belirlendiğini görüyoruz.

Bu da gösteriyor ki herhangi bir mevzuatta “EYDM aylığı”ndan bahsediliyorsa;

(Gösterge + Ek Gösterge) x Memur Aylık Katsayısı” formülünü kullanacağız.

Yani “EYDM aylığı” hesaplamamız şu şekilde olacak: “(1500 + 8000) x Memur Aylık Katsayısı

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar bizi, “EYDM maaşı” ve “EYDM aylığı” gibi birbirinden farklı iki teknik kavrama ulaştırdı.

EYDM Aylığı/Maaşının Kullanıldığı Yerler Nelerdir?

Şimdi bu iki kavramın kamu kesimi maaş ve emeklilik sisteminde nasıl kullanıldığını görelim.

Tüm Memurların Tazminat Tutarlarının Belirlenmesi

DURAK 8: 2006/10344 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı

2006/10344 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konulan ve kamuoyunda “Zam ve Tazminat Kararnamesi” olarak bilinen Kararın 2. maddesinin (b) bendi

II ve III sayılı cetvellerde yer alan tazminatların miktarı, en yüksek Devlet memuru aylığına (ek gösterge dâhil), cetvellerde gösterilen oranların uygulanması suretiyle belirlenir.

hükmünü taşıyor.

Demek ki bir memura ödenecek tazminat tutarını bulmak için, belirlenen tazminat oranını EYDM aylığına, yani “(1500 + 8000) x Aylık Katsayısı” formülüne uygulayacağız.

Kamu Çalışanlarının Ek Ödeme Tutarlarının Belirlenmesi

DURAK 9: 375 sayılı KHK, Ek Madde 9

375 sayılı KHK’nın Ek 9. maddesi, kamu kesiminde kurumlar arası ücret dengesizliğini gidermek amacıyla kamu görevlilerine yapılacak ek ödeme tutarlarının belirlenmesinde KHK’ye ekli Cetveldeki ek ödeme oranlarının yine EYDM aylığına ((1500 + 8000) X Aylık Katsayısı) uygulanmasını öngörmüş.

Hâkim ve Savcıların Maaşının Belirlenmesi

DURAK 10: 2802 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu

2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun 102. maddesi “Kıstas aylık” olarak

En yüksek Devlet memuruna malî haklar kapsamında fiilen yapılmakta olan her türlü ödemeler toplamının brüt tutarı

tanımını esas almış, her bir yargı mensubuna ne kadar aylık ödeneceğinin, bu kıstas aylığa oranlanmak suretiyle belirlenmesi öngörülmüş.

Kanunun 103. maddesinde de “Kıstas aylığı oluşturan ödeme unsurlarından vergi ve diğer kesintilere tâbi olmayanlar, bu maddeye göre yapılacak ödemelerde de aynı şekilde vergi ve diğer kesintilere tâbi olmaz.” hükmüne yer verilmiş.

Burada “(Gösterge + Ek gösterge) x Aylık Katsayısı” formülüne dayanan “EYDM aylığı”nı değil, biraz daha yukarıda anlattığımız “EYDM maaşı”nı esas alacağız ve o maaş unsurlarından hangisi vergiye tabi değilse onları da vergiye tabi tutmayacağız.

Milletvekillerinin Aylık Ödenek ve Yolluklarının Belirlenmesi

DURAK 11: 3671 sayılı Kanun

3671 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyelerinin Ödenek, Yolluk ve Emekliliklerine Dair Kanunun 1. maddesi,

Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin aylık ödeneklerinin tutarı, en yüksek Devlet memurunun almakta olduğu miktardır. En yüksek Devlet memuruna ödenenlerden gelir vergisine tabi olmayanlar bu Kanuna göre de gelir vergisine tabi tutulmaz.

Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerine bu madde uyarınca hesaplanacak aylık ödenek tutarının yarısı yolluk olarak ödenir.

hükmünü amir.

Burada da hâkimler ve savcılarda olduğu gibi “EYDM maaşı”nı esas alacağız.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Bakanların Ödenek ve Yolluklarının Belirlenmesi

DURAK 12: 3055 sayılı Kanun

3055 sayılı Cumhurbaşkanı Yardımcıları ve Bakanların Ödenek ve Yollukları İle Temsil Ödenekleri Hakkında Kanunun 4. maddesinde

Cumhurbaşkanı yardımcılarına ve Bakanlara temsil ödeneğinden başka, 26/10/1990 tarihli ve 3671 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyelerinin Ödenek, Yolluk ve Emekliliklerine Dair Kanunda tespit edilen miktarda ödenek ve yolluk; Cumhurbaşkanı yardımcıları için Cumhurbaşkanlığı bütçesinden, Bakanlar için görevlendirildikleri bakanlık bütçesinin aylık ve yolluk tertiplerinden göreve başladıkları tarihten itibaren ödenir.

hükmü yer almakta.

Görüldüğü üzere burada da milletvekillerinde olduğu gibi “EYDM maaşı”nı esas alacağız.

Bakan Yardımcılarının Maaşının Belirlenmesi

DURAK 13: 3046 sayılı Kanun

3046 sayılı Bakan Yardımcılarının Mali Hakları ve Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanunun 21/A maddesi

Bakan Yardımcılarına en yüksek Devlet memuruna mali haklar kapsamında yapılan ödemelerin yüzde yüzellisi oranında aynı usul ve esaslar çerçevesinde aylık ücret ödenir.

hükmünü taşıyor.

Burada da “EYDM maaşı”nı esas almamız gerekiyor.

Yükseköğretim Kurulu Başkan ve Üyelerinin Maaşının Belirlenmesi

DURAK 14: 2547 sayılı Kanun

2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 6. maddesinde

Yürütme Kurulu’nun Başkan ve Üyelerinin ücretleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa göre en yüksek Devlet memuruna ödenen aylık (ek gösterge, yan ödeme ve her çeşit tazminatlar dahil) iki katını geçmemek üzere Cumhurbaşkanınca tesbit edilir.

hükmüne yer verilmiş. (Bu ifadedeki cümle düşüklüğünü sanırım fark etmişsinizdir. Ancak yapılacak bir şey yok, öyle kabul edilmiş ve öylece yayımlanmış.)

Burada ise şu ana kadar zikrettiklerimizden tamamen farklı bir durumla karşı karşıyayız.

Çünkü bu ifadeden hareketle ne “(Gösterge + Ek Gösterge) x Aylık Katsayısı” formülünü, ne de “en yüksek Devlet memuruna yapılan fiili ödemeler toplamı”nı esas alabiliriz.

Burada yapmamız gereken 657 sayılı Kanunun mali haklar bölümüne gitmek ve orada en yüksek Devlet memuru için öngörülen hangi ödemeler var ise (gösterge, ek gösterge, taban aylığı, kıdem aylığı, özel hizmet tazminatı, güçlüğü ve temininde güçlük zammı, makam tazminatı, temsil tazminatı vb.) bunlara göre bir maaş hesaplaması yapmaktır.

Ancak burada yukarıdaki mevzuat hükümlerinde olduğu gibi “aynı usul ve esaslarla ödenir” ya da “bu ödemelerden vergi ve kesintilere tabi olmayanlar burada da vergi ve kesintilere tabi tutulmaz” gibi bir ifadeye yer verilmediği için hesaplama sonucunda bulunan tutar bir bütün olarak ele alınacak ve bu tutarın tamamından vergi kesintisi yapılacaktır.

Emekli İkramiyesi ve Aylıklarının Belirlenmesi

DURAK 15: 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanununun Mülga Ek 70. Maddesi

Kamu görevlilerine ek göstergelerine göre ne kadar emekli aylığı ve ne kadar emekli ikramiyesi ödeneceğini belirleyen en önemli unsurtazminat yansıtma oranları”dır ve 5434 sayılı Kanunun mülga Ek 70. maddesinde düzenlenmiştir.

Kamu çalışanları arasındaki “daha yüksek ek gösterge elde etme mücadelesi”nin en önemli gerekçesi, bu madde uyarınca daha yüksek bir emekli aylığına ve ikramiyesine hak kazanabilmektir.

Buna göre örneğin;

  • 7000 ek göstergeli bir genel müdür için % 195,
  • 4200 ek göstergeli bir daire başkanı için % 145

tazminat oranı belirlenmiştir.

Belirlenen bu tazminat oranları “EYDM aylığı”na uygulanmakta, bu tutar da diğer unsurlarla birlikte o kamu görevlisinin emekli aylığını ve emekli ikramiyesini belirlemektedir.

İşte burada EYDM aylığı derken yine “(1500 + 8000) x Aylık Katsayısı” formülünü kullanacağız.

Buraya kadar www.mevzuat.gov.tr’de yaptığımız uzun yolculuk bize, en yüksek Devlet memurunun kim olduğunu, EYDM aylığı veya EYDM maaşı kavramlarının hangi unsurlardan oluştuğunu ve nerelerde kullanıldığını özet olarak gösterdi.

Bu aşamada sözü daha fazla uzatmayalım ve son bir soru sorup cevabını vererek konumuzu kapatalım.

Son Soru (9)- Mevzuatımızda en yüksek Devlet memuru olan Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanına, kıstas maaş olarak kullanılan “en yüksek Devlet memuru maaşı”ndan farklı olarak yapılan ödemeler var mıdır?

DURAK 16: 375 sayılı KHK Ek Madde 34 ve Ek Madde 38

Kamuoyunda ek gösterge düzenlemesi olarak bilinen 01/07/2022 tarihli ve 7417 sayılı Kanun ile 15 Ocak 2023 tarihinden itibaren hiyerarşik olarak daha altta bulunan kadroların ek gösterge ve maaşlarında yapılan düzenlemeler, en yüksek Devlet memuru olan Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanının mali haklarına ilişkin olarak da iki önemli düzenleme yapılmasını zorunlu kılmıştır.

375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Ek 34. maddesine eklenen fıkrada “Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanı kadrosunda bulunanların ek göstergesi 400 puan ilave edilmek suretiyle uygulanır. Bu ilave puan en yüksek Devlet memuru aylığı veya diğer herhangi bir mali ve sosyal hakkın hesabında dikkate alınmaz. Diğer kanunların bu fıkraya aykırı hükümleri uygulanmaz.” hükmüne yer verilmiştir.

Bu hüküm çerçevesinde Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanının ek göstergesi Başbakanlık Müsteşarının ek göstergesine 400 puan ilave edilmek suretiyle 8400 olarak uygulanacak, ancak zam ve tazminatların hesaplanmasında kullanılan Başbakanlık Müsteşarının ek göstergesi 8000 olarak kalmaya devam edecektir.

Diğer taraftan 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen Ek Madde 38,

  • Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanına 16.000 gösterge rakamının memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucu bulunacak tutarda ek tazminat ödenmesini,
  • Bu tazminatın, ilgili mevzuatı uyarınca en yüksek Devlet memurunun mali ve sosyal hakları esas alınarak yapılan ödemelerin hesabında dikkate alınmamasını

öngörmüştür.

Bu düzenlemeyle birlikte

  • Yeni EYDM kadrosunun ek göstergesi eskisine göre 400 puan,
  • Yeni EYDM kadrosunun maaşı ise eskisine göre (16.000 x Aylık Katsayısı)

kadar yükselmiş olmaktadır. Ancak bu artışlar diğer kamu görevlileri için esas alınan EYDM aylığı ya da EYDM maaşı açısından bir yükselişe sebep olmayacak, o hesaplamalarda Başbakanlık Müsteşarı için öngörülen düzenlemeler uygulanmaya devam edilecektir.

Sonuç

www. mevzuat.gov.tr’de yaptığımız bu uzun yolculukta hedefimize varmak için 16 durağa uğramış olmak bizi fazlasıyla yordu. Ancak bu zorlu bulmacayı çözdüğümüz için rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu yorgunluğa değdi…

Beşir Atalay –

Ankara Sosyal Bilimler Vakfının 2022 Kasım ayı söyleşi programında, Kıbrıs Vakıflar İdaresi (EVKAF) Başkanı Prof. Dr. İbrahim F. Benter, Osmanlı döneminden itibaren vakıf sisteminin Kıbrıs’taki önemini ve bugünkü vakıf sistemini anlattı. Osmanlı döneminin başladığı 1571 yılından itibaren Kıbrıs adasında 2.220 adet vakıf kurulmuş ve adeta orada sistemin ve hayatın eksenini bu vakıflar oluşturmuştur. 1878 yılında İngilizlerin Adaya hâkim olmaları ile birlikte vakıf sistemi zayıflatılmış, İngilizler bu konuda özel çaba sarf etmişlerdir. Bu vesile ile İbrahim Bey bir anlamda Kıbrıs’ın tarihini de tekrar anlatmış oldu.

Kıbrıs’ın tarihine çok kısa olarak tekrar bir göz atmak gerekirse:

Kıbrıs adası 1571 yılında Venediklilerden alınmış ve 1878 yılına kadar 307 yıl Osmanlı hâkimiyeti altında kalmıştır. 1878 yılında hükümranlık hakkı Osmanlı İmparatorluğunda kalmak üzere Kıbrıs adası İngiltere’ye devredilmiştir. Ancak Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere’nin ayrı saflarda yer almasının sonucu olarak İngiltere 1914 yılında tek taraflı bir kararla adayı ilhak etmiştir. Daha sonra, Türkiye Ada üzerinde İngiliz egemenliğini Lozan Antlaşması ile tanımıştır. Ancak bu tarihten sonra Kıbrıs’ta sürekli Türk nüfusa karşı olumsuz politikalar geliştirilmiş, Türk nüfus oranını azaltma politikaları uygulanmıştır. Sürekli meydana gelen olaylar sonucu, Türk ve Rum toplum kesimlerin eşit taraflar olarak kabul edildiği bir anlaşmanın sağlanması çalışmaları Birleşmiş Milletler öncülüğünde başlatılmış, bu ise yıllar sürmüştür. Nihayet, 11 Şubat 1959 tarihinde Zürih’te Türkiye ve Yunanistan anlaşmaya varmışlar, Londra’da da İngiltere’nin ve Kıbrıs’taki iki toplumun liderlerinin onayını almışlardır. Bu şekilde ortaya çıkan Zürih ve Londra Antlaşmaları bağımsızlık, iki toplumun ortaklığı, toplumsal anlamda otonomi çerçevesinde çözüm Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin etkin garantisi ilkelerine dayandırılmıştır. Böylece “Kıbrıs Cumhuriyeti” Adanın iki halkı arasında ortaklık temeline dayandırılan uluslararası antlaşmalar uyarınca 1960 yılında kurulmuştur. Fakat Rum kesimi bu demokratik cumhuriyetin yaşanmasına şans vermemiş, Türk toplumunu yok etme yönünde çalışmalar başlatmış, Adayı Yunanistan’la birleştirme çabaları başlamış, nihayet bu cunta 15 Temmuz 1974 tarihinde mevcut hükümete darbe yapmıştır. Bu gelişmeler üzerine Türkiye 1960 Garanti Antlaşması çerçevesinde, önce İngiltere’ye ortak müdahale teklifinde bulunmuştur. Türkiye, İngiltere’nin olumsuz cevap vermesi üzerine, Adadaki Türklerin güvenliğini dikkate alarak 20 Temmuz 1974 günü Kıbrıs Barış Harekâtını başlatmıştır. Böylece Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı önlenmiş, Kıbrıs Türk halkının varlığı güvence altına alınmış, Kıbrıs Türkleri kendi devletlerini kurmuşlardır.

Bu genel hatlarıyla kısa Kıbrıs tarihine ilişkin hatırlatma bilgilerinden sonra Kıbrıs’ta vakıf sistemine dönecek olursak: Bugünkü şartlarda Güney kesiminde kalan vakıfların durumu önemli bir sorun olarak devam etmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) kısmındaki vakıf sistemi ise güçlü bir şekilde devam etmekte, bu konuda KKTC Vakıflar İdaresi önemli bir fonksiyon görmektedir. Özellikle, İbrahim Beyin çabaları ve yoğun çalışması ile KKTC’de vakıf sistemi tekrar güç kazanmış; kendi gayrimenkullerine, vakıf mallarına sahip çıkılmakta, yeniden toparlanmakta, bakım ve onarımları yapılmaktadır. Eskiden olduğu gibi vakıf sistemi ile sosyal yardım ve öğrenci bursları gibi konularda aktif bir rol oynamaktadır.

İbrahim Bey konuşmasında, Güney kesiminde Larnaka civarında yer alan “Hala Sultan Vakfı ve Tekkesinden” de bahsetti. Hala Sultan Türbesi, Kıbrıs için kabri İstanbul’da bulunan Eyüp Sultan Hazretlerinin istirahatgâhı gibi önemli bir semboldür. Hala Sultan Türbesi Kıbrıs’ta bir mühür olarak anılır. Rivayete göre, Hala Sultan, Peygamber Efendimizin “annemden sonra annem” dediği, çok sevdiği süt teyzesi Ümmü Haram’dır. Peygamber Efendimiz kendisine teyze diye hitap etmektedir, hem akrabası hem de annesinin süt kardeşidir. “Hale” kelimesi Arapçada “teyze” anlamına gelmektedir, bu sebeple Kıbrıs’ta “Hala Sultan” olarak anılmaktadır. Seferlerden birinde geri plan hizmetleri için katıldığı ve Kıbrıs adasında şehit düştüğü rivayet edilmektedir. Kabri Güney kesimde olsa da sıkça ziyaret edilmektedir.

Şu anda Kuzey Kıbrıs’ta, Lefkoşa’da ismi ile anılan bir “Hala Sultan İlahiyat Koleji” ve “Hala Sultan Camisi” ve öğrenci sosyal tesisleri ile bir kampüs bulunmaktadır. Bu önemli tesisin gerçekleşmesine ben de şahitlik ettim ve çalışmanın parçası oldum. Bu külliyenin kuruluş öyküsünü anılarım içinde sizlerle paylaşmak isterim. Bu vesile ile hem yakından tanıdığım, her köşesini gezdiğim ve iyi bildiğim, güzel dostlar ve anılar edindiğim, coğrafyamızın ve tarihimizin çok değerli bir parçası olan güzel Kıbrıs’la ilgili anılarımı tazelemiş olacağım hem de bu hayırlı işte emeği olanları anmış olacağım.

6 Temmuz 2011 tarihinde kurulan 61. Hükûmette Başbakan Yardımcısı idim ve diğer görevlerle birlikte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile ilişkiler de benim sorumluluğuma verilmişti. Türkiye’de her hükûmette bu sorumluluk bir başbakan yardımcısı tarafından yürütülmüştür. Şu anda ise Cumhurbaşkanı Yardımcısının sorumluluğundadır.

Kıbrıs’ın Türkiye için önemini zaten biliyoruz ve KKTC ile ilişkilerimiz bu hassasiyetle yürütülüyordu. Lefkoşa Büyükelçimiz, benim de Devlet Planlama Teşkilatında (DPT) görev yaptığım yıllarda orada çalışan değerli genç arkadaşlarımızdan birisi olan Halil İbrahim Akça idi. Bu da Kıbrıs’taki çalışmalarımızı daha da kolaylaştırdı. 2014 Ağustos ayına kadar çok verimli bir çalışma yürüttük. KKTC’ye Türkiye’den değişik resmî görevler için gitmiş çok güçlü bir ekip de vardı, onların tecrübelerinden de çok faydalandım.

Doğrusu, sorumluluğumda olan işlerde, genel olarak, sadece sürüp gelen rutin işleri yürütmekle yetinmem, o konuda daha ileri neler yapılabilir ve özellikle daha kalıcı bir şeyler yapılabilir mi diye bakarım. Mümkün olduğunca köklü sorunların çözümü için çalışırım ve kalıcı bir şeyler yapmak, geleceğe anılacak şeyler bırakmak isterim. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile ilişkilerde hükûmetimizin bakışı da hep bu yönde olmuştur. Oranın her açıdan tahkimi ve Kıbrıs Türklerinin daha güvenli ve rahat yaşaması için gayret gösterilmiştir. Benim ilişkileri yürüttüğüm dönemde de bu çerçevede kalıcı olan yatırımlar yapılmış, önemli çalışmalar gerçekleştirilmiş, ciddi bütçe ayrılmıştır.

Bu dönemde en önde gelen üç konudan, üç büyük yatırımdan bahsetmek isterim.

Birincisi, duble (bölünmüş) yol ve asfalt yapımıdır. KKTC’nin bazı yolları bu yıllarda duble hâle getirilmiş ve asfaltlanmıştır. O dönem Ulaştırma Bakanı olan Binali Yıldırım’ın bu yönde önemli çalışmaları olmuş, duble yollar yapılmıştır. Birlikte Magosa tarafında bu yolların açılış törenini gerçekleştirdik. Bugün KKTC’de gerçekten şehirlerarası yollar çok güzeldir.

İkinci olarak bu dönemdeki en büyük ve hayati proje, Türkiye’den “KKTC Su Temin Projesi”dir. “Asrın projesi” olarak da isimlendirilmiştir. Konutlarda kullanılmak ve tarım alanlarını sulamak üzere Toros’ların suyunun Akdeniz’in altından Adaya ulaştırılması projesidir. Hükûmetimiz önceden buna karar vermişti ve bu amaçla Alaköprü Barajının temeli 2011 yılı Mart ayında atılmıştı. Biz bu projeyi hızlandırdık ve taraflar arasındaki tıkanmaları giderdik. Kıbrıs adasında, KKTC kesiminde suyun dağıtım hatlarının yapılması, kullanım alanları gibi konularda mutabakat ve anlaşmada bazı sorunlar vardı, bunları giderdik. Hükümetimiz bu projeye çok fazla önem vermiş, dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu bu çalışmada çok çaba göstermiştir. Toros dağlarının suyu, Dragon Çayı (Anamur-Mersin) üzerinde yapılan Alaköprü Barajında biriktirilmekte ve buradan 23 kilometrelik boru hattı ile Akdeniz kıyısına getirilmektedir. Buradan 80 kilometrelik asma boru ile Akdeniz’i altından geçip Kıbrıs’a ulaşmaktadır. Kıbrıs’a ulaşan su kıyıdan, Güzelyalı terfi istasyonundan 3.5 km. mesafeden Geçitköy Barajına aktarılmaktadır. Buradan iletim hatları ile KKTC’nin her köşesine dağıtımı yapılmaktadır.

Bu proje ile KKTC’nin elli yıl boyunca kullanma ve içme suyu ihtiyacını karşılayacak şekilde yılda 75 milyon metre küp su ulaşmaktadır. Bu amaçla biri Anadolu’da diğeri Adada olmak üzere iki baraj yapılmıştır: Alaköprü ve Geçitköy barajları. Suyun deniz altından nakli için çok özel borular üretilmiştir. Hatta her biri 500 metre uzunluğundaki boruların taşınma sorunu sebebi ile boruların üretimi için Akdeniz kıyısında üretim tesisi kurulmuştur. Deniz altından giden asma boruların genişliği içinden yürüyerek geçilebilecek çapta, 1.600 mm’dir. Geçitköy Barajının temelini büyük bir törenle biz attık; Türkiye’den Veysel Eroğlu ve ben, KKTC’den Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Başbakan İrsen Küçük ve devlet erkânı bu törene katıldılar.

Bu asrın projesi ile Kıbrıs adasının Türkiye ile bağlantısı daha da güçlenmiştir. Bir anlamda Ada bir boru hattı ile Anadolu’ya bağlanmıştır. Bu açıdan su projesi stratejik öneme sahiptir.

Üçüncü önemli proje ise, bu yazının yazılmasına da vesile olan Hala Sultan İlahiyat Koleji ve Kampüsüdür. KKTC’de çocuklara ve gençlere dinî eğitim veren bir okul yoktu. Mevcut okulların müfredatında da bu konuda çok büyük yetersizlik vardı. Bu konu üzerinde çalışılması gerekiyordu. Bu konuda çaba göstermek isteyen insanlar da vardı. Çoğu Türkiye’den göçen KKTC vatandaşları önce bir dernek kurmayı düşündüler, ancak sonra bu düşünceden vazgeçerek Kıbrıs İlim Ahlak ve Sosyal Yardımlaşma Vakfını (KİSAV) kurdular. Planladığımız şey yeteri büyüklükte bir arsa bulmak, oraya okul binası ve eklerini yapmak, Hala Sultan İlahiyat Kolejini açmak için Milli Eğitim Bakanlığı ile görüşmek, izinleri almaktı. Bunun hepsinin ne kadar zor olduğunu biliyorduk. Arsa bulmanın zorluğunun ötesinde, Kıbrıs’ta bir İlahiyat Koleji açılmasına nasıl bakılacağını da tahmin etmek zor değildi. Bunu gerçekleştirmek için her imkânı kullanmaya kararlı idim. Bunu Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül ve Başbakanımız Sayın R. Tayyip Erdoğan ile de paylaştım, yardımlarını istedim.

KKTC Başbakanı Sayın İrsen Küçük iyi bir insandı, yakın dostumdu, her konuyu rahatça konuşuyorduk. Arsa konusunu ancak o çözebilirdi. Uzun bir süre görüşmeler sürdü, tereddütler yaşandı. Sonunda Lefkoşa’nın çevresinde, Haspolat mevkiinde, yaklaşık 265 dönümlük bir vakıf arazisini bu işler için kurulan KİSAV’a tahsis ettiler. Bu arsa çok kıymetli bir yerdi. Hemen bitişiğinde bir özel üniversite (Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi UKÜ) vardı. Lefkoşa – Ercan Havalimanı – Gazimağusa ana yolunun kenarında ve yeterince de büyük idi.

Allah rahmet etsin, bu projede en büyük rol o dönem Başbakan olan değerli dostum İrsen Küçük beye aittir.

Vakıf yönetimi hemen projeleri yaptırdı, kısa sürede inşaata başlandı. Acele ediyorduk. Doğrusu pek beğenmesem de projeye müdahale etmedim, bir an önce başlansın diye. Okul ve yurt binalarının yapılması için önce Türkiye’den çevrelerinden kaynak aradılar, ancak Vakıf yöneticileri kaynak bulamadı. Okul ve yurt binalarının tamamını o dönem benim sorumluluğumda olan Başbakanlık Tanıtma Fonundan, Büyükelçiliğimiz kanalı ile Vakfa kaynak aktararak karşıladık. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile görüştüm, bu tesisin önemini anlattım, okulun sosyal tesislerini ve spor salonlarını da TOBB yaptı. Kısa sürede tamamladılar.

Hala Sultan İlahiyat Kolejinin açılma kararının verilmesi, müfredatı ve eğitime başlaması da bir dizi ciddi çalışmayı gerektirdi. Yine rahmetli Başbakan İrsen Küçük ve Milli Eğitim Bakanı Kemal Dürüst ve o dönem Bakanlar Kurulu bu riski göğüsleyerek kararı verdiler. Sendikalardan ve değişik çevrelerden, bazı basın kesiminden ve tabii muhalefetten büyük hücumlara uğradılar. Eğitim alanındaki sendikalar gösteriler, protestolar tertipledi. Dinî eğitim veren bir kolejin Kıbrıs topraklarında açılmasını kabul edilemez buluyorlardı. Hatta Kolejin eğitim öğretime başladığı ilk yıl sendikalar okuldaki öğretmenlere grev yaptırdılar.

Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak açılan Hala Sultan İlahiyat Koleji, ilk olarak Haspolat mevkiindeki bir meslek lisesinin içinde tahsis edilen bir sınıfta eğitim öğretime başlamak üzere hemen ilan verdi. Çok başvuru oldu ve sınavla öğrenci aldı. Kemal Dürüst bizim Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer ile görüşerek müfredatı belirlediler. Ömer Bey’in güzel desteği oldu.

Kolej ortaokul ve lise müfredatı içinde eğitime devam ediyor ve çok da başarılı mezunlar veriyor. Her sene kontenjandan fazla başvuru oluyor ve sınavla öğrenci alıyor.

Vakıf okulun ve öğrencilerin ihtiyaçlarının karşılanmasında yardımcı oluyor. Kız ve erkek öğrenciler için inşa edilen pansiyonların (yurtların) işletilmesini ve buralarda kalan öğrenciler için ek programlar gerçekleştiriyor.

Doğrusu İrsen Küçük ve Kemal Dürüst dostlarıma minnet duyarım. İrsen Küçük Mart 2019’da rahmetli oldu. Herhangi bir resmi görevde olmamama rağmen sadece şahsım olarak Kıbrıs’a cenazesine gittim, ailesine taziyede bulundum. Kemal Dürüst ile dostluğumuz hâlen sürer.

Hala Sultan İlahiyat Kolejinin açılmasından ve mezunlar vermesinden sonra Kıbrıs’taki iki üniversitede iki ilahiyat fakültesi açıldı. Birisi, büyük üniversitelerden biri olan Yakın Doğu Üniversitesinde. Üniversitenin kurucusu Suat Beyle görüşmüştük. Hem İlahiyat Fakültesi açtılar hem de Yakın Doğu Üniversitesi kampüsü içinde güzel bir cami yaptırdılar. Diğeri ise Hala Sultan İlahiyat Koleji kampüsü içinde sonradan kurulan Kıbrıs Sosyal Bilimler Üniversitesinde (KISBÜ) açıldı. Her iki üniversite de ilahiyat fakültelerine yüzde yüz burslu öğrenci alıyorlar.

Kampüs içinde aynı isimle bir caminin yapılmasının da enteresan bir öyküsü vardır: Türkiye Diyanet Vakfı Lefkoşa’da bir cami yaptıracaktı. Şehir içinde yer de tespit edilmişti. Ayrıntısını bilmemekle beraber, o yerle ilgili bazı sorunlar çıktı ve cami oraya yapılamadı. Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez ile görüştüm ve Kolejin bulunduğu yerde cami için de yeterli büyüklükte arsanın bulunduğunu, caminin de bu kampüste olmasının çok anlamlı olacağını anlattım. Sağ olsun makul buldular ve gidildi, bakıldı, oraya yine Hala Sultan Camii olarak yapılmasına karar verildi. Gidip beraber caminin temelini attık. Caminin bir özelliği 1571 yılında Kıbrıs’ı da fetheden Sultan II. Selim adına Mimar Sinan tarafından Edirne’de yapılan Selimiye Camiinin birebir aynısının belirli bir oranda küçültülmüş hâli olmasıdır. Şu anda Kıbrıs’taki en büyük ve en güzel camidir. Hem Ercan Havalimanına inmek üzere uçak alçalmaya başladığında Lefkoşa tarafına baktığınızda uçaktan görülebilen hem de Ercan Havalimanından Lefkoşa’ya girerken karşınıza çıkan 4 minaresi ile muhteşem bir eser konumundadır. Böylece orası Hala Sultan İlahiyat Koleji tesisleri, yurt ve sosyal tesisleri ve Hala Sultan Camisi ile güzel bir kampüs oldu.

Bu güzel kampüs, Hala Sultan ismi ile şu anda Kıbrıs’a vurulmuş mühürlerden biridir, Kıbrıs’ın tapulardan biridir.

Ömer DEMİR –

Müslüman olmanın gerekleri ve muhtemel sonuçları bakımından yapılacak mukayeseli bir değerlendirme, günümüz Müslüman topluluklarının mevcut hâllerinden yeterince memnun olmadıklarını söylememize izin verebilir. Kişi başı gelir başta olmak üzere birçok olumlu göstergede nüfus büyüklüğü ile orantılı olmayan bir görünüm var. Bu memnuniyetsizliğin sebebinin Müslüman bireylerin iyi birer Müslüman olma konusunda hissettikleri eksiklikten mi yoksa dünyayı imar sürecinde ve diğer topluluklarla güç yarışında başkalarının arkasında kalmış olmaktan şikâyetçi olmalarından mı ileri geldiğini tamamen birbirinden ayrı iki konu olarak ele almak gerekir. Birincisi Müslüman olmanın hakkını verip verememeye odaklı iken ikincisi bu dünyaya dair beklentilerin gerçekleşmemesine yoğunlaşır. Birinci ile ikinci arasında bir ilişki olup olmadığı da ayrı bir sorgulama konusu.

Bu bölümde izini takip ettiğimiz soru birincisi değil ikincisi. Yani genel olarak Müslüman topluluklar için başkaları daha zenginken fakir olma, başkaları uzaya araç gönderirken günlük işleri için dahi yeterince araç üretememe veya başkaları dünyaya hükmedecek güç toplayabildiği halde güç toplayamamış olmanın sebepleri neler olabilir?[1] Ayrıca, tarihte bir dönem bu sayılan alanlarda öncü olan Müslümanların varlığının, soruyu “madem o zaman oldu şimdi niye olmuyor” anlamında daha da anlamlı hale getirdiği söylenebilir.

Bu çok tartışılan bir konudur ve sebepleri arasında, genelde bir kısmı Müslüman toplulukların içsel gelişmeleriyle, bir kısmı da daha çok onların dışındaki dünyada meydana gelen gelişmelerle ilişkili birçok faktör sayılmaktadır.[2] Bu sayılanların hepsi gerçekliğin bir boyutuna işaret etmek yönüyle anlamlıdır, kıymetlidir. Bu konuda bakış açısını olabildiğince geniş tutmak ve süreçler üzerinde etkili olabilecek tüm unsurlara dikkat çekmek, sadece içinden geçtiğimiz tarihsel süreci “doğru” biçimde anlama bakımından değil, geleceği daha iyi tasarlama bakımından da yeni ufuklar açabileceği için ayrıca önemlidir. Belki de bu ikinci husus, geçmişi ve bugünü doğru ve olduğu gibi anlamış olmaktan daha da önemlidir. Zira bu yazı boyunca açık veya örtük olarak dile getirilen temel iddialardan biri, tarihin tekerrür ettiği kadar tekerrür etmeyen yönlerinin de olduğudur. Sadece tekerrür eden yöne dikkat çekmek ve bu bağlamda olmuşa bakıp oradan olabilecekleri çıkarmaya çalışmak gelecekte olacakların yönlendirilmesinde inisiyatif alma işini başkalarına bırakma ile sonuçlanabilir. Günümüz Müslümanlarının güncel durumları çözümlerken yaptıkları en ciddi yaklaşım hatalarının başında bunun geldiğini söyleyebiliriz.

Burada konuyu farklı yönlerinden ortaya koymaya yardımcı olacağını düşündüğümüz üç tema üzerinde duracağız. Bu çerçevede, “geri kalmışlık” olarak nitelenen ve iyi olduğu düşünülen şeyleri yapamamış olmaya yol açan üç unsuru, kutsallık handikabı, yaparsak biz yaparız zafiyeti ve dünyayı anlamayı değersiz görmek başlıkları altında ele alacağız. Ancak öncelikle belirtelim ki, buradaki açıklamaların hiç birisi katı bir nedensellik iddiası taşımamaktadır. Sadece durumu anlama konusunda yardımcı olabileceği düşünülen değişik bir bakış açısı sunulması amaçlanmaktadır. Ek olarak, bu gibi konularda Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyalarda her dönem için geçerli olan bir açıklama yapmanın mümkün olduğu kanısında da değiliz (üstelik önceki yazılarda bunu bayağı eleştirmiştik). O sebeple ileri sürdüğümüz her açıklama önerisinin açıklama gücünün sınırlı olacağının farkındayız, tıpkı bu konuda genellemeler içeren diğer açıklamalar gibi.

Kutsallık Handikabı: Külleri Kutsamak mı, Ateşi Tüttürmek mi Yoksa Isıyı Sürekli Kılmak mı?

Üzerinde duracağımız ilk konuya kutsallık handikabı ya da kutsala atfen yapılan çözümlerin yenilenme ihtiyacının kabulünün zorluğu sorunu diyelim. İslam dini insanlara dünyada varoluş gerekçelerini ve o gerekçelere uygun yaşama ilkelerini sunar. Konuya, neyin meşru neyin gayrimeşru olduğunu belirleme açısından bakıldığında “beşikten mezar”a her aşamada ve her işi kapsadığı görülür. Bu bağlamda bir açıdan baktığınızda “İslam dininin burada hükmü yoktur” diyeceğiniz herhangi bir alan neredeyse yok gibidir.[3] Bu durumda her , yorum, düşünce hatta tahayyülün kutsala atfen bir meşruiyet oluşturma zemini oluşur.

Bu durum hem büyük bir imkân hem de büyük bir handikaptır. İmkânlarının cazibesine kapılıp handikaplarını göz ardı etmemek gerekir.

Bu durum büyük bir imkândır, çünkü her türlü sorunun çözümünü, her önerinin kaynağını kutsal bilgiye dayandırma halinde, farklı eğilim, yönelim ve çıkarı olan bireylerden oluşan insan topluluklarını ortak hedeflere yöneltme, onları bir noktada buluşturma, en azından görece kolay biçimde uzlaşmalarını sağlama konusunda muazzam bir kolaylık sağlar. Kutsala atfen meşruiyet kazanan bir görüş, öneri veya uygulama, hızla ortak kültürün en baskın unsuru haline gelir ve kutsalın ait olduğu dine inananlar arasında alternatifsiz yüksek meşruiyet kazanır. Bunun sağladığı meşruiyet elde etme imkânı tek kelime ile muazzamdır. Bu sebeple tüm toplum tasarımcıları bu imkânı sonuna kadar kullanmak ister.

Aynı zamanda bu durum büyük bir handikaptır, çünkü meşruiyetini kutsal olana atfen kazanan görüş, öneri veya uygulamalar, değişime karşı gereğinden fazla güçlü bir zırh kazanırlar. Bu zırh meşruiyet ve istikrar getirerek topluluğu dağılmaktan korur, ama aynı zamanda değişen şartların getirdiği yeni sorun ve çözüm imkânlarını uygun biçimde değerlendirememelerine de sebep olur.

Bir dönem gayet ikna edici açıklama ve başarılı uygulamalar, zamanla meşruiyetlerini gördükleri işlerden, sağladıkları kolaylıktan veya faydadan ziyade kutsala atfen tanımlanmaları nedeniyle almaya başladıkları için güçlü bir dokunulmazlık zırhı kazandıklarında, topluluk, yeni durumlar karşısında sadece somut etkili çözümler üretmekten mahrum kalmaz, aynı zamanda büyük oranda sorun çözme becerisini de kaybedebilir. Toplumlar için her dönem fiilen sorunları çözebilme kadar, sorun çözme kabiliyetini ayakta tutabilme de önemlidir.

Buradaki ana varsayımımız, bir topluluk için başarının sürekliliğinde, ilk anda cazip görünen değişime rağmen sürekliliği sağlayan kalıcı çözümler üretmenin değil, kalıcı sorun çözebilme kapasitesinin korunmasının daha önemli olduğudur. Değişmeyen, eskimeyen, her zaman geçerli olan kalıcı çözüm, her zaman somut bir çözüm değil, sorun ile çözüm arasındaki ilişkiyi iyi kavramak olabilir. Örneğin, bütün iklim koşullarına dayanıklı tek tip bir barınak üretmeyi hedeflemek yerine, değişen iklim koşullarına uygun farklı barınaklar üretmeyi prensip olarak benimsemek, farklı coğrafyalar ve zamanlarda ortaya çıkacak kullanışlı ve dayanıklı barınak üretme ihtiyacını karşılamada daha uygun bir tercih gibi görünüyor. Protein ihtiyacını karşılaması için birisine hazır balık vermek pratik ama kısa vadeli bir çözümdür. Hâlbuki balık tutmayı, hatta yetiştirmeyi, balık çiftlikleri yapmayı öğretmek daha zahmetli, ama kalıcı bir çözüm olur. Bir adım daha ileri gidip amacın protein ihtiyacını karşılamak olduğu için bunu illa da balıktan karşılamak gerekmediği, alternatif protein kaynaklarından hangileri uygunsa onlara yönelme prensibinin daha uzun vadeli ve üretken bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz.

Değişim ihtiyacı sadece zamanın geçmiş olmasıyla ortaya çıkmaz. Yüzyıllar boyu insanlar benzer durumlara benzer tepkiler vererek sorunsuz biçimde dayanıklı kurumsal yapılar oluşturabilirler. Ayrıca zamana dayanıklı yapılar kurmak da iyi bir başarı göstergesidir. Ancak dönemsel imkânlar ve ihtiyaçlar farklılaştığında geçmişin koşullarına uygun biçimde üretilmiş kurumsal yapılarda ısrarcı olmanın kendisi bir sorun kaynağı haline gelir. Örneğin herkesin birbirini büyük ölçüde tanıdığı, yetenekleri hakkında bilgi sahibi olacak kadar ortak bir geçmişe sahip olduğu, az sayıda kişinin yaşadığı bir toplulukta işlevsel olan bir yönetici seçme uygulaması, birbirini hiç tanımayan, ortak noktalarının neler olduğunu bile bilmeyen binlerce insanın aynı politik sistem içinde yaşadığı bir toplulukta hiç işe yaramayabilir. Ava giderken, göç ederken, oyun takımı kurarken kimin lider olacağını belirlemek için kullanılan usul ve araçlar farklı din, dil, etnik köken ve sosyo-ekonomik çıkar sahibi kişileri bağlayıcı kararlar verecek bir meclise üye seçerken benzer bir işlev göremeyebilir. Aradaki farkı görmeyip, yüz yüze ilişki gerektiren grup ölçeğinde etkili olduğu tecrübe edilmiş olan bir lider veya yönetici seçme usulünü, uzun yıllar başarılı biçimde kullanılmış olmasını gerekçe göstererek uygulanmasında ısrarcı olmak yanılmaya ve başarısızlığa yol açabilecektir.

Bu yönetim örneğini biraz daha açalım. Toplumların çeşitlenmesi bir yana başlı başına topluluk ölçeğinin büyümesi, yeni yönetim ve denetim usullerinin geliştirilmesini gerekli kılabilir. Lider seçme usulünü az bir grubu esas alarak belirlediğinizde işlevsel olan araç ve uygulamalar, topluluk heterojenleştiyse, daha geniş ve farklı coğrafyalarda yaşayan insanları kapsayacak bir nitelik kazandıysa, eskisi kadar işlevsel olmayabilir. Örneğin görece homojen bir grup içinde standart sayıda kişinin oyunu almayı öngören çok başarılı bir temsil uygulamasının yerine, etnik ve dinî kırılmaların olduğu, grup büyüklüklerinin dengeli olmadığı bir yerde temsilde meşruiyet sağlamada kota uygulaması daha etkili sonuçlar verebilir. En uygun temsil yöntemini bulmak, her bir topluluk için farklı kriterler gerektirebilir. Bu durumda sadece şimdiye kadar uygulanmış olanlara bakıp onlar arasından uygun olanı seçmek yeterli olmayabilir ve duruma uygun yeni “icat”lar yapmak gerekebilir.

Eğer belirli bir dönemde etkili olmuş bu tür uygulamalardan birine kutsallık atfedilirse, koşulların değişmesi nedeniyle bu uygulama hem ihtiyacı karşılamadığı için yönetim zafiyeti oluşmasına yol açar hem de alternatif çözüm yöntemlerini devre dışı bıraktığı için zamanla yönetim biçiminin meşruiyetini kaybetmesi yanında olası yeni seçeneklerin oluşmamasına sebep olur. Yüzyıllar boyu devam eden ve hâlen küçük ölçekli topluluklarda gören kabile yönetimi ve krallıkların bugün ulus devlet ölçeğinde meşruiyet krizi yaşamaları buna güzel bir örnek olarak verilebilir.

Başarılı çözüm önerilerinin kutsallık kazanmasında iki süreç birbirine ters yönde çalışır. İlki, bir topluluğun ekseriyetinin bugün için “doğru” veya “uygun” olanın zamanla değişebilir olduğuna inanmaya açık olması, sürekliliğin sağlanmasında zorluk yaşanmasına yol açar. Bu yüzden topluluk şimdi “uygun” veya “doğru” olanı dondurarak (bazen gelenek veya hukuk haline getirerek, bazen de bunlara ek olarak kutsallık atfederek) bu sorunu aşmaya çalışır. Yani “doğru” veya “uygun” olanın geçici olabileceği inancı, var olana dönük güçlü bağlılık oluşturmayacağı için, istikrarsızlık getirme riski taşır. Bu sebeple mevcut durumdaki egemenler, bu geçicilik algısını ortadan kaldırmak için daima süreklilik üzerine vurgu yaparlar. Örneğin daha yeni kurulmuş bir ulus devletin ilelebet yaşayacağı taahhüdünde bulunmak, başka arayışların önüne geçmek ve yeni oluşturulan kurumların oturmasını temin için sık başvurulan bir yöntemdir. Başarılı bir kutsallık atfetme faaliyeti bu süreklilik algısı oluşturma ihtiyacını daha kısa yoldan karşılar. Bu işin süreklilik, dayanıklılık kazandırma yönüdür.

İşin bir de ikinci yönü var: Eski köye yeni âdet getirilmesi, herkes için anında kabul edilebilir olmaz. Çünkü hiçbir uygulama ondan etkilenen herkesi aynı yönde ve aynı oranda etkilemez. Yeni durumlar, bazılarına yeni fırsatlar sunarken, diğerlerinin bilgi, yetenek ve birikimlerini boşa çıkarıcı sonuçlar doğurur. Bu bağlamda mevcut meslekler değer kaybedebilir, sosyal statü değişikliği sonucu olarak toplumsal itibar sistemi yeniden ayarlanabilir. Bu değişikliklerden olumsuz etkilenenler açıktan veya gizli olarak her türlü yeniliğe karşı konumlanırlar. Bir traktör geldiğinde, mülk sahipleri tarlalarını kolay, düşük maliyetli ve hızlı biçimde sürme imkânı elde ederken, geçimini başkalarının tarlalarında çalışarak temin edenlerin hepsi olmasa da en azından önemli bir kısmı işlerini kaybederler. Bu sebeple, işini kaybedenlerin somut gerekçe bulamasalar da traktörle birlikte bereketin kaybolacağı ve ortalığa uğursuzluk geleceğine inanmaları gayet anlaşılabilir bir durumdur. Aynı sebeple yeniliklere karşı çıkmada da kutsala atfen oluşturulmuş gerekçeler statükonun bozulmasından zarar göreceğini düşünenlere can simidi gibi gelir. Yani kutsallık atfı, çıkarları değişimden yana olmayanlara güçlü bir statükoculuk gerekçesi sunar. Kutsallıkla birleşen muhafazakârlık değişime karşı güçlü bir zırh oluşturur.

Genelde değişim ihtiyacı oluşan her yeni dönem, bir krizle karşılaşır. Özellikle başarılı bir dönemin ardından, başarıyı sağlayan fikirler kutsal olana olan referansları nedeniyle dondurulduğunda, alternatif olabilecek yeni arayışlar beyhude çaba olarak görülmeye başlanır. Bu sebeple eğer bir uygulama, çözüm, çare, şu veya bu nedenle, uygulama, çözüm veya çare özelliğini kaybederse kutsal olana atfen kurulan bağ onun ömrünü yapay olarak uzattığı gibi alternatif uygulama, çözüm veya çarelere yönelimi de engelleyici bir işlev görür. Adeta kutsallık kazanmış gibi nesilden nesle aktarılan geleneğin de rolü benzerdir. Bu şekilde gelenek olarak anonimleşen düşünme, davranma ve yapma biçimleri bir yandan işleri düzenli biçimde yapmanın işlem maliyetlerini düşürürken, diğer yandan yeni durumlara karşı direnç kaynağı olurlar. Kutsal ile bağlantılı hâle gelen gelenek bir yandan serbest yapmanın meşru çerçevesini çizerken, diğer yandan değişimin gerekli olduğu yerlerde karşı duruş, engel veya ayak bağı haline gelebilir. Bunun somut örneklerini, Müslüman ülkeler dâhil dünyanın dört bir yanında yaygın biçimde görmek mümkündür.

Burada amaç-araç ilişkisinde ince ve hassas bir denge söz konusudur: Amaca götüren her araç meşru görülemez o yüzden araçların meşruiyeti konusunda hassas olmak takdire şayandır. Ancak araçların niçin var olduğunu unutup adeta onların kutsallaştırılması da tehlikelidir. Burada amaç-araç ilişkisinde amaca götürdüğü düşünülen her şeyi mubah gören kaba bir araçsallıktan kaçınırken araçları kutsallaştırmanın olası risklerini de göz ardı etmemek gerektiğine işaret etmek istiyoruz. Yani kül, yanmış ateşin bir işaretidir, ama küle fazlaca odaklanıp ateşin nasıl tüttürüleceğini, hatta ateşten vazgeçip ortamın başka hangi yollarla sıcak tutulabileceğini ikinci plana atmamak önemlidir. İlla da bir tercih yapılacaksa aslolan ateşin yanması değil, ısının korunmasıdır. Kül ve ateş arasındaki gözlenen ilişkide küle odaklanarak arkada kül bırakmayan bir türlü ısı kaynağından mahrum kalmayla sonuçlanan tercihlerin makul olmadığını söylemek durumundayız.

Yaparsak Biz Yaparız Zafiyeti

İçinde yaşanılan dönemin ihtiyaçlarını etkili biçimde karşılayamamaya yol açan ikinci duruma yaparsak biz yaparız zafiyeti diyebiliriz. Bu zafiyet, aşırı özgüvenin yol açtığı “dışarı”da olup bitene olan ilgisizliktir. Yeni bir şeyi ilk kez yapmak yapana sırasıyla farklılık, ayrıcalık ve üstünlük hissi verir. Üstünlük hissinin kişilere ilave motivasyon sağlayacağı kesin olmakla birlikte bunun sürekli ve kalıcı olduğu zannının, bir feraset krizine yol açabileceğini göz ardı etmemek gerekir.

Olağan insan tecrübesi, sonuçlarından emin olunmayan işleri, ilk kez kendisi yapmak yerine başkalarının yaptıklarının sonuçlarına bakarak onları taklidi tercih etmeyi öngörür. Aslında bu bir tercih olmaktan öte çoğu zaman bir zorunluluk olarak gerçekleşir. Çünkü ilk kez yapmak, denemek her zaman maliyetlidir ve maliyet üstlenme kapasitesi insanlarda eşit değildir. Bu sebeple her toplumda sayıları az da olsa “yaparsa o yapar” denen öncüler olur. Bir topluluk içinde yol açma, çözüm üretme, yeni şeyler yapabilme bakımından önde olan bu öncüler, bu özelliklerini miras yoluyla gelecek nesle de devrettikleri için başarı yolunu genelde onlar açarlar. Toplumsal başarılar bütün bireylere özgüven kazandırır. Bu özgüven, başkalarının yapamadığını yapmaya dayandığı için topluluğa özgü dinamiklere bağlanır. Bu bağlamda geçmişlerinde büyük başarılar olan bireyler veya toplumlar, kolay kolay başkalarının da benzer başarılara imza atabileceğine inanmak istemezler.

Başarı ile dinî inanç birleştiğinde katmerli bir özgüven oluşturur. Bir topluluk bireyleri belirli bir dini tercih etmekle önemli bir karar verirler. Yani dinî inanç, benimseyen ile benimsemeyen arasında ayrıştırıcı ve dışlayıcı bir farklılaşma oluşturur. Bu yönüyle din, mensubunun gözünde, iktisat kavramını kullanacak olursak, ikamesi mümkün olmayan bir maldır. Zira dışlayıcı[4] bir dine mensup olan ile olmayanın eşdeğer görülmesi, o dinî inanca bağlanabilmenin doğası gereği mümkün değildir. Dünyada insanın varoluş amacına uygun yaşamayı sağlayacak aşkın (kutsal, ilahi) ilke ve değerlere inananlar, kendilerini bu yönüyle ayrı ve üstün görürler. Bu bağlamda, İslam’ın çağrısına kulağını kapayanların büyük bir hata içinde olduklarını kabul etme, Müslüman olmanın vazgeçilemez ön şartıdır. Yani İslam’ı seçen ile seçmeyen arasında son tahlilde birinci lehine bir “üstünlük” olduğuna inanmadan, dünyadaki varoluş amacını bilen ve ona uygun yaşayan ile bunu inkâr edeni müsavi görerek Müslüman olunamaz.

Zamanla bu üstünlük algısı, tüm insan faaliyetlerini kapsayacak biçimde genişletilmeye başlanır. Bu bağlamda Müslümanlar, hayatı anlamlı kılan değerleri benimsemeyenlerin kendileri için de yararlı işler yapacağına yüksek ihtimal vermeme eğiliminde olurlar. Bu, bir birey için en temel konu olan, dünyaya gelişinin anlam ve hikmetini ıskalayan birilerinin diğer alanlarda büyük çıkışlar yapamayacağını düşünmenin doğal bir sonucudur.

Dolayısıyla bir Müslüman, Müslüman olmayanların hayatlarını kolaylaştıracak hayırlı şeyler yapma kapasitelerinin de düşük olduğunu düşünme eğilimdedir. İnanıyor olmanın sağladığı üstünlüğü, her türlü yapabilme kapasitesinde de üstünlük olarak görmek, güçlü bir topluluk oluşturmada olumlu katkı sağladığı için Müslüman toplum önderleri tarafından da sürekli bu yaklaşım desteklenir. “İnanıyorsanız üstünsünüz” mesajı inançla elde edilen ayrıcalığı ifade etmekle sınırlı görülmeyip, her işi daha iyi yapabilme kabiliyeti ile donatılmış olmak olarak yorumlanmaya başlanır.

Bu durum, yenilikleri, yapanların dinî aidiyetlerine bakarak değerlendirme ve İslam dinini benimsemeyenlerin dünyevi işlere dair sorun çözme kapasitelerini küçümseme sonucunu getirir. Böylece kendisi değişen durumlara uygun yeni çözümler üretmediği gibi üretenlerin çözümlerini de kolay kolay benimsemeyen hatta onları küçümseyen bir kültür ortaya çıkar.

Eğer bütün bunlara rağmen başta teknolojik alanda olmak üzer herhangi bir konuda diğerleri tarafından makul bir çözüm ortaya konursa bunu kabullenmek üstünlük algısını yaralayacağı için onu da kendi kültür geleneğine atfen meşrulaştırma eğilimi devreye girer. “Onlarınki ne ki! Bizde daha iyisi var” veya “zaten bizden aldılar” biçiminde tüm olumlu hasletleri kendisine münhasır kılma tutumu gelişir.

Müslüman toplulukların da maruz kaldığı, ama genel olarak dünya işlerini görme konusunda başarılı uygulamaların uyarlanmasında ortaya çıkan ilgi azlığının arkasında bu tutumun kısmen etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumu ifade etmek için popüler dilde hor görme imalı “gâvur icadı” diye bir deyim bile vardır.

Bir dönem dünyada medeniyet öncüsü olmanın verdiği özgüven nedeniyle, iç ve dış birçok faktörün etkisiyle fiilî öncülüğün kaybedilmesine rağmen, gâvur icatlarına önem vermemenin Müslümanlar arasında dayanışmayı olumlu etkilerken, yaşanılan dönemin sorunlarına çözüm üretme kapasitesinde gerilemeye yol açtığını söylemek mümkündür.

Dünyayı Anlamayı Değersiz Görmek

İslam dininin herhangi bir bireyin inanması ve yapması gereken şeyleri anlaması için o kişinin akli dengesinin yerinde olması ve sorumluluk üstlenebilecek yaşa gelmiş olması yeterlidir. Ama herhangi bir kişinin insan hayatını şekillendiren toplumsal düzeyde etkili kültürel, siyasal veya ekonomik sistemler tasarlaması, tasarlanmış olanlar içinden en uygununu seçmesi; bireysel düzeyde üretken ve somut işleri yapması veya meslekleri icra etmesi için aynı şey söylenemez. Bunun için teorik veya uygulamalı eğitim almak, yol yordam öğrenmek, uzmanlaşmak tüm bunlar için de zaman ve emek harcamak gerekir.

Bireysel üretkenlik dışında topluluk için belirlenen amaçlara uygun, maliyet etkin, uzun ömürlü ve şartlara dayanıklı modeller geliştirmek bireyi aşan bir örgütlenmeyle destekli ortak bir irade oluşturmak gerekir. Örneğin iyi bir çiftçi olmak için, hangi ürünün hangi toprakta ve hangi koşullarda üretileceği, sulama, aşılama, seyreltme ve gübreleme işlerinin nasıl yapılabileceğine dair bilgi ve tecrübe gerekir. Tüm ve meslekler için benzer bir durum geçerlidir.

Bu alanlarda başarılı olmak için her bir alana özgü her bir dönemde gerekli ön hazırlıklar ve organizasyon biçimi diğerinden farklı olabilir. Bilgi biriktirme ve onu tecrübe biçiminde nesilden nesile uygun araçlarla aktarma, özünde dünyanın imarına dair bir iştir. İnsan toplulukları imkânları ve birikimleri çerçevesinde hangi alanlara yoğunlaşır ve o alanlarda iyi olmak için imkânlarını seferber eder, rakip toplumlardan daha iyi çıkarır ve onların yapamadıklarını yaparsa öne geçer ve “başarılı” olurlar. Bu anlamdaki başarının, her alanda geçerli ve hiç değişmez bir kuralından bahsedilemez.

Müslüman toplulukların bugünün dünyasının yeni bilgi üretme, işleri kolaylaştıracak teknolojiler ve modelleri ile yönetim sistemleri geliştirme ve sonuç olarak kişi başı üretim ve refah konusunda batı toplumlarından geride olmalarının arkasında, yarıştıkları alanlarda rekabet edecek donanımda olmamaları yatmaktadır. Bunun biraz totolojik bir açıklama olduğunun farkındayız. Doğal olarak asıl soru, niçin bu durumda olunduğudur. Ancak başta da söylendiği gibi toplumların gelişim seyrinde tekdüze bir süreç olmadığı gibi birkaç faktöre indirgenecek açıklamalar da gerçekçi değildir. Doğal kaynaklar, jeostratejik konum, tarihsel ve kültürel miras, kısaca geçmişten gelen her türlü mirasın ve bunlar üzerine inşa olunan kurumsal yapıların farklılığı, her ülkenin neyi, nasıl, niçin yapabildiği ve yapamadığını etkiler, hatta belirler. O sebeple bugünün dünyasında “geri kalma” ve “ileri gitme” konusundaki performans büyük oranda ülkeye özgüdür ve sebepleri ülke, hatta ülkenin farklı bölgeleri bazında tek tek ele alınmalıdır.

Bu konuda ciddi bir ikilemle karşı karşıyayız: Sebep ararken ülke, bölge, alt topluluklar hatta birey ayrıntısına inildikçe gerçekçiliğin artmasına karşın genel bir açıklama imkânı ortadan kalkmaktadır. Tersinden başat birkaç açıklayıcı değişkene bağlı başarı ve başarısızlık hikâyeleri akılda kolay kalmakta, çok ilgi çekmekte ve heyecan uyandırmaktadır ama yukarıdan beri bahsedilen sebeplerle hiçbir zaman gerçekçi değillerdir. Coğrafya başta olmak üzere paylaşılan ortaklıklar nedeniyle birbirini etkileme, birbirini aşağı veya yukarıya doğru çekme her zaman mümkündür. Bu sebeple zaman zaman genel eğilimler tespit etmek olasıdır.

Günümüzde dünyada bir merkezden çevreye doğru genişleyerek etkileşme şeklindeki küreselleşmenin seyri, tüm ülkelerin istikametini aynı noktaya çevirme yönündeki başarısı yönüyle takdire şayandır. O sebeple merkez ülkelerdeki gelişmeleri yakından takip etmek, eski dönemlerde olduğu gibi şimdi de gayet işlevsel görünmektedir. Ancak tarihsel gelişim tek merkezden talimat alıp onun gereğini yapma biçiminde ortaya çıkmadığı gibi her bir ülkenin karşı karşıya olduğu sorunların çözümünde de, tek merkezden gelecek talimatları beklemek makul olmayacaktır. Farklı bölgelerde, farklı kültürel iklimlerde yaşayan insanların alacakları inisiyatiflerin kendi topluluklarını öne çıkarmaya başlaması durumunda, gelecekte tarihin yönünün şimdikinden çok farklı bir biçimde evrilmesi pekâlâ mümkündür. Bu yorum, sadece bir imkâna işaret etme içindir. Yoksa örtük biçimde gün gelecek mutlaka Müslüman topluluklar dünyanın imarında tekrar öncü topluluklar olacaktır gibi bir beklenti ima etmemektedir. Böyle bir beklenti, Müslüman olmanın temel tezahürünün ancak dünyanın imarı ile belli olabileceği varsayımına dayanır ki,[5] önceki bölümlerde böyle bir yorumun doğru olmadığına işaret etmiştik.

Hem birey hem de topluluklar nezdinde nerede başarılı olunmak isteniyorsa o alana yoğunlaşmak ve orada zaman, emek ve kaynak harcamak gerekir. Bunun ardından gelen başarı, potansiyel (doğal kaynaklar, yetişmiş insan gücü, coğrafi konum vb.) ve fiilî kapasite (potansiyel kapasiteyi kullanabilme durumu) ile sınırlıdır. Doğal olarak her birey ve topluluk, dünyanın imarında başarılı olmak ister. İsteği başarıya dönüştürecek olan, imkânlar ile onları kullanan yönetim becerisinin uyumudur. Bu uyumun sırrı hayatın sırrına eşdeğerdir ve toplulukların bunu kendi kapasiteleri ile inşa etmeleri beklenir.

Öte yandan başarının ortaya çıkması için her zaman birey ve toplumlar arasında yardımlaşma kadar rekabet ve çatışma da söz konusudur. Rekabeti etkili işbirliğine dönüştürmede ve çatışmaları minimum maliyetle çözmedeki yönetim becerisi, burada anahtar rol oynar.

Bireyden topluluğa geçişte gerekli uygun düzenleme ve kurumsal yapılar olmadan, sadece değer ve ilkelere vurgu yapılarak iyi bireylerden iyi topluluklar oluşmaz. Bu çok kritik bir noktadır. O sebeple kendi topluluğu içinde bir türlü verimli olmayan birçok yetenek başka topluluklara karıştığında, birden beceri kahramanı haline gelebilir.

Günümüz Müslüman toplulukları toplumlar arası bu yarışta bekledikleri yerde değillerse, bunun sebebi hedefledikleri işleri yapma konusunda uygun araçları geliştirememeleri, araçlar varsa da yeterli gayret gösterememeleri, yani toplumsal enerjilerini uygun biçimde bu alanlara aktaramamalarıdır.

Konunun dünya hayatını öte dünya hayatı ile ilişkilendiren ilkelerle irtibatlı yönleri olmakla birlikte bunlar temel ilkeler seviyesindedir. Öteki dünyada hayatının her anının hesabını vereceğine inanmanın kişiyi, uyanık, sorumlu ve dikkatli yapması beklenir. Ama bu, sorumlu, uyanık ve dikkatli kişinin somut olarak ne yapacağını belirlemez. Onu yeteneklerini ve imkânlarını en etkili şekilde kullanarak kendisi bulacaktır. Bunun için ekip biçebilir, bina yapabilir, şiir, film senaryosu veya roman yazabilir, çobanlık veya genel müdürlük yapabilir. Bu alanlardaki başarısı her bir alanda başarılı olmanın kriterlerine uygun çaba ve emek gösterip göstermemesi ile ortaya çıkar. Yani dürüst olmak temel bir davranış kalıbıdır ama bir uzmanlık alanı değildir. Birisinin dürüstlükte değil, hastalık teşhis ve tedavisinde, duvar ustalığında, bilgisayar yazılımında, bina tasarımında, uzay araştırmalarında, makine öğrenmesinde, ekonometrik modellemede, pazarlama veya kamuoyu araştırmalarında yahut etkili ve güzel konuşma gibi konularda uzman olmasını bekleriz. Dürüstlüğün çok kıymetli bir haslet olduğu açık olmakla birlikte uzmanlığın yerine geçmeyeceği fark edildiğinde ilk önemli eşik geçilmiş olacaktır. Neyin iyi yapılması isteniyorsa ona yoğunlaşmak ve onu başarmak kendiliğinden gerçekleşmez. Yolunu yordamını öğrenmek için çaba sarf etmek gerekir. O çabanın nasıl bir şekil alacağı da zamandan zamana değişir.

Bu bağlamda aşağıdaki sorulara dikkatinizi çekmek isterim:

Yaşadığımız dönemde iyi bir çocuk nasıl yetiştirilir?

Hangi yaşlarda neleri nasıl öğretmek, bu amaçla hangi materyalleri kullanmak gerekir?

Günümüzde yetişkin bir gencin hangi bilgi, beceri ve yetkinliklerle donatılması gerekir? Nasıl?

Üretimde ve tüketimde gereksiz kaynak kullanımının önüne nasıl geçilebilir?

Her bir alana özel verimlilik nasıl artırılabilir?

Tasarruflar üretime en uygun yollarla nasıl aktarılabilir?

Şu an kullanmadığımız çevre dostu yeni enerjiler nasıl keşfedilebilir ve sonrasında da nasıl temin edilebilir?

Farklı (sosyal, dinî, etnik, mesleki kültürel vb.) kimlikler bir arada çatışmadan, uyum içinde nasıl tutulabilir?

Bunun için nasıl bir sosyalleşme süreci, ne tür temsil ve yönetim sistemleri geliştirmek gerekir?

Farklılık arz eden durumlarda daha etkili olmaları için yeni karar süreçleri nasıl tanımlanabilir?

İnsanların birbirine daha çok yardımcı olduğu ama birbirini sömürmediği bir emeklilik, sigorta ve maaş sistemi nasıl kurulabilir?

Birbiriyle en uyumlu yaşayabilecek çiftler hangi yöntemlerle seçilebilir ve bu yolla evlilik ilişkisi sağlıklı biçimde nasıl sürdürülebilir?

Hastalıkların teşhis ve tedavisinde daha etkili, maliyet-etkin ve insanların daha sağlıklı yaşamalarına imkân sağlayacak teşhis ve tedavi yöntemleri nasıl tespit edilebilir?

Eğer bu ve benzeri sorulara cevap olarak “bizim kültürümüzde bunların en iyisi var, özümüze dönüp, onları ortaya çıkarırsak tüm sorunlarımızı çözeriz” denilirse ve arkasından kutsal kitaplardan veya onları yorumlayan önceki parlak dönemlerin temsilcilerinden güzel metinler eklenirse durum şimdikinden pek farklı olmaz; kutsal metinler kalkan yapılıp rakipler “hakiki Müslüman” olmamakla suçlanmaya devam edilir. Ama “evet her birini yeniden ele alıp üzerinde uzun uzun düşünelim, birimiz değil hepimiz düşünelim, olabildiğince farklı ve çok sayıda öneri geliştirelim, sonra onları mukayese edelim; bu arada başkaları şimdiye kadar bu konularda neler yapmış, nasıl sonuçlar almış yakından bakalım ve biz onlardan daha fazla veya farklı neler yapabilirizin imkânlarını araştıralım; aklımıza gelen ilk fikri hemen anayasa, kanun veya yönetmelik maddesi yapmadan önce küçük gruplarda deneyelim, beklenen sonuçların oluşup oluşmadığını gözleyelim, beklenmeyen neticelere yol açıp açmadığını izleyelim bakalım” denilirse, yakınma, dövünme ve başkalarını suçlamadan kurtulma ümidi var demektir. Kanaatimizce bunu yapabilen kuşak bu alanda “başarılı” olacaktır, ama tabii ki bu, onların şimdikilerden daha iyi birer Müslüman olacağı anlamına gelmeyecektir.


[1] Aslında “Bu sayılanları yapıyor olmak çok gerekli mi? veya tersinden yapamıyor olmak Müslümanlara ne kaybettirir?” şeklinde bir ara soru sorulabilir. Bu soru tartışmaya değer olmakla birlikte burada bunun gerekli olduğu varsayımı üzerinden yeni sorular sorarak devam edelim istedik.

[2] Bu konudaki tartışmaları özetleyen bir analiz için bkz. Kanbir, Ö. ve Dikkaya, M. (2022). İslam dünyasının geri kalma nedenleri üzerine bir analiz. İktisadi İdari ve Siyasal Araştırmalar Dergisi, 7(19), 556-580, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2082046

[3] Olay, ilişki ve durumlara bir şey ya helal ya da haramdır bakışıyla yaklaşıldığında bu sınırların dışında kalan bir alan söz konusu değildir.

[4] Kendi dışındaki inanışların tümünü reddeden dini inançlar olduğu gibi (İslam da bu dışlayıcı dinlerden biridir. Hristiyanlık, Yahudilik ve peygamberlerin getirdiği diğer dinlerin eski devrilerde geçerli “hak din” olmalarına karşın bugün geçerliliklerinin kalmadığını belirtir) kendi dini tercihlerine benzer diğer tercihlerin de eşdeğer olabileceğini kabul eden dinler (Budizm’de, Şamanlık’ta ve Çin yerel inançlarında olduğu gibi) de bulunur.

[5] Böyle bir açıklama Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli eserinde Protestan ahlakına atfettiği şeyin İslam’a uyarlanması olur.