GERİ KALMIŞLIK ÜZERİNE 3/5: HER BİLEN YAPABİLİR YANILGISI
Ömer Demir –
Kalkınma ve ilerleme bağlamında bilme ve yapma ilişkisinde şeytan adeta ayrıntılarda saklıdır. Bir yerlerde işe yaradığı gözlenen bir bilgiye sahip olmanın, sahibi tarafından hemen hayata geçirileceği beklentisi, gerçek hayatta bir araya gelmeyen birçok örtük varsayım içerdiği için tahminlerde yanılgılara sebep olmaktadır.
Soruyu şöyle soralım: Şu an dünyanın belirli yerlerinde başarı ile hayat bulan uygulamaların bir kısmı maddi kaynak gerektiriyor, ama bir kısmının gerçekleştirilmesi için maddi kaynak en önemli gereklilik değil veya ihtiyaç duyulacak kadar kaynak kolayca temin edilebilecek seviyede olmasına rağmen neden gereği yapılamıyor? Örneğin bazı toplumlarda kötü bir şey olduğu yeterince bilinmediği için mi yolsuzluk, rüşvet veya kayırıcılık yaygın? Ya tembellik, disiplinsizlik, plansızlık, umursamazlık, sorumsuzluk için ne demeli! Niye bazıları sabahın erken saatinde kalkıp iş için yollara düşerken, diğerleri öğlene kadar tembel tembel yatıyor? Daha yakıcı soruya gelelim, görev ve sorumlulukları ehliyet ve liyakat esaslı dağıtmanın iyi bir şey olduğu yeterince bilinmediği için mi pozisyonlar ülkelerin çoğunda büyük ölçüde tanıdıklık ve yakınlık kriterine göre dağıtılıyor? Sebep böyle bir kritik bilgiden yoksun olunması mı?
Bu konuyu açıklığa kavuşturmak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Üniversitelerden örnek verelim. Dünyada iyi bir üniversitenin nasıl oluştuğu konusu, üzerinde biraz araştırma yapan hiç kimse için bir sır değil artık. Araştırma iklimi, akademik terfi ve öğrenci kabul sistemleri, kişi başına ayrılan kaynak vb. açılardan dünyanın önde gelen üniversiteleri birbirinden farklı araç ve yöntemler kullansalar da neyi, nasıl yaptıkları aşağı yukarı biliniyor. O zaman öncelikle akademisyenlerimize soralım: Nasıl oluştuğu büyük oranda bilinmesine rağmen her yıl sıralamalarda ilk başlarda yer alan “iyi üniversitelerin” aynıları veya benzerlerini niçin ülkemizde bir türlü hayata geçiremiyoruz? Üstelik üniversite günümüzde bütün toplumlarda adapte edilmesi en kolay görünen ve görece en nötr olarak değerlendirilen kurumlardan biri olduğu halde! Niçin üniversitelerimizdeki akademik üretkenliği bir türlü “ileri muasır üniversiteler” seviyesine çıkaramıyoruz? Bunu yapabilmek için hangi bilgimiz eksik? Akademik ilanlarımızı sadece akademik niteliği önde tutan ilkelere göre yapmamıza, insanların hangi ekol ve çevrelerden geldiğine değil üretkenliğine, akademik verimliliğine bakmamıza; dersleri öğretim üyeleri arasında dağıtırken sadece en iyi dersi kimin vereceğini göz önüne alarak iş bölümü yapmamıza; günlük jargonla söyleyecek olursak dersleri Bologna formlarında tanımlandığı şekilde ve içerikte yapmamıza; ders içeriklerini hazırlarken en son bilgi ve gelişmeleri sürekli dâhil etmemize; verimli ders ve bilimsel ortamı oluşturma dışındaki kriterleri elimizin tersi ile itmemize mani olan nedir? Senatolar veya yönetim kurulları uygun kararlar almada yetkisiz olduğu için mi? Veya parlamentomuz üniversiteleri istenen seviyede etkili ve verimli kılacak, daha da genişletelim, bütün yetkisizleri yetkili kılacak, kapsamlı bir yasal düzenleme yapma imkânından yoksun olduğu için mi?
Sorunun kapsamını genişletelim. Neden parlamento üyelerimiz ülkemiz için gerekli olan düzenlemelerin yapılma sürecinde uzlaşma odaklı bir yaklaşım yerine parti desteğine göre kamplara ayrılmayı olağan çözüm yöntemi olarak görüyor? Bunun sebebi, kazanımların güvenli ve kalıcı olmasının yolunun mensubu olduğu grup çıkarlarını savunurken diğer gruplarla uzlaşma sağlamaya bağlı olduğunu bilmemeleri mi yoksa parlamentoya seçilen üyelerin toplum ortalamasından sapan bir erdemlilik sorunu olması mı? Parlamento üyeleri serbest seçimlerle belirlendiğine göre öyle olmadığı aşikâr. O zaman neden en uygun düzenlemeleri hızlıca yasalaştırıp sorunları çözmüyoruz?
Benzeri soruları herkes ayrı ayrı olarak kendisinin en iyi bildiği konu ve özellikle de yaptığı iş ve icra ettiği meslek için kendisine soruversin. Öğretmenler, yargıçlar, savcılar, avukatlar, antropologlar, iktisatçılar, sosyologlar, tarihçiler, iş adamları, mimarlar, boyacılar, sıvacılar, perakendeciler, toptancılar veya Lâz müteahhitlerin tek tek cevaplarını alıp kaydettiğimizi düşünelim. Muhtemelen herkes son tahlilde yeterli maddi ve beşerî sermaye eksikliği; başlangıç şartlarının ülkeye özgü farklılık arz eden durumu; yerleşik güç dengeleri, kültürel sorun çözme, iş yapma ve karar verme alışkanlıkları; yetersiz hukuki düzenlemeler; makro düzeyde kararlar için siyasal aktörlerin günü kurtaran, geleceği yeterince göremeyen, görse de yeterince kaygı etmeyen kararlarına sorumluluğu yükleyen bir açıklama ile gelecektir.
Bu saydığımız gruplardan hiç birisi, sorun çözümünde “İşlerin nasıl daha iyi yapılacağını bilmiyoruz, bilsek yapmaz mıyız!” (yani sorun temelde bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor) demeyecektir. Bu durumda biliyor olmanın önemli bir adım olduğunu, ama sadece bunun yapmak için yeterli olmadığını, ek olarak başka faktörlerin de bir araya gelmesi gerektiğini söylemek zorundayız. Bu başka faktörler o kadar önemli ki, biliyor olmayı, zaman zaman en çok ağırlık vereceğimiz faktör olmaktan çıkarıyor. Onlara biraz yakından bakalım.
Bilmek Değil, Kimin Bildiği Önemli
Burada meramı daha kolay anlatmak için bilgiyi, sonunda eylem veya uygulama olunca işlevsel hâle gelen bilgi ve bireysel kararlar ile toplu eylemler için yapılacak olana ilişkin bilgi olmak üzere iki ana gruba ayıralım. Somut örnek olarak da ilkine bir malı üretmeyi, ikincisine de bir alanda düzenleme yapmayı vererek aklımızda tutalım. Her iki kategorideki bilginin bir şekilde varlığı, onun gerekli olduğu yerde ve biçimde hayata geçmesi için yeterli olmaz. Niçin mi?
Eldeki kaynakların, bir mal ve hizmetin şimdikinden değişik bir şekilde üretilmesinde kullanılması halinde daha ucuza mal edilebileceği veya şimdikinden daha farklı bir ihtiyacı giderebilen yeni bir malın üretiminde kullanılabileceğini bilen kişi aynı zamanda bunu hayata geçirecek bir girişimci değilse o bilgi refah artışına yol açan bir bilgi hâline gelmez. O sebeple iş dünyasında sadece bilen değil inisiyatif ve risk alarak bilgisinin gereğini yapan kişiler (girişimciler) öne çıkarlar. Bu yüzden girişimci veya yenilikçi, bir fikri ilk kez dile getirene değil, onu kullanılabilir bir mal ve hizmete dönüştürene denir. Kısaca özel mal ve hizmet üretim sürecinde bir bilginin bir ya da birçok insanın zihninde oluşması veya olması, onun hayatı dönüştüren bir sürecin parçası haline gelmesini sağlamaz.
Benzer bir durum kamusal boyutu ağır basan bilgiler için de geçerlidir. Kimisi alanın uzmanı, kimisi de sıradan olmak üzere birçok insan ortak işlerin nasıl yapılması gerektiğine dair, hayata geçirilmesi halinde işe yarayacakparlak fikirlere sahiptir. Ama refah artışı sağlamak için buna dönük bir fikrin sadece var olması değil, onu hayata geçirecek kişilerin de var olması önemlidir. Bu sebeple bazı fikirlerin topluluğun tümünü veya makul sayıda çoğunluğunu bağlayıcı kararlar alma konumunda olanların zihninde oluşması gerekir. Örneğin bir kamu kurumunda alanında ihtisas sahibi çok iyi uzmanların, her bir durumu detaylı biçimde irdeleyen raporlar hazırlamaları ilk adım olarak önemlidir. Ama bundan da önemlisi o bilgileri kullanarak kurum adına karar verecek konumda olanların üretilen bu bilgilere karşı olan tutumlarıdır. Ortak karar merciinde yetkili olanların hem bilgiye ulaşmaları hem de ulaştıklarında onun gereğini yapmaları bazı işlem aşamalarını gerektirir. Bu aşamaları geçmek sanıldığı kadar kolay olmamaktadır.
Her şeyden önce, her toplumda kamu adına ortak kaynak ve yetki kullananların bilme kanalları önemli bir sterilizasyondan geçer. Sınırlı sayıdaki üst karar vericinin bilgi ağına girmek her bilgiye kolay kolay nasip olmaz.
İkincisi, yeni bilginin peşinde koşmak, onu elde etmek için zihinsel enerji, zaman, emek ve mali kaynak harcamak gerekir. Ayrıca bir toplumda alışılagelen ve şimdiye kadar yapılanların dışında bir şeyler yapmayı öngören bilgi sadece bu saydıklarımızı yapmayı değil, aynı zamanda risk almayı da gerektirir. Konum ve sorumluluk alma durumuna bağlı olarak bireylerin hesaplamaları gereken risk dereceleri de değişir.
Kamusal alanı düzenlemede, yani tam veya yarı kamusal mal üretmeye dönük bilgileri toplumun ortak karar süreçlerinde kullanıp kullanmama tutumunun oluşumunda, toplumdaki ortak güç kullanım kanalları nihai sözü söyler. Bu sebeple karar süreçlerini şekillendiren güç hiyerarşisinin farklı aşamalarında bulunanların aynı bilgiyi hayata geçirme iradesi farklılık gösterebilir. Bir uzman ile bir daire başkanının risk dağılımı farklıdır. Risk sonuçları bilinmeyen birçok kararın niçin alınamadığı, alanın uzmanları için iyi bir dedikodu malzemesidir. “Ben olsam…” diye başlayan birçok öneri, “olsam” denen gerçekleştiğinde rafa kalkmaya başlar. Bunun niçinlerini açıklamaya çalışan kocaman interdisipliner (psikoloji, sosyoloji, ekonomi, antropolojiyi bir araya getiren) bir literatür vardır.
Öte yandan bazı sebep-sonuç ilişkileri bilgi sahibine kesin gibi görünse de, bir sorun olup olmadığı ancak uygulamada ortaya çıkar. Her eylemin önceden niyetlenmemiş birçok istenen veya istenmeyen sonucu olabilir. Pilot uygulamaların yapılma biçimi ve süresi önceden olduğu düşünülen ilişkilerin uygulamada sınanmasını sağlar. Bu amaçla da olsa deneme-yanılma için zaman ve kaynak ayırmak gerekir. Karar vericiler bireysel düzeyde kendilerine yüklenecek maliyetlerin (çıkarları zedelenen odaklar tarafından hedefe konma, hiyerarşideki konumunu kaybetme riski, mensup olduğu siyasal partinin seçimi kaybetme riski, medya önünde eleştirilmenin yıpratıcılığı, geri dönüşü olmayan kararlarda ortaya çıkabilecek hataların maddi ve vicdani sorumluluğu) olası getirilerinden (görevini hakkıyla yapmış olmanın huzuru, pozisyonunu koruma veya terfi etmenin sağladığı mali ve sosyal imkânlar, alkış, saygınlık vb.) daha az olduğu bilgilere meylederler. Bu soyut maliyet ve getirilerin nasıl hesaplandığı karar süreçlerinin nirengi noktasıdır ve her birey bulunduğu konumla mütenasip bir muhasebe kabiliyetine sahiptir. Yani ne kadar bilmiyormuş gibi görünse de bireyler oraya nasıl geldiğini ve nasıl kalacağını veya terfi edeceğini bilir. İşte bu tür bilgilerin benimsenme düzeyi, toplumsal iş görme kapasitesini belirleyen görünmeyen kurumsal yapıların temel taşlarını oluşturur.
Burada bir ayrıntıya dikkat çekelim. Bu görünmeyen kurumsal yapıları ayakta tutan bilgiler, farklılıklara odaklanan ve ayrıntılara dikkat çeken bilgilerden ziyade kısa, pratik ve bir nevi mucize çözümler barındıran bilgiler olur. O alanda uzmanlık düzeyinde bilgisi olanların farklı açılardan olası farklı sonuçları dile getiren açıklamaları yerine karar vericiler “kesinlik” vadeden önerileri seçenekler arasında öne çıkarır. Karar süreçlerinde aktif sorumluluk alanlar için iş hayatının hızlı temposunda durup ayrıntılı bilgi edinme hali, doğal olarak hız kesicidir. Üstelik fazla bilgi, her zaman en isabetli karar vermeyi sağlamaz, hatta tereddütleri artırıp kararsızlığa yol açabilir. O sebeple politik ve idari karar süreçlerinde “tek kollu danışmanların” çekiciliği daha fazladır.1
Sayılan tüm bu sebeplerle kamusal alanda işe yarayacak bilgilerin hayata geçirilmesinde ilk yapısal engel, çoğu bilginin onu bilmesi halinde etkili olacak kişilere zamanında ve uygun formda ulaşamamasıyla oluşur. Çünkü bilgi üretenler ile eylemde bulunanlar her zaman olabilecek en uygun iş birliği içinde olmazlar. Bu ayrışma biraz da işin doğasından gelir. Farklılık ve ayrıntılara odaklanan bilgi, ona dayalı çözüm üretmeyi geciktirir. Karar vericilerin vakitleri sınırlıdır. Güç dengesi filtrelerinden geçmeyi başaran bilgilerin en iyi çözümü içeren bilgiler olduğu söylenemez.
Ayrıca en iyi çözüm bilgisinin çözüm için karar verme yetkisinde olan kişide olması da sorunu tümüyle çözmez. Alınan kararın toplumsal meşruiyeti ve uygulayıcılar tarafından hakkıyla gereğinin yapılması başka birçok değişkenin sonucudur. Buradaki toplumsal meşruiyet (kabullenme) kavramını, kararın olası sonuçları konusunda ondan etkilenenlerin olumlu kanaatleri anlamında kullanıyoruz. Karardan etkilenen, özellikle de maliyet üstlenen kitleler, uzun vadede, kısa vadeli maliyetleri aşacak çok iyi sonuçlar vereceği görüşünü paylaşmıyorsa, kararın toplumsal meşruiyeti azalır. Bunun politik sonuçları seçim kaybettirir. Bu içsel bağlantıyı yakalayamayanlar ya da kitlelerin yanılmayacağı varsayımıyla yorum yapanlar çoğunlukla bu popülist politikacıları suçlar. Onlar “suçlu” olabilir, ama bu durum popülizmin kitlelerin kısa vadeli beklentilerinin hayata geçirilme aracı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Üstelik popülizm gelişmiş-azgelişmiş ülke ayırımı yapmadan her toplumda taban bulan bir tutumdur. Bu tutumun taban bulmasında çoğu kez zor ve zahmetli olan yararlı bilgi peşinde koşmaktansa mistik olanı izleme, hikâyenin çekici gücüne teslim olma gibi kolaycı ve haz verici bir eğilimin kitlelerce kolay benimsenmesinin etkili olduğu söylenebilir. Popülizmin küreselleşmeden olumsuz etkilenen kesimlerin ona bir tepki verme biçimi olması bu özelliğini ortadan kaldırmamaktadır. Yani, her toplumda bir kısmı sadece bilişsel bir kısmı sosyo-politik ama temel özelliği görünmez olan kurumlar2 daima devrededir. Burada ara bir sonuç olarak başarılı toplumların, görünür ve görünmez kurumlarını aynı hedefe yönlendirmeyi sağlayabilen toplumlar olduğunu söyleyebiliriz.
Bu bağlamda üniversitelerimizin ülkemizin sorunlarını çözecek yeni bilgiler üretemediğini dile getiren çok tipik bir yakınmayı sık sık duyarız. Buna hiç itirazımız yok. Peki, sebep nedir? Bu şikâyeti dile getiren bürokratik veya politik liderlerin masalarında dünyanın en iyi üniversitelerinin en son üretilen araştırmalarının durduğunu; sürekli onları okuyor olmaktan sıkıntı duyduklarını ve “niçin sürekli elimizin altında tuttuğumuz bu bilgilerin benzerini hatta daha iyisini bizim üniversitelerimiz üretmiyor” biçiminde bir yakınma içinde olduklarını düşünmeyelim. Veya iş adamlarının “üniversitelerimiz ar-ge yapacak mezun vermiyor” diye şikâyet ettiklerinde ür-ge veya ar-ge için ayırdıkları kaynakları kullandıracak yeterli donanıma sahip mezun bulamadıklarını sanmayalım. Zira herhangi bir toplulukta, bireysel ve toplu karar süreçlerinde hangi bilgilere daha çok değer verilirse, bilgi üreten birimler de (kişi veya kurum) onların üretimine odaklanırlar. “Marifet iltifata tabirdir” kuralı burada ziyadesiyle geçerlidir. Eğer bireysel veya kamusal karar vericiler, karar ve üretim süreçlerinde sürekli ve yeniden denemek üzere yeni bilgilerin peşinde koşarlarsa, onları üreten kurumlar da kendilerine ona göre istikamet çizerler. Asıl sorun, bu kısır döngüyü ilk olarak kimin nasıl kıracağında düğümleniyor. Hangi durumda, sadece bazı bireylerin değil topluluğun ortak karar alma iradesi, sadece kısa değil orta ve uzun vadede üretken sonuçlar verecek biçimde hayata geçecek? Bunun altın bir formülünü arıyoruz, ama o formül de bir keşiften ziyade her toplumun kendine uygun biçimde meydana getireceği bir icada benziyor. Burada vadenin çok önemli bir değişken olduğuna dikkat çekelim.
Zaman, İsteksizlik ve Belirsizlik
Bilgi ve uygulama ilişkisi konusunda çok etkili olan bir diğer faktör de zamandır. Bir bilgi, onu kullanabilecek olan ile buluştuğu anda hemen kendisine uygulama imkânı bulamayabilir. Bazı sonuçlar zamanla ortaya çıkar. Özellikle kamusal mal niteliğindeki sonuçları ortaya çıkaracak bilginin kullanımı, hem karar süreçlerinin karmaşıklığı hem de karar verenlerin müşevviklerinin farklılığı sebebiyle, özel mal ve hizmet üretimindeki kadar hızlı ve kolay gerçekleşmez. Sonuçları bir nesil sonra ortaya çıkacak kararların alınmasını gerektiren bilgiler, elde hazır biçimde bulunsa da, uzun süre onları kullanacak kişileri bekleyebilir. Bunu çarpıcı biçimde ifade etmek için kamu kurumlarının arşivlerinde, yapılabilecek her reform için yeteri kadar raporun bulunduğu söylenir.
Buradaki sorunun iki boyutu var: Biri, sonuçları belirli bir zaman sonra ortaya çıkacak bilginin kullanımındaki isteksizliktir. İnsan eldeki kuşu daldakine tercih etmeye meyyaldir. Bu sebeple bugün elde edilecek az sonuçlar, gelecekte elde edilecek çok sonuçlara tercih edilir. Diğeri de uygulamanın başarısının kitlesel kabul gerektirdiği durumlarda (ancak herkeste olunca veya herkes yapınca işe yaradığında) nereden başlanacağına dair belirsizliktir. Bu isteksizlik ve belirsizliğin nasıl giderileceğine dair genel geçer bir çözüm yoktur. Burada da icat yapmak gerekir.
Örneğin bir toplumda kimler, “kendi mahallesinde” kısa vadede oluşacak bazı kayıplara (refah kaybı, bireysel konforun bozulması, kişisel fırsatların yok olması, mahalle baskısına direnme vb.) rağmen bireysel olarak, “ortak yarar” için yapılmasının uygun olduğu aşikâr olan işlerin gereğini yapmaya hazırdır? Herhangi bir bireyin bu hazır olma durumu şimdi değilse ne zaman gerçekleşecektir? Birey kendisini ne zaman hazır hissedecektir? Bu hazır ortamın oluşumu için nereden başlanacak, kim önce elini taşın altına koyacaktır? Belki elini taşın altına koyacak yeter sayıda gönüllü kişi bulmak mümkün olacak, ama bunu yaptıklarına değeceğine onları kim, nasıl ikna edecek?
Çoğu zaman görünmez, derinlerde saklı duran, hiçbir zaman asıl faktör olduğunu hissettirmeyen “ben(biz) yaparım(z), ama ya diğerleri yapamaz ise” güvensizliği; “ben fedakârlık yaparım ama diğerleri yapmazsa enayi yerine konmuş olurum” kaygısı veya “mevcut sorunları hiç kimse çözemez” umutsuzluğunun kalkınma veya ilerlemeye dair bilişsel engellerin başında geldiğini kesin olarak tespit ettiğimizi varsayalım. Diyelim sorunun kaynağını bulduk! Sıra geldi çözüme. Bu durumda bu bilgiyi esas alıp çözüm üretimine kim, nereden ve nasıl başlayacak? Bütün kademelerde okullarda eğitim seferberliği mi yapılacak? Yoksa çok izlenen film ve dizilere “istersek yapabiliriz”i açıktan empoze eden veya subliminal mesajlar veren mini senaryolar mı eklenecek?
Yukarıda da ifade edildiği üzere birçok konuda işe yarar bilginin elde olmasının yanı sıra o bilgileri geçerli kılacak tutumların da kitleselleşmesine ihtiyacı vardır. Elitler, sayıca az oldukları ve görece diyaloğa daha açık oldukları için bir bilgi ve tutumu onlar arasında yaymak görece daha kolay olabilir (cedel kabiliyetleri ve bireysel çıkar güdüsü daha güçlü ve benzerleriyle daha iyi organize oldukları durumlarda daha zor da olabilir). Ancak elitlerin temsilcisi oldukları veya öncülük ettikleri kitlelerin ikna olması, zorlu ve uzun bir süreç gerektirebilir.
Burada iki aşamalı bir süreç var: Önce bu bilginin öngördüğü tutum topluma mal edilecek, sonra da etkili biçimde kullanılacak. Formül kolay görünüyor, ama konu nasıl yapılacağına gelince işler karışıyor biraz. Toplu davranışın hangi evrede (kaç kişi benimsediğinde) ve nasıl oluştuğu konusuna bakıldığında sayıyı oluşturan ana faktörlerin başında liderlerin rolünün önemli olduğu ortaya çıkıyor. Kitleleri, sorunlarının çözümünün nasıl olacağını bildiğine ikna edecek, çevresindekilere büyük güven veren ve mevcut imkânları en güzel şekilde seferber edeceği düşünülen liderler çıkarabilen topluluklar sorun çözmede daha kolay organize oluyorlar. Ama bazı toplumların iyi liderler çıkarırken, diğerlerinin niçin çıkaramadığını veya iyi liderlerden sonra neden toplum liderliğinin bir türlü dikiş tutturamadığını (İbn Haldun’un kulakları çınlasın) tam olarak bilemiyoruz. Yani toplumsal iş yapma kapasitesini teşkil etmede çok önemli rolü olan etkili liderlerin bu kapasiteyi grubu oluşturan üyelerin her birinin lehine olacak biçimde kullanacağının hem bilinen sabit bir yolu hem de benzer sonuç vereceğinin garantisi yoktur. 3 Burada da başarılı uygulamaların örnek alınmasının yanı sıra yeni icatlara da ihtiyaç var. Kuşkusuz olayın dikkate alınması gereken başka boyutları da var.
Bir sonraki yazı: Geri Kalmışlık Üzerine 4: Bireysel İyilik Hâli Toplumsal İyiyi Getirir mi?
Ömer Demir
ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümünden 1988’de lisans ve 1990’da yüksek lisans derecesi aldı. 1993 yılında Anadolu Üniversitesinde İktisat alanında doktorasını tamamladı, 1996’da doçent 2009’da profesör oldu. Üniversite dışında TÜİK, YÖK ve ÖSYM’de yönetici olarak çalıştı, TÜBİTAK bilim kurulunda görev yaptı. Halen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinde öğretim üyesi. İktisat metodolojisi ile iktisadın kurumsal yapılarla ilişkileri konusunda çalışmalar yapıyor.
On the other hand diyerek her bir seçeneğin karşısındaki durumu da dile getiren ekonomi danışmanı istemediğini ifade eden Amerikan başkanı Harry Truman’a ait “tek kollu iktisatçı istiyorum” sözü, bu alanda bir darbı mesel haline gelmiştir.↩
Görünmez kurumlar yeraltı örgütleri anlamında değil, özü itibariyle toplum içinde yerleşik düzenlilik arz eden tutum ve davranış kalıpları ve bilişsel yatkınlıklar anlamında kullanılmaktadır. Trafik ihlali yapan kişiyi tespit edip resmî makamlara bildirmek ile kural ihlali yapan kişiye ışık sinyali ile ilerde polis noktası olduğunu bildirmek arasındaki tutum farklılığı gibi. ↩
Burada başarı garantisi olan tek tip bir gelişme patikasından bahsedilemez. Güçlü liderlik, bir yandan bireylerin bir çatı altında toplanıp ortak irade gerektiren işlerde güç birikimi yapmalarını sağlarken diğer yandan liderin iradesi dışında olası tüm gelişme yollarının önünü tıkayabilmekte, bu da toplumu potansiyelinin altında bir iş görme kapasitesine mahkum etmektedir. Liderin aklına ve gündemine gelmeyen hiç bir şey oluş sahnesinde kendisine yeterince yer bulamamaktadır. Tersinden baskın lider figürleri olmayan bazı toplumlar, oluşturdukları güçlü kurumlar sayesinde kaynakları ortak faydayı büyütecek biçimde güçlü liderleri olan toplumlara göre daha etkin kullanabilmektedirler. Bu sebeple toplumsal başarılarda katkıda bulunan faktörler değerlendirilirken daima özgün bileşimlerin rolünü akılda tutmak ve özellikle etkileri kolay fark edilen liderliğin rolüne bakarken de her zaman bir alternatif maliyetinin olduğunun farkında olmak gerekir. Zira eldeki imkânlarla yapılabileceklerden şu veya bu sebeple yapılamayanların tespiti, (spor salonu yerine baraj yapılması veya otoban yerine okul yapılması gibi) yapılanları görmekten çok daha zordur. Güçlü liderlik dikkatleri daima yapılanlara çektiği için alternatif maliyetler dikkatten kaçar.↩