SOSYAL BİLİMCİNİN GÜÇLE İMTİHANI
Ömer Torlak –
Aynı konu müzakere edilirken iki farklı hukuk yorumunu ne çok duyar olduk. Benzer biçimde ne çok birbirine benzemez sonuçlar sunan kamuoyu yoklamaları sunuluyor bizlere. Aynı konudaki yorumlardan birinde toplumu ahmak yerine koyan sosyoloğa karşılık normun yanlışlığına yapılan vurgularla karşılaşıyor, birbirine benzemez değerlendirmeleri ile adeta birbirini aforoz eden ilahiyatçıları görüyoruz. Örnekleri artırmak tabii ki mümkün. İktisadi bir konuda iki uca savrulan yorumlar bugünlerde ne kadar da çok çıkıyor karşımıza. Bunları söylerken tabii ki yorum farkının çok ötesine geçen ve zorlama içeren bilimsel değerlendirmeden uzak farklılıkları ifade ediyoruz.
Böylesi farklı görüşler, ünlü bilim felsefecisi Feyerabend’in1Bilim felsefesine meraklı ve Feyerabend’i okumak isteyen okuyucular için: P. Feyerabend (1999). Yönteme Karşı. Çev. Ertuğrul Başer. İstanbul. Ayrıntı Yayınları.2bilim insanlarını bilimsel cendereden kurtarma yanındaki sıradan vatandaşları bilim insanlarının bilimsel cenderesinden kurtarma görüşü kapsamında değerlendirdiğimizde, elbette ayrı bir yazının konusu. Ancak tam burada şu kadarını ifade etmemiz yerinde olur: Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız ve bunlara yapılabilecek çok sayıdaki örnek, bazen Feyerabend’in sade insanların bilim insanlarının aklı karıştıracak farklı yorumlarına işaret ederken, bu yazıda konu etmek istediğimiz kısmıyla ise otoritenin etkisi ya da kişisel çıkar adına kasıtlı yorumları ifade ediyor.
Sağlık alanında ya da depremle ilgili farklı yorumlar da olmuyor değil şüphesiz. Onlar herkesin kolaylıkla yorum yapabileceği konular olmadığı için en fazla farklı görüşler arasından her birimiz kendi aklımızın erdiğince bir şeyler öğrenmeye çalışıyoruz. Bir yandan da farklı görüşleri alıyoruz ki, doğrudan hayatımıza mal olabilecek bir hata yapmamak istiyoruz çünkü.
Aslında iş dünyasında da pek çok sosyal bilimci makul olanı söylemek zorunda olduğunu bilir. Peki, o halde bir sosyal bilimciyi bilerek ve isteyerek yorum farkının ötesine geçerek gerçekliği çarpıtma noktasına getiren şey nedir? Bu soru üzerinde düşünmek ve sorumluluk üstlenmek kaçınılmaz diye düşünüyorum. Bu sorumluluk bilinci ile sosyal bilimcinin güçle imtihanına ilişkin kısa bir değerlendirmemi sizlerle paylaşmak istedim. Şayet sizler de niçin aynı konuyu böylesine birbirinden uzak noktada anlatan ve savunan bilim insanları var şeklinde düşünüyor ve sorunun cevabını merak ediyorsanız, yazının devamını okuduğunuzda cevapların sizin için ne kadar tatmin edici olup olmadığı da benim merak ettiğim konu olacak.
İnsanı merkezine alan ya da sonuçlarının insanı ilgilendiren boyutları bulunan bilimlerin tamamı sosyal bilimlerden ibaret değil. Jeoloji, yer bilimi, uzay bilimi, fizik, kimya, biyoloji, matematik, tüm mühendislikler ve sağlık hemen her bilim alanının çalışmaları ve ortaya çıkan sonuçlar doğrudan ya da dolaylı olarak insanı ilgilendiriyor tabii ki. Fen, sağlık ve temel bilimlerin uzun geçmişe dayalı bilimsel kabul görmüşlüğünü dikkate aldığımızda onların tamamının neredeyse sosyal meşruiyet kaygısı olmaksızın hareket ettiklerini söylemek mümkün. Tabii ki zaman zaman o alanlara ilişkin sızlanmalar, eleştiriler ve hatta karşı çıkışlar duyarız. Yıllara dayalı özgüvenleri o alanlarda çalışan bilim insanlarını tek tek insanlara ve topluma karşı daha korunaklı ve hatta üstenci bir tutuma sürükler. Çünkü doğrudan insanın ve toplumun kendilerine muhtaçlıklarının daha fazla farkındadırlar.
Oysa sosyal bilimcinin birey ve toplum nezdindeki konumu sürekli savunmacı pozisyonunda bir görünüm arz eder. Bu durumun oluşması kısmen sosyal bilimlerin bilim olarak meşruiyetlerini ispatlamak için uzun yıllar temel bilimlerin yöntemlerine mahkûm bırakılmış olmasından kaynaklanırken kısmen de birey ve toplumun sosyal bilimlere kendini mahkûm hissetmemesi sebebiyledir. Hatta yönetici elitler sosyal bilim alanlarına ilişkin düzenleme, değişiklik ve tamamen yeniden yapılandırıcı kural ve normları kendi tekellerinde görmeleri yüzünden sosyal bilimleri kendi karar ve uygulamaları için destekçi görmeyi adet edinmiştir.
İnsanlık tarihi bir hastalık karşısında tedavi sağlayan hekim ve eczacıları, barınacakları yerleri inşa eden ya da makineleri icat eden mühendisleri, lekeleri çıkaran ürünleri geliştiren veya araçlardaki sürtünmeyi artıran lastikleri üreten kimyacılara neredeyse saygıda kusur göstermezken, ilahiyatçıları kendi kararlarını destekleyecek fetva vermeye, hukukçuları kendilerine ayrıcalık sağlayacak norm oluşturmaya, sosyologları kendi stratejilerini destekleyen açıklama yapmaya, ekonomistleri kendi uygulamaları için teorik zemin oluşturmaya, iletişimcileri ikna edici içerikler üretme yanında gerektiğinde eğriyi doğru algılatabilecek işler yapmaya, tarihçileri mitolojik içerikler yoluyla kendi propagandalarına destek vermeye teşvik eden nice örneklerle doludur. Kitle iletişiminin gelişmiş olması, insanların küresel ölçekte gelişmelerden çok daha kısa sürede haberdar olması, pek çok konuda her geçen gün daha fazla duyarlı hale gelmesi ilk bakışta sosyal bilim alanlarına ilişkin geçmişte olmuş olanlar gibi fazlaca manipülasyonun olmayacağı izlenimi verebilir. Ancak görünen o ki, insanın duyguları, efsanelerden beslenen hâlleri, popülizmi politik arenada ve hemen her sosyal ortamda hâlâ geçerli ve etkili bir yaklaşım olmaktan uzaklaştırmamaktadır.
Kamuoyu yoklamalarını gerçekleştiren çok sayıda insan ve şirket bunları yaparken bilimsel yöntem kullandığını bize söyleme ihtiyacı hissediyor. Kendi itibari değerini oluşturup koruyabilmesi için de zaten bunu yapmak durumunda. Seçim sonuçlarını ne denli doğru tahmin edebildiği ölçüde itibarını koruyabiliyor. Araştırmalarda görev alan istatistikçi, işletmeci, iletişimci ve diğer pek çok sosyal bilimci de kendi bireysel itibarları bakımından bunu yapmak durumunda olduğunu biliyor. Buna rağmen medyada, televizyon ekranlarında, sosyal medyada birbirinden çok farklı seçim anket sonuçları ile karşılaşabiliyoruz. Üstelik seçimlerde ortaya çıkacak genel sonuçtan kopuşu da dikkate almak suretiyle bunlar yapılabiliyor. Yani, aslında itibari değerin göz ardı edilebilmesi bir yana, var olan gerçekliğin, sebep ne olursa olsun, çarpıtılmasını göze alabilecek bir durumdan söz ediyoruz. Bu sonuçlara bakarak sosyolog, iletişimci, hukukçu ve siyaset bilimci çok sayıda sosyal bilimcinin de gözünü sakınmadan kendine göre yorum yapabildiklerine tanıklık edebiliyoruz. Bir kısmının görünür olabilmek adına bunu yapması söz konusu iken önemli bir kısmının da gücün karşısında bireysel bir sınav verdiklerini biliyoruz. Gerçekliği savunabilecek olan çok sayıdaki sosyal bilimcinin ise ekranlar veya platformlarda yer almak istemediği ya da yer alamadığını da görüyoruz. Bu bağlamda bu yazıda söylediğimiz her konuya ilişkin sorumluluğunu yerine getirme çabasındaki sosyal bilimcinin hakkını teslim etmek de bizim sorumluluklarımız arasında.
Yeniden bir sosyal bilimcinin dün de bugün de ve muhtemelen yarın da güç ve otorite karşısındaki imtihanına dönecek olursak, sürecin geçmişten bugüne ve muhtemelen yarınlara benzer biçimde devam edebileceğine ilişkin öngörü nasıl açıklanabilir?
Öncelikle şunu söylemek mümkün diye düşünüyorum: Bir şirket için bile ticari kaygı ile gerçekliği doğru açıklama kaygısı duyan ve böylesi bir duyarlılıkla hareket eden sosyal bilimci, gücün etkisinde genel kamuya karşı söylenen her ne varsa toplumsal hafızanın hızla unuttuğu tecrübesine yaslanabilmektedir. Nice sosyal bilimci kayıtlardaki söylemlerine rağmen, kolaylıkla gücün etkisi ile yön değiştirebilmekte ve bir şekilde kendisine yeni alanlar bulabilmektedir. Bu noktada maalesef akademik camianın bu tür konulara ilişkin geçmiş birikiminin çok masum olmadığı ve hatta güç karşısında değişen örneklikleri teşvik etmiş olması ve hâlâ devam ediyor olmasını anmak gerekir. Böylesi alışkanlıklar sosyal bilimcilerinin bir kısmını başkaca güçler söz konusu olduğunda da riyakârca davranmaya hızlıca yönlenmesinin önünü açmaktadır.
İkinci olarak, sosyal bilim alanında kişinin öne çıkması, görünür olması çok kolay olmadığı için, güce teslimiyet sayesinde kendisinin daha görünür olabileceği beklentisinden söz edebiliriz. Öyle ki, bir ilahiyatçının, iktisatçının ya da tarihçinin mevcut birikimi ve söylemleri ile öne çıkamayacağını bildiği için kendisini gücün sesi haline getirmesi kendisine bu açıdan beklediği fırsatı yakalama şansı sunabilir.
Bilgisi dâhilinde herhangi bir iktisadi politikanın ortaya çıkarması neredeyse mümkün olmayabilecek sonuçları ortaya çıkarabilecek tek politika olarak otoritenin belirtmiş olduğu politikanın savunucusu hâline gelebilmesi, itikadi açıdan problemli olduğunu düşündüğü bir görüşe ters olsa bile herhangi bir konudaki karar ya da uygulamanın arkasında durması, hukuk normlarına aykırı biçimde tartışmalı bir karar veya uygulamayı savunmak durumunda kalması, manipülasyonu bilerek iletişim sürecinin bir parçası olması, tarihi gerçekliklerin hamaset ya da popülizme alet edildiğini bilmesine rağmen ses çıkarmaması, sosyal bilimcinin farklı açılardan imtihanının sadece birkaç örneği. Bu örneklere ilave edilebilecek çok sayıda örnek olabileceğini sanırım anlayabiliriz.
Peki, tüm bu ve benzer durumları kişisel çıkar ya da güce adanma adına yapabilen sosyal bilimcinin gerçekleştirmiş olduğu bir araştırma sonucu ya da teorik çerçeve çizmeye çalıştığı bilimsel çalışmalarını aynı yöntemle yapması halinde başarılı olması mümkün müdür? Daha somutlaştırırsak, elde edilen verileri metodolojik açıdan destekten yoksun bir biçimde sunduğunda, çalışmasını teorik çerçeve bağlamında ilişkilendirme ihtiyacı duymaksızın hareket ettiğinde bunları yayınlatabilir mi? Bu soruların cevapları da elbette bağlamı içinde verilmelidir.
Editör ve yayıncısı ile ilişkisini güce dayalı gerçekleştiren bir sosyal bilimci kısmen bu tür işler yapabilir. Ancak bu durumda bu dergiler ve yayınların akademik camia tarafından kabul görme şansı neredeyse sıfır olacaktır. Kapalı devre şeklinde çalışabilen bazı yayın platformlarında kısmen karşılık bulabilecek bu ve benzeri çabaların doğal bağlamı içinde karşılık bulması ise mümkün değildir. Bu noktada şu hususa da değinmek uygun olur. Baskın görüşlere karşılık aykırı görüşlerin akademik camiada yer alması hususunun -bu yazının konusunu teşkil eden gücün etkisinde çarpıtıcı işler yapmanın dışında yer alan gerçek anlamda bir sosyal bilimcinin makul gerekçelerle gerekçelendirmeye çabaladığı çalışmaları istisna ederek- kolay olmadığını da kabul etmek gerekir.
Sosyal bilimcinin güç ile imtihanı derslerinde kendisinin dersi ve sınavına girdiği ya da lisansüstü tezini yönettiği öğrencisinin gözündeki konumu bakımından da önemli olsa gerektir diye düşünüyorum. Ekranda ya da herhangi bir platformda gördüğü hocasının derslerde ya da danışmanlık yaparken söylediklerinin tam tersi sayılabilecek söylemini dinleyen veya iddiasını desteklemekte zorlandığını gören öğrencilerine karşı sosyal bilimcinin hâli nicedir diye sormadan geçemiyoruz. Yazmış olduğu bir makale ya da kitaptaki görüşlerini okuyup da onu ekranlarda izleyen bir okuyucusunun karşısında bu görüşleri neredeyse inkâr anlamına gelebilecek bir hukukçu, iktisatçı, işletmeci, iletişimci, ilahiyatçı, tarihçi, edebiyatçı, özetle bir sosyal bilimcinin nasıl değerlendirileceğini bir düşünelim. Hoş biz böyle düşünürken kim bilir kendisi ne kadar da iyi bir şey yaptığını düşünüyor olabilir. Yani onun adına izleyici, okuyucu ya da dinleyiciler boş yere telaşa kapılıyor olabilir.
Bir sosyal bilimci olarak kendi adıma bigâne kalamadığım için yazma ihtiyacı duydum. Umarım sizi yormamışımdır ve umarım okuduğunuza pişman olmamışsınızdır.
Vitrinde olanlar sosyal bilimcileri temsil etmiyor çok şükür. Peki, farkı nasıl daha iyi anlayabiliriz diye bir soru duyuyor gibiyim. Öğrencisi olanlar zaten kendilerini biliyor. Onları ayrıca yazılarından takip etmek lazım. Yani işini iyi yapan sosyal bilimciyi bulabilmek ve anlayabilmek için iyi okuyucu olmak önemli.
Onların da güçle imtihanı böyle maalesef. Vitrine çıkmalarının önünde engeller var. Zira güç ve otorite sahipleri çoğunlukla onların gerçeği ifade etme çabalarından haz etmiyor. Onlar da bunu kendilerine dert etmiyor, işlerine odaklanıyor. İyi ki de öyle oluyor.
Ömer Torlak
1961 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden 1982 yalında mezun oldu. 1984 yılında yüksek lisans ve 1991 yılında doktora derecelerini pazarlama alanında İstanbul Üniversitesi’nden aldı. 1996 yılına kadar özel sektörde çalıştı. 1996 yılından itibaren Kırıkkale, Eskişehir Osmangazi ve Çankırı Karatekin Üniversitelerinde görev yaptı. KTO Karatay Üniversitesi’nde rektörlük ve Rekabet Kurumunda başkanlık görevlerinde bulundu. TÜBİTAK Bilim Kurulu üyeliği de yapan Torlak, pazarlama ahlakı, pazarlama tarihi, tüketim kültürü, tüketici davranışları ve pazarlama araştırmaları alanlarında çalışmalarını sürdürmekte ve halen İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde çalışmaktadır.