“AH BU, (BEN HARİÇ) KAHROLASI BİZ” SENDROMU
Ömer DEMİR –
İnsanlar hem bireysel düzeyde hem de topluluk olarak genelde olumlu özelliklerini daha çok öne çıkarırlar. “İnsan hafızası da kendine ait iyi hatıraları daha fazla hatırlamada yanlı davranır” der bilişsel psikologlar. Buna temel neden olarak, bireyin zorluklar karşısında kendisini güçlü hissetmesini, sorunlara rağmen yaşamaya devam etmesini sağlamada kendine güvenin gözle görülür olumlu katkısının olması gösterilir. O sebeple zorluklar karşısında pes etmemek, ele güne muhtaçlığını hissettirmemek, kendine acındırmamak, bu manada daima “kuyruğu dik tutmak,” “kol kırılsa bile çaktırmadan yen içinde kalmasını” sağlamak tecrübeye dayalı en popüler hayatta kalma stratejileri arasında yer alır. Geleneksel “sen yaparsın edersin, aslansın, kaplansın” telkinlerine paralel olarak tüm pozitif psikoloji yöntemlerinin sonu, çoklu zekâ ortamında herkeste gelişmeye açık bir “öz” bulunduğu varsayımına dayalı olarak, bir şekilde “başarısızlık seni yıldırmasın kamçılasın, kendine güven, denemekten korkma, başarılar hayal kırıklıkları üzerinde yükselir” benzeri önerilere çıkar. Bunun sonucu, yaygın olarak bireysel mukayesede kendisini toplumun diğer bireylerinden, genel mukayesede ise kendi toplumunu öteki toplumlara göre üstün gören etnosentrik bir bakışın yeşermesidir.
Bu girişin, yazının başlığına hiç uymadığını hemen fark etmişsinizdir. Haklısınız, zira bu yazıda tam tersi bir durumu, yani sosyal psikologların tersine etnosentrisizm dedikleri (reverse ethnocentricism) “kendi toplumunu aşağılama” durumunu, biraz dar bir çerçevede ele alacağız. Kim, niye kendi toplumunu aşağılar ki demeyin! “Kaç ben vardır benden içeru,” Allah bilir.
Özgüven Olmadan Olmaz
Birey hayattan kopmasın, zorluklar onu yıldırmasın, yaşadığı topluluk içinde gördüğü olumsuzluklar onu topluluğundan koparmasın diye verdiğimiz bireysel veya toplumsal özgüven oluşturma telkinleri, sonunda hatalarını görmeyen, hatta hata yapabileceğini pek düşünmeyen, hep kendini haklı gören, kendinde hiç kusur bulmayan, çocukken şımarık, büyüyünce de burnu havada narsist bireylerin ortaya çıkmasına sebep olur. Çoğunluğu bu tür düşüncelere sahip bireylerden oluşan bir topluluk, kısa sürede başkalarından öğreneceği hiçbir şey olmadığını düşünen, burnundan kıl aldırmayan kibirli bir topluluk haline gelir. Kendine güvenmek iyi bir şey, ama diğer herkesin aynı şekilde kendine güvendiğini bilmek, sizin başkaları hakkındaki küçümser görüşlerinizin benzerlerinin, başkalarının zihninde de sizin hakkınızda olduğunun farkına varmak, aşırı güvenin negatif sonuçlar üreten etkisinin hızını kesen bir fren işlevi görebilir. Bunu sağlamak için de kendine güvenden taviz vermeksizin zaman zaman durup özeleştiri yapmak suretiyle kendi durumunu muhasebe etmenin iyi bir şey olduğu salık verilir.
Başta söylediğimiz gibi insanın doğal eğilimi, kendisini ve grubunu ötekilere üstün görmektir. Bunun bireyin zorluklar karşısında hayata tutunmasına, olumsuz durumlara rağmen grubuna sadakat göstermesine katkı sağladığı için yaygın meşruiyet bulduğuna dikkat çektik. Bu eğilimin katı biçimde beslenmesinin sonunda şımarık, ukala, fanatik, narsist ve despot bireyler çıkarma ihtimali çok yüksek. O sebeple tevazu her toplumda daha çok ileri gidenlere, yükselenlere kendilerini frenlemeleri umuduyla dile getirilen çok kıymetli bir tavsiyedir. Tevazunun bir adım sonrası da, başkalarının da yapıp ettiklerini değerli görmektir. Bu durumda hep övünmek yerine, yeri geldiğinde kendisini eleştirebilmek, hatalarını görüp düzeltebilmek, bu süreçte başkalarının tecrübelerinden de istifade edebilmek için özeleştiri iyi bir haslet olarak öne çıkar.
Özeleştiri İyi Bir Şey, Ama Yapılırsa
Özeleştiri, özünde, hayat serüveni içinde son tahlilde bir muhasebe yapıldığında artılarının çok olduğunu veya bundan sonra telafi edecek kadar çok olacağını düşündüğü için yanlış yaptığının ortaya çıkmasından korkmayan cesur insanların işidir. Özeleştiri, bireyin hata yapabileceğini kendisinin fark etmesinin, üstüne üstlük fark ettiğini de açıktan itiraf etmesi nedeniyle iyi bir olgunlaşma göstergesi olarak görülebilir. Ancak özeleştiri, salt kendisini kötülemek değildir. Zira kendini kötüleyerek, kötü göstererek genelde iyi sonuçlara ulaşılamaz. Tersine, hatalarını fark edip onlardan kurtulmak için yeni yollar arama cesareti gösterdiği ölçüde takdir görür.
Öte yandan özeleştiri yapan kişi, görece daha kolay bir yöntem olan hatayı başkalarına yüklemek yerine kendisini sorgulama yolunu seçtiği için zor bir işe kalkışmış olur. Özeleştiri yapan dolaylı biçimde “kendimi düzelteceğim, hatalarımın olumsuz sonuçlarını olabildiğince telafi edeceğim” demiş olur. O sebeple özeleştiriye konu olan olumsuz sonuçlardan etkilenenler için kısmi bir tazminat müjdesi içerir. Tam da bu sebeple övgü alır. Övgü almak herkesin arzu ettiği bir şeydir ama özeleştiri olumsuz sonuçları sahiplenmeyi gerektirdiği için sadece övgü almayı değil, sorumluluk üstlenmeyi de gerektirir. Sorumluluk üstlenmek de az ya da çok bedel ödemeyi zorunlu kılar. O sebeple her insan topluluğu içinde görece az sayıda kişi özeleştiri yapma yolunu seçer. Dolayısıyla bu sayının azlığının sebebi, hem hata yapmış olmayı kendi kendine kabullenmenin bilişsel ve psikolojik maliyetlerinin (yanlış yapmış olmayı düşünmenin verdiği acı veya bunun kendine güvende açtığı yaralar vs.) hem de bunu açığa vurmanın getireceği ilave yükleri (özür dilemek durumunda kalmak; hatalı olmuş olma nedeniyle açık veya örtük biçimde kınanmaya maruz kalmak; yaptığı hatalar yüzünden maddi manevi tazminatlar ödemek vb.) göğüslemenin zorluğudur. Bedel kesin, getiri tahmini olduğu için ortalama bir insan davranışı, hem hata yaptığının fakında olmayı arzulamaz, hem de bir şekilde farkında olursa da açığa vurulmasını değil gizli kalmasını sağlamaya çalışır. Bu sebeple tüm bu maliyetleri göze alarak özeleştiri yapan kişi yarı kahraman olarak takdir görür.
Aşağıdaki Bizim Hikâyemiz, Somurtarak veya Kızarak Değil Gülümseyerek Okuyalım!
Öte yandan kişi hem kendini övmekten vazgeçmeyip hem de öz eleştiri yapıyor olmanın keyfini sürmek isterse, yani bedel ödemeden özeleştiri yapmak isterse ne olacak? İşte onun da imdadına, bu yazının konusu olan, tersine etnosentrisizm yetişiyor. Lütfen bundan sonrasını, kızarak değil gülümseyerek okuyalım. Çünkü bu ağırlıklı “bizim” hikâyemiz. Niye bizim? Göreceğimiz üzere tersine etnosentrisizm hayatını boşu boşuna geçirmiş, kendisine verilen imkânları çarçur etmiş, başarılı olamadığı için de kendini eleştiren bireylerin işi değildir. Çünkü başlığımızı oluşturan “ah bu, (ben hariç) kahrolası biz” sendromu toplumun her kesiminde görülebilir ama daha çok kendisini grubuna kıyasla başarılı olarak görenler arasında gözlenir. Bu yazıyı okuyanların böyle bir grup olduğu varsayımıyla “bizim hikâyemiz” diyorum. Zaten bu yazıyı okumayacak olanları burada çekiştirmenin bir âlemi yok!
Ana tezimiz şu: İçinde yaşadığı, ana veya alt kimliğini oluşturan topluluğu, kabulü zor genel yargılarla mahkûm ederek eleştirenler, bunu ancak kendilerinin istisna olduğunu varsayarak yaparlar. Bu yönüyle bu tarz bir “biz özeleştirisi” samimi bir muhasebe değil, “ben çok iyi birisiyim ama gel gör ki içinde yer aldığım grup öyle değil” imasında bulunur. Konuyu netleştirmek için bazı hayali sorular sorarak ilerleyelim.
Bir kişi “Biz Türkler lafta iyi ama icraatta çok kötüyüz” dediğinde sizce muhatabına samimi bir itiraf olarak kendisinin iyi konuşan, ama kötü icraat yapan birisi olduğunu mu söylemek istiyor?
“Biz Müslümanlar bize verilen dünyaya örnek modeller ortaya koyma fırsatını kaçırdık” diyen bir Müslüman entelektüel, kendisinin insanlara örneklik teşkil edecek uygulamalar önermekte acz içinde olduğunu, bu yönüyle hayatının boşa gittiğini mi söylemek istiyor?
“Akademik hayatımız verimsiz, akademisyenler ilmin değil, idari pozisyonların peşinde koşuyor” kabilinden bir camia eleştirisi yapan kişinin, hemen akabinde bu durumu teyiden kendi yaptığı kulislerden ve onları yaptığı için duyduğu pişmanlıktan örnek vermesini bekler miyiz? Ya da yeni açılan bir üniversiteye yeni giren bir doktor öğretim üyesinin “yeni açılan üniversiteler yoluyla seviye çok düştü, üniversitelerimizin ortalama öğretim elemanı profili ne yazık ki çok kötü” dediğinde, arkasından “bunu nereden mi biliyorum, çünkü ben de ancak bu sayede üniversiteye intisap edebildim” deme ihtimali ne kadardır?
Bir eski milletvekili, bakan, müsteşar yahut genel müdür “arkadaşlarımız çok yanlış işler yapıyorlar” dediğinde arkasından “ben de yönetici olarak çalışırken şu şu şu yanlış işleri maalesef yaptım. Bir daha imkân olsa kesinlikle yapmam” dediğini duydunuz mu? (Vefasızlık yapanlara hayıflanmak hariç ben pek duymadım 😀). Aslında, bu özeleştirinin sahibinin “ben hep doğru zamanda doğru işleri yaptım, yanlışlarımız da olmuş olabilir (ama ben hatırlamıyorum), fakat şimdi görev başında olanlar çok kötü” demek istediğini sezersiniz.
Bir iş adamı “rüşvetsiz iş yapılamaz oldu, ortalık ahlaksızlıktan geçilmiyor” dediğinde “siz bakmayın benim masum masum durduğuma, işlerimin çoğunu rüşvetle yapıyorum” demek istemiş olabilir mi? Tersine muhtemelen “diğerleri bozulmuş ama ben aralarında sapasağlam duruyorum”u mu ima eder?
“Biz” ile başlayan eleştirilerin tamamına yakını kendisini dışta gören ama içinde yer aldığı grubu yerine göre beceriksiz, hatalı veya suçlu gören bir çehre kazandığında, işte buna bu yazıya konu olan tipik bir “biz eleştirisi” diyebiliriz. Bunu çevreci ve geleneksel mimari taraftarlığının imaj rantından istifade etmek için “ülkeyi beton yığınına çevirdik” deyip modern sitelerde oturan; “ülkenin her tarafına üniversiteler açıldı, eğitim yerlerde sürünüyor” deyip, burada yeterli puan alamayan çocuğunu sınavsız öğrenci kabul eden yurtdışı üniversitelerde bir yıl okutup sonra Türkiye’ye yatay geçiş yaptıran; “ahh kahretsin torpilsiz iş yaptırılmıyor” deyip konu değiştiğinde “falan yerde bir tanıdık var mı?” diye soran ve yakınları için bulduğu her fırsatta aracılık yapan; “devlet devlet değil ki, her tarafı dökülüyor” deyip fırsat bulduğunda vergi kaçıran kişinin bu “biz eleştirisi” içi boş bir eleştiri olmaktan öteye gidemez.
Ah Bu Kahrolası Biz!
Bu “biz eleştirisinin” kanaatimizce aşırı özgüven, kendini istisna etme, “öteki”nden itibar görme ve havalı karamsarlık olmak üzere başlıca dört dikkat çeken unsuru var. İlk olarak, yukarıda izah edildiği üzere lafzi olarak kendisini de içinde tutar bir üslupla “biz” diyerek, ancak bedel ödemeye hazır cesur kişilerin yapabileceği bir özeleştiri yapılıyor olması, yapan için yüksek bir özgüven göstergesi olduğu gayet açık. Diyebiliriz ki, eleştiri sahibi yaptığı suçlamaların kendisine yapışmayacağından emin olacak kadar özgüveni yüksek. Hatta gerektiğinde grubunu karşısına alabilecek kadar da cesur. Bu kadar özgüven az kişide bulunur. Dolayısı ile seçkin bir kişi.
İkincisi, eleştiride kullanılan rahat dil ve eleştirinin keskinliği (başlıktaki kahrolası vurgusu buna atıf yapıyor) oranında eleştiren, aslında kendisini sahnenin dışında tutuyor. “Kendisini dışarda tuttuğunu nereden biliyoruz?” diye sorabilirsiniz. İşte bu yazının temel iddiası, olağan iletişim dilinde bu şekilde keskin bir niteleme ve ağır suçlamaları kişi kendisini de dâhil ederek dile getirmez. İçinde bulunduğu gruba yönelik eleştiriyi, kendisine somut bir fatura çıkarmadan yapıyorsa, bunun başka bir anlamı olması gerekir. Yani Temel’den “bütün Temel’ler aptaldır” demesini pek beklemeyiz, diyorsa mutlaka başka bir muradı vardır. En kötü ihtimalle tüm zekâsına rağmen kandırılmasına hayıflanıyordur! Temel ve aptallık, tövbe tövbe!
Hatta aslında özeleştirici “biz” derken kendisini dışta tuttuğundan o kadar emindir ki, “ben dâhil” derse, etraftan “estağfurullah” seslerinin yükseleceğinden hiç de kuşkusu yoktur.
Bu bağlamda bir topluluk içinde negatif içerikli bir genelleme yapılacağı zaman, o an söze muhatap olan grup mensupları alınmasın diye zaman zaman eleştiriden önce giriş cümlesi olarak “sözüm meclisten dışarı” diyerek konuşulan mecliste bulunanların tümü istisna haline getirilir. Zira mecliste bulunanlardan bunu kendine yakıştırmayanlar itiraz edebilir, keyifli bir özeleştiri yarım kalabilir. Söz meclisten dışarı bile demeden yapılan suçlayıcı özeleştiri, ancak örtük olarak kendisi dışta tutulduğunda, olağan bir iletişimin parçası haline gelebilir. Aksi taktirde özeleştiri kendisini suçlamaya dönüşür. Bu bağlamda düşünüldüğünde, yukarıda verilen örneklerden hangisindeki “biz eleştirisi” konuşan kişiyi de içine alıyor dersiniz?
Üçüncüsü, “biz”e yöneltilen eleştiri, çoğu zaman “biz” dışındakilerin gözünde ilgili eleştiri sahibine itibar kazandırma potansiyeli taşır. O sebeple “biz”in dışındakiler, “bak içerden birileri bunu söylüyorsa gerisini sen düşün” tavrıyla eleştirinin makuliyetini hiç sorgulamadan hemen benimser ve eleştiri sahibine böyle bir imkân oluşturduğu için hatırı sayılır bir “dürüstlük” payesi verirler. Bu itibar, “ne tam onlardansın ne bizden” türünden ve geçici bir itibardır; ama olsun, itibar itibardır. Sonuçta tanımı gereği dışındakilere çok sevimli görünen “biz eleştirisinin” kendine özgü bir itibar rantı vardır. O sebeple “biz” eleştirisi yapan, kendisini istisna tuttuğundan tam emin olduğunda, daha keskin bir dil kullanır ve ağırlıklı olarak “biz” dışındaki mecralarda daha çok boy gösterir. Kibarca anlat bakalım “Siz ne kadar kötüsünüz?” diye bir mikrofon uzatıldığında, dilinin bağı çözülür, adeta bülbüle döner.
Dördüncüsü, eleştiri, özünde iyiyi ortaya çıkarma gibi masum bir amaç taşısa da son tahlilde yanlış işler yapıldığını ilan ettiği için iyimserlikten ziyade karamsarlık yayar. Doğru diye yanlışların yapıldığını görmek, kimseye işler yoluna giriyor veya girecek yönünde bir iyimserlik duygusu vermez. Başka bir yazıda detaylı biçimde ele aldığımız gibi 1 diğerleri iyimserken karamsar olmanın kendisi çok havalı bir şey. Çünkü karamsarlık kendini değil diğerlerini düşündüğünü ima eden gizemli bir cazibe taşır: “Siz gülüp eğlenin ama benim kaygım kendim değil, sizlersiniz”i ima eder. İlk üç maddeye başkalarının iyimser olduğu yerde karamsar olmanın dayanılmaz cazibesini de eklediğimizde karşımıza cillop gibi “ah bu, (ben hariç) kahrolası bizler” sendromu çıkıveriyor.
Tüm bu sebeplerle “biz eleştirisinin” “ben eleştirisi” ile kıyaslanmayacak bir cazibesi sözkonusudur. O yüzden müşterisi görece az olan ve faturayı tek kişinin ödediği “ben eleştirisi” yerine kendini istisna tutup ötekileri topun ağzına veren “biz eleştirisi” daha yaygın yapılır.
Aslında bu sendromun yaygınlaşmasında ironik bir durum var. Yukarıda söylenenleri veri aldığımızda, ne kadar çok kişi bu “biz eleştirisini” yaparsa o kadar kişi kendisini eleştirinin kapsamı dışında görüyor demektir. Bunun mantıksal sonucu ne kadar çok kişi bu eleştirinin dışında kalırsa “biz”in bu eleştiri karşısındaki fiili durumu o kadar iyi demektir. Yani eleştiriyi yapan kişiler kendilerini eleştiriden muaf tutuyorlarsa, ne kadar çok “biz eleştirisi” yapan varsa o kadar çok istisna olduğu için, aslında eleştirinin içi de tümüyle boşalıyor demektir. Sonuçta hepimiz “kahrolası biz” dersek, bu bir eleştiri değil, sevimli bir slogan, hatta tempolu söylersek müzik bile olabilir!
Ama ben yine de bu mantıksal çıkarıma değil, gramatik anlama önem verme taraftarıyım. Kuşkusuz kişiler içlerinde kendilerinin de bulunduğu grubun hata, eksiklik veya yanlışlıklarına dikkat çekecek özeleştiriler yapabilirler. Bu yazının amacı böyle bir eleştirinin yolunu tümüyle kapayan bir biz eleştirisi kritiği yapmak değildir. Asıl amaç, biz eleştirisinin sonuç vermesi ve “biz” içinde kalan muhataplarında eleştiriden beklenen olumlu etkiyi yapabilmesi için, eleştiriyi dile getireni örtük biçimde dışta tutarak gerçekçilikten uzaklaşan bir eleştirinin negatif sonuçlarına dikkat çekmektir. Bu sebeple beni de içine alan bir “biz eleştirisi” duyduğumda, yapanın “tövbe” durumuna bakıyorum. O kişi aynı zamanda bireysel bir “tövbekâr” ise can kulağı ile dinliyor, anlamaya çalışıyor ve saygı duyuyorum; değilse öz tatmin veya itibar rantı peşinde koşan kişiler grubuna ekleyerek gülüp geçiyorum.
Ömer Demir
ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümünden 1988’de lisans ve 1990’da yüksek lisans derecesi aldı. 1993 yılında Anadolu Üniversitesinde İktisat alanında doktorasını tamamladı, 1996’da doçent 2009’da profesör oldu. Üniversite dışında TÜİK, YÖK ve ÖSYM’de yönetici olarak çalıştı, TÜBİTAK bilim kurulunda görev yaptı. Halen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinde öğretim üyesi. İktisat metodolojisi ile iktisadın kurumsal yapılarla ilişkileri konusunda çalışmalar yapıyor.