ÇANAKKALE SAVAŞI YORUMLARINDA GÖZDEN KAÇANLAR
– Zeynep Burcu Uğur
Bugün (19.03.2022) oğlumun okulunda Çanakkale Zaferinin yıl dönümü dolayısıyla bir tören düzenlendi. Oğlumun da bir şiir okuyacağı törene heyecanla gittim. Tören çok güzel planlanmıştı. İlkokul 2 ve 3. sınıflar çok büyük emekler vererek çok güzel performanslar ortaya koydular.
Öncelikle Çanakkale Destanının çocuklarımıza anlatılmasını çok önemli gördüğümü ve o günkü şartlarda askerlerimizin fedakârlıkları sonucu bugün bizim bu satırları yazabiliyor veya okuyabiliyor olduğumuza işaret etmek isterim. Hepsine minnettarız.
Ancak bu yazıda olayın başka bir yönüne, 107. senesini kutladığımız bu Zafere dair bazı vurgularımızın bizi yanlış bakış açılarına yönlendirme ihtimaline değinmek istiyorum.
Birincisi, gösteride savaşın kızıştığı zamanlarda askerlerin çok az yiyeceği kaldığı, bazı günler sadece kuru ekmek yedikleri anlatıldı. Bir süre sonra bütün un ve buğdayın bittiği ve bu duruma rağmen savaşa devam ettiklerinden bahsedildi. Diğer teatral performanslarda askerlerin kıyafetleriyle de hissettirilen Osmanlının çok yoksul olduğu vurgusuydu. Bu tarihsel olarak diğer bilgilerle de uyuşuyor. Evet, Osmanlı gerçekten o dönemde ekonomik açıdan olduğu gibi askerî açıdan da Batıdan çok geride idi. Buraya kadar bir sorun yok, bu bir durum tespiti. Yoksulluğa rağmen elde edilen başarının vurgulanmasını topluma ümit vermesi açısından çok önemli bulduğumun altını çizmek isterim.
Oğlumun okuduğu şiir de şuydu:
Çelik medeniyetinin, çelik ruhlu insanları
Çelikten silahlarıyla geldiler.
Kimi yamyam, kimi Hindu, kimi bilmem ne bela
Çelik ruhlarıyla ve çelik bedenleriyle
Ölüm yağdırdılar Çanakkale’de
Garbın mazlum evlanın tek silahı iman dolu göğsüydü
Yoktu başka hiçbir silahı
Burada iman dolu göğüsleriyle şehit olan askerlerimizin hatırasına saygısızlık etmemeye çalışarak şu soruyu sordum kendime: Neden Osmanlı askerlerinin de çelikten silahları yoktu? İkincisi, iman dolu göğsü olanların beraberinde çelik silahların olması imkânsız mı?
İnsanın sonsuz güç sahibi olan Allah’a iman ile çok büyük güç elde ettiğine dair bir şüphem yok. Fakat acaba 107 yıl sonra Osmanlı’nın yoksulluğu sebebiyle Çanakkale’de verdiğimiz canları olumluyor olabilir miyiz diye sormadan edemedim. Diğer bir ifade ile örtük olarak yoksulluğu kutsuyor ve çocuklarımıza yanlış bir mesaj veriyor olabilir miyiz? Bunu sadece bir tiyatro gösterisi dolayısıyla söylemiyorum. Genel itibarıyla dinî hassasiyete sahip insanlar arasında gözlemlediğim bir bakış açısı, “imanımız olduktan sonra yoksul olalım sorun yok” gibi özetlenebilir. Hâlbuki iman ile maddi refahtan birini seçmek zorundayız gibi bir bakış açısı aslında bir zihinsel yanılgı. İki alternatif daha var, iman ve maddi refahın bir arada olduğu ve iman ve maddi refahın her ikisinin de olmadığı.
Bu minvalde İstiklal Marşından da bir mısra alıntılamak istiyorum: “Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın”
Çocuklara ve gençlere barış zamanında verilmesi gereken mesaj, acaba “siper et aklını dursun bu hayâsızca akın” olabilir mi?
Çünkü zihin dünyamızda özellikle asrımızda savaşın sadece gövdenin siper edilmesi ile kazanılacağını düşünüyorsak, aslında toplumsal olarak kendimizi yenilgilere hazırlıyor olabiliriz.
Bu noktada Allah’ın yardımıyla zayıf olanın güçlü olanı yenebileceğine dair güçlü eleştirilerinizi duyuyor gibiyim. Hemen aklımıza da Kuran-ı Kerim’de geçen Hz. Davut ile Calut’un savaşı gelebilir. Hz. Davud genç ve küçük, Calut ise çok çok büyük ve güçlü ordulara sahip imiş. Fakat Hz. Davud, attığı bir sapan taşını gözüne tam isabet ettirmesiyle Calut’u öldürmüş.
Eski asırlardaki insanların bu kıssadan hissesi Hz. Davud’un cesareti olabilir, fakat bizim asrımıza bakan yönü de imkânsız gibi görünen şeyleri imkânlı hale getiren teknolojik gelişmeler olabilir. Demek istediğim, Hz. Davud’un attığı sapan taşını rakibinin tam gözüne isabet ettirmesi, hedefleri tam isabetle vurabilen teknolojilere işaret olarak da yorumlanabilir. Diğer bir nokta, Calut’un boy ve kiloca Hz. Davud’dan çok çok büyük olduğu anlatılır. Organizmalar için de, organizasyonlar için de büyümenin getirdiği iktisatta ölçek ekonomileri olarak adlandırılan faydalar vardır. Fakat neredeyse hayattaki bütün kanunlarda olduğu gibi çok fazla büyümenin de getirdiği dezavantajlar vardır. Bunun da iktisat teorisindeki karşılığı azalan verim kanunudur. Yani, Calut’un çok büyük olması, kendine göre çok daha küçük olan Hz. Davud’a karşı hareket kabiliyetini azalttığı ve bir dezavantaj oluşturduğu, ayrıca açık ve görünebilir hedef olduğu için yenilmesine sebep olmuş olabilir. Bu yaklaşım, değişen şartlar içinde Kur’an-ı Kerim’deki kıssaların da yeni şartlara uygun olarak yeniden okunabilir ve yorumlanabilir olmasına imkân verir.
Çanakkale Savaşına geri dönecek olursak, Çanakkale Savaşıyla ilgili bahsedilen bir diğer kahraman da Kınalı Hasan. Özetle Hasan’ın başını annesi kınalamış Çanakkale’ye giderken. Komutanı saçının neden kınalı olduğunu sorunca Hasan annesine mektup yazıp bu durumu sormuş. Okuldaki gösteride annesinden gelen cevap da şöyle aktarıldı:
“Kumandanın saçındaki kınayı sormuş. Bunda bilmeyecek ne varmış ki yavrum? Biz üç şey için kına yakarız: Kurbanlık hayvana kına yakarız, Allah’a kurban olsun diye; evlenen kızımıza kına yakarız, eşine, çocuğuna kurban olsun diye; askere giden evlatlarımıza kına yakarız, vatanına, bayrağına ve milletine kurban olsun diye!”
“Evlenen kıza kına yakarız, eşine çocuğuna kurban olsun diye” kısmı hemen kulağımı tırmaladı. Eve gelip araştırdığımda, bu mektubun orijinalinin hangisi olduğunu tam doğrulayamadım ama aşağıdaki versiyonunun da çok aktarıldığını gördüm.
“Kumandanın saçındaki kınayı sormuş. Bunda bilmeyecek ne varmış ki yavrum? Bizim burada Allah için kurban seçilen koçların başını kına ile süslerler. Ben de dört kardeşin içerisinde en çok seni sevdiğim için seni vatan, millet ve Allah yolunda kurban olarak seçtim. O yüzden başını kınaladım.”
Velhasıl, kadınların eşine ve çocuklarına kurban olması mektubun bazı versiyonlarında var, bazılarında ise yok.
Askerlerin vatan uğrunda canlarını vermesi veya mektuptaki manada kurban olması, ülkenin daha büyük zararlara uğramaması veya selamete çıkması için gerekli olduğundan açıklanabilir bir olgudur ve bundan dolayı “şehitlik” diye bir makam vardır. Fakat kadınların kocaları veya çocukları için canlarını vermesinin beklenmesinin mantığını anlamak zor, çünkü aileye saldıran bir düşman yok. Ya da kadının canını vermesiyle kazanılabilecek daha büyük bir kazanç da yok. Eğer geline kına yakmak ile aşılanmak istenen kadının ailesi için ölmesi değil de fedakârlık yapması ise, bunun mantığı bir derece anlaşılabilir. Anadolu’da bazı yerlerde damadın da parmağına kına yakılıyor aslında. Fakat bu detay belki kasıtlı, belki kasıtsız atlanıyor. Hâlbuki asrımızda ailenin sağlıklı olarak devamı hem kadının hem de erkeğin fedakârlıkları ile mümkün görünüyor.
Gerek cinsiyet rolleri gerek başka konularda bazı sosyal normlar belirli ekonomik ve toplumsal dengeler içinde ortaya çıkmış ve kendi döneminde işlevsel de olduğu için toplumsal norm haline gelebilmiştir. Fakat ekonomik ve toplumsal gerçeklikler değiştiği halde, bazen insanların değişimi kabul etmekteki yavaşlığı nedeniyle normlar yeterince hızlı güncellenememektedir.
Sadece kızların kınalanması hususu mektubun orijinalinde varsa da ya da bazı kişiler tarafından sonradan eklendiyse de bu soruları değiştirmez. Her “yerli ve milli” değerimiz değişen şartlara uygun olmayabilir ve onları sorgulamamak bizi “ileri” değil “geri”ye götürebilir. Burada ileriyi iyi olan, “geri”yi de iyilik önünde engel olan, ayak bağı olan anlamında kullanıyorum.
Özetle, Çanakkale Savaşını doğru değerlendirmek için, geçmişi bugünkü değer yargılarıyla eleştirip anakronik duruma düşmemek kadar, geçmişteki koşullarda elde edilen başarıların bugünkü izdüşümlerinin çok farklı olabileceğine de dikkat çekmek gerektiğini düşünüyorum. Vücudumuzdaki hücrelerin sürekli yenilendiği gibi bizim de zihin dünyamızı sürekli güncellememiz gerekir.
Şehitlerimizin ruhu şad, onları hatırlamak yenilenmemize vesile olsun.
Zeynep Burcu Uğur
Zeynep B. Uğur 1982 yılında Adana doğumlu. 2005 yılında ODTÜ İktisat bölümünden mezun oldu. 2008 yılında Japon Devlet Bursuyla gittiği Waseda Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamladı. 2013 yılında üniversiteden aldığı bursla Hollanda’nın Tilburg Üniversitesi’nden Ekonomi alanında doktorasını tamamladı. 2013 yılından bu yana Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde çalışmaktadır. Davranışsal iktisat ve sağlık iktisadı alanında çalışan Zeynep, evli ve iki çocuk annesidir.