– Zeynep Burcu Uğur

Bugün (19.03.2022) oğlumun okulunda Çanakkale Zaferinin yıl dönümü dolayısıyla bir tören düzenlendi. Oğlumun da bir şiir okuyacağı törene heyecanla gittim. Tören çok güzel planlanmıştı. İlkokul 2 ve 3. sınıflar çok büyük emekler vererek çok güzel performanslar ortaya koydular.

Öncelikle Çanakkale Destanının çocuklarımıza anlatılmasını çok önemli gördüğümü ve o günkü şartlarda askerlerimizin fedakârlıkları sonucu bugün bizim bu satırları yazabiliyor veya okuyabiliyor olduğumuza işaret etmek isterim. Hepsine minnettarız.

Ancak bu yazıda olayın başka bir yönüne, 107. senesini kutladığımız bu Zafere dair bazı vurgularımızın bizi yanlış bakış açılarına yönlendirme ihtimaline değinmek istiyorum.

Birincisi, gösteride savaşın kızıştığı zamanlarda askerlerin çok az yiyeceği kaldığı, bazı günler sadece kuru ekmek yedikleri anlatıldı. Bir süre sonra bütün un ve buğdayın bittiği ve bu duruma rağmen savaşa devam ettiklerinden bahsedildi. Diğer teatral performanslarda askerlerin kıyafetleriyle de hissettirilen Osmanlının çok yoksul olduğu vurgusuydu. Bu tarihsel olarak diğer bilgilerle de uyuşuyor. Evet, Osmanlı gerçekten o dönemde ekonomik açıdan olduğu gibi askerî açıdan da Batıdan çok geride idi. Buraya kadar bir sorun yok, bu bir durum tespiti. Yoksulluğa rağmen elde edilen başarının vurgulanmasını topluma ümit vermesi açısından çok önemli bulduğumun altını çizmek isterim.

Oğlumun okuduğu şiir de şuydu:

Çelik medeniyetinin, çelik ruhlu insanları

Çelikten silahlarıyla geldiler.

Kimi yamyam, kimi Hindu, kimi bilmem ne bela

Çelik ruhlarıyla ve çelik bedenleriyle

Ölüm yağdırdılar Çanakkale’de

Garbın mazlum evlanın tek silahı iman dolu göğsüydü

Yoktu başka hiçbir silahı

Burada iman dolu göğüsleriyle şehit olan askerlerimizin hatırasına saygısızlık etmemeye çalışarak şu soruyu sordum kendime: Neden Osmanlı askerlerinin de çelikten silahları yoktu? İkincisi, iman dolu göğsü olanların beraberinde çelik silahların olması imkânsız mı?

İnsanın sonsuz güç sahibi olan Allah’a iman ile çok büyük güç elde ettiğine dair bir şüphem yok. Fakat acaba 107 yıl sonra Osmanlı’nın yoksulluğu sebebiyle Çanakkale’de verdiğimiz canları olumluyor olabilir miyiz diye sormadan edemedim. Diğer bir ifade ile örtük olarak yoksulluğu kutsuyor ve çocuklarımıza yanlış bir mesaj veriyor olabilir miyiz? Bunu sadece bir tiyatro gösterisi dolayısıyla söylemiyorum. Genel itibarıyla dinî hassasiyete sahip insanlar arasında gözlemlediğim bir bakış açısı, “imanımız olduktan sonra yoksul olalım sorun yok” gibi özetlenebilir. Hâlbuki iman ile maddi refahtan birini seçmek zorundayız gibi bir bakış açısı aslında bir zihinsel yanılgı. İki alternatif daha var, iman ve maddi refahın bir arada olduğu ve iman ve maddi refahın her ikisinin de olmadığı.

Bu minvalde İstiklal Marşından da bir mısra alıntılamak istiyorum: “Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın”

Çocuklara ve gençlere barış zamanında verilmesi gereken mesaj, acaba “siper et aklını dursun bu hayâsızca akın” olabilir mi?

Çünkü zihin dünyamızda özellikle asrımızda savaşın sadece gövdenin siper edilmesi ile kazanılacağını düşünüyorsak, aslında toplumsal olarak kendimizi yenilgilere hazırlıyor olabiliriz.

Bu noktada Allah’ın yardımıyla zayıf olanın güçlü olanı yenebileceğine dair güçlü eleştirilerinizi duyuyor gibiyim. Hemen aklımıza da Kuran-ı Kerim’de geçen Hz. Davut ile Calut’un savaşı gelebilir. Hz. Davud genç ve küçük, Calut ise çok çok büyük ve güçlü ordulara sahip imiş. Fakat Hz. Davud, attığı bir sapan taşını gözüne tam isabet ettirmesiyle Calut’u öldürmüş.

Eski asırlardaki insanların bu kıssadan hissesi Hz. Davud’un cesareti olabilir, fakat bizim asrımıza bakan yönü de imkânsız gibi görünen şeyleri imkânlı hale getiren teknolojik gelişmeler olabilir. Demek istediğim, Hz. Davud’un attığı sapan taşını rakibinin tam gözüne isabet ettirmesi, hedefleri tam isabetle vurabilen teknolojilere işaret olarak da yorumlanabilir. Diğer bir nokta, Calut’un boy ve kiloca Hz. Davud’dan çok çok büyük olduğu anlatılır. Organizmalar için de, organizasyonlar için de büyümenin getirdiği iktisatta ölçek ekonomileri olarak adlandırılan faydalar vardır. Fakat neredeyse hayattaki bütün kanunlarda olduğu gibi çok fazla büyümenin de getirdiği dezavantajlar vardır. Bunun da iktisat teorisindeki karşılığı azalan verim kanunudur. Yani, Calut’un çok büyük olması, kendine göre çok daha küçük olan Hz. Davud’a karşı hareket kabiliyetini azalttığı ve bir dezavantaj oluşturduğu, ayrıca açık ve görünebilir hedef olduğu  için yenilmesine sebep olmuş olabilir. Bu yaklaşım, değişen şartlar içinde Kur’an-ı Kerim’deki kıssaların da yeni şartlara uygun olarak yeniden okunabilir ve yorumlanabilir olmasına imkân verir.

Çanakkale Savaşına geri dönecek olursak, Çanakkale Savaşıyla ilgili bahsedilen bir diğer kahraman da Kınalı Hasan. Özetle Hasan’ın başını annesi kınalamış Çanakkale’ye giderken. Komutanı saçının neden kınalı olduğunu sorunca Hasan annesine mektup yazıp bu durumu sormuş. Okuldaki gösteride annesinden gelen cevap da şöyle aktarıldı:

“Kumandanın saçındaki kınayı sormuş. Bunda bilmeyecek ne varmış ki yavrum? Biz üç şey için kına yakarız: Kurbanlık hayvana kına yakarız, Allah’a kurban olsun diye; evlenen kızımıza kına yakarız, eşine, çocuğuna kurban olsun diye; askere giden evlatlarımıza kına yakarız, vatanına, bayrağına ve milletine kurban olsun diye!”

“Evlenen kıza kına yakarız, eşine çocuğuna kurban olsun diye” kısmı hemen kulağımı tırmaladı. Eve gelip araştırdığımda, bu mektubun orijinalinin hangisi olduğunu tam doğrulayamadım ama aşağıdaki versiyonunun da çok aktarıldığını gördüm.

“Kumandanın saçındaki kınayı sormuş. Bunda bilmeyecek ne varmış ki yavrum? Bizim burada Allah için kurban seçilen koçların başını kına ile süslerler. Ben de dört kardeşin içerisinde en çok seni sevdiğim için seni vatan, millet ve Allah yolunda kurban olarak seçtim. O yüzden başını kınaladım.”

Velhasıl, kadınların eşine ve çocuklarına kurban olması mektubun bazı versiyonlarında var, bazılarında ise yok.

Askerlerin vatan uğrunda canlarını vermesi veya mektuptaki manada kurban olması, ülkenin daha büyük zararlara uğramaması veya selamete çıkması için gerekli olduğundan açıklanabilir bir olgudur ve bundan dolayı “şehitlik” diye bir makam vardır. Fakat kadınların kocaları veya çocukları için canlarını vermesinin beklenmesinin mantığını anlamak zor, çünkü aileye saldıran bir düşman yok. Ya da kadının canını vermesiyle kazanılabilecek daha büyük bir kazanç da yok. Eğer geline kına yakmak ile aşılanmak istenen kadının ailesi için ölmesi değil de fedakârlık yapması ise, bunun mantığı bir derece anlaşılabilir. Anadolu’da bazı yerlerde damadın da parmağına kına yakılıyor aslında. Fakat bu detay belki kasıtlı, belki kasıtsız atlanıyor. Hâlbuki asrımızda ailenin sağlıklı olarak devamı hem kadının hem de erkeğin fedakârlıkları ile mümkün görünüyor.

Gerek cinsiyet rolleri gerek başka konularda bazı sosyal normlar belirli ekonomik ve toplumsal dengeler içinde ortaya çıkmış ve kendi döneminde işlevsel de olduğu için toplumsal norm haline gelebilmiştir. Fakat ekonomik ve toplumsal gerçeklikler değiştiği halde, bazen insanların değişimi kabul etmekteki yavaşlığı nedeniyle normlar yeterince hızlı güncellenememektedir.

Sadece kızların kınalanması hususu mektubun orijinalinde varsa da ya da bazı kişiler tarafından sonradan eklendiyse de bu soruları değiştirmez. Her “yerli ve milli” değerimiz değişen şartlara uygun olmayabilir ve onları sorgulamamak bizi “ileri” değil “geri”ye götürebilir. Burada ileriyi iyi olan, “geri”yi de iyilik önünde engel olan, ayak bağı olan anlamında kullanıyorum.

Özetle, Çanakkale Savaşını doğru değerlendirmek için, geçmişi bugünkü değer yargılarıyla eleştirip anakronik duruma düşmemek kadar, geçmişteki koşullarda elde edilen başarıların bugünkü izdüşümlerinin çok farklı olabileceğine de dikkat çekmek gerektiğini düşünüyorum. Vücudumuzdaki hücrelerin sürekli yenilendiği gibi bizim de zihin dünyamızı sürekli güncellememiz gerekir.

Şehitlerimizin ruhu şad, onları hatırlamak yenilenmemize vesile olsun.

M. Emin Zararsız –

3/2/2022 tarihli ve 7354 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanunu 14 Şubat 2022 tarihli ve 31750 sayılı Resmî Gazetede yayınlandı. Yürürlük maddesindeki hükme göre Kanunun bir maddesi (657 sayılı Devlet Memurları Kanununda değişiklik yaparak öğretmenlerin mali ve özlük haklarını düzenleyen 8 inci madde) 15 Ocak 2023 tarihinde, diğer maddeleri ise yayımı tarihinde, yani 14 Şubat 2022 tarihinde yürürlüğe girecektir.

Kanun toplam olarak 12 asıl ve 1 geçici maddeden oluşmaktadır. Amaç, Kapsam, Yürürlük, Yürütme, hüküm bulunmayan hallerde uygulanacak kanunu belirleyen madde, 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 4 üncü maddesine sözleşmeli öğretmenlerin süresinden önce yer değiştirmesine imkân veren iki mazeret ekleyen madde ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun iki maddesini (43 ve 45) ilga eden hükümler dışarıda bırakıldığında öğretmenlik mesleğinin toplam 4 maddede (3, 4, 5, ve 6 ncı maddeler) düzenlenmiş olduğu görülmektedir. Öğretmenlerin mali ve özlük haklarına ilişkin (Eğitim Öğretim Tazminatı oranları ile ek göstergeler) düzenlemeler ise 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda değişiklik yapılmak suretiyle gerçekleştirilmiş ve 15 Ocak 2023 tarihinde yürürlüğe girmesi öngörülmüştür.

Kanunun Resmî Gazetede yayınlanmasından sonra yapılan bazı açıklamalarda “öğretmenlerin 60 yıllık hayalinin gerçekleştiği” ifade edilmiştir. Gerçekten bu hayal gerçekleşti mi?

Bir mesleğin kanunla düzenlenmesi halinde bu kanun neleri kapsamalı, hangi konuları düzenlemelidir? 14 Şubat 2022 tarihinde yürürlüğe giren 7354 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanunu bu anlamda öğretmenlik mesleğini düzenlemekte midir?

Anayasanın 128 inci maddesine göre “Devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür. Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Üst kademe yöneticilerinin yetiştirilme usul ve esasları, kanunla özel olarak düzenlenir.”

Yürürlükteki hukuk sistemimize göre resmî okullardaki öğretmenlerin memur olduklarında herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Bu nedenle de nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenmek zorundadır.

Genel olarak kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan memurların, bu arada öğretmenlerin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile düzenlenmiş bulunmaktadır. Ayrıca diğer bazı kanunlarda da mesela 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununda da öğretmenlik mesleğine ilişkin bazı hususlar, mesela kariyer basamakları düzenlenmiş bulunmaktadır.

Madem öğretmenlerin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri zaten kanunla düzenlenmiş ise ayrı bir öğretmenlik meslek kanununa gerek var mı? Eğer gerek duyuluyorsa 657 sayılı Kanunda ve diğer kanunlarda yer alan düzenlemeler yerlerinde durmalı, farklı hususlar ayrı bir kanunla mı düzenlenmeli; yoksa 657 sayılı Kanunda ve diğer kanunlarda öğretmenlerle ilgili her şey oralardan çıkarılarak eksiklikleri de varsa ikmal edilerek müstakil bir kanun haline mi getirilmelidir?

Önce 7354 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanunu neler getirmekte buna bakalım, daha sonra ise bir meslek kanununda yer alması gereken hususlara değinerek Öğretmenlik Meslek Kanununun bu hususları kapsayıp kapsamadığını, diğer bazı meslekleri düzenleyen kanunlardan da örneklerle değerlendirelim.

Kanun, eğitim ve öğretim hizmetlerini yürütmekle görevli öğretmenlerin atamaları ve mesleki gelişimleri ile kariyer basamaklarında ilerlemelerini düzenlemek amacıyla çıkarılmış (md. 1) olup eğitim ve öğretim hizmetlerini yürüten öğretmenleri kapsamaktadır (md. 2). Kapsam maddesinde kullanılan “eğitim öğretim hizmetlerini yürüten öğretmenler” ifadesinin özel okullardaki öğretmenleri kapsayıp kapsamayacağı belli değildir.

Kanunun 3 üncü maddesinde öğretmenlik “eğitim ve öğretim ile bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir ihtisas mesleği” (md. 3/1) olarak tanımlandıktan sonra öğretmenlerin bu görevlerini, Türk Millî Eğitiminin amaçları ve temel ilkeleri ile öğretmenlik mesleği etik ilkelerine uygun olarak ifa etmekle yükümlü oldukları hükme bağlanmıştır (md. 3/1). Bundan sonra öğretmenlerin çalışma şartlarının eğitimde kalitenin yükseltilmesi için belirlenen amaçları gerçekleştirmek üzere düzenleneceği (md. 3/2), öğretmenlik mesleğine hazırlığın genel kültür, özel alan eğitimi ve pedagojik formasyon/öğretmenlik meslek bilgisi ile sağlanacağı (md. 3/3) ifade edildikten sonra öğretmenlik mesleğinin aday öğretmenlik döneminden sonra öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olmak üzere üç kariyer basamağına ayrıldığı ifade edilmiştir (md. 3/4).

Kanunun 4 üncü maddesinde öğretmenlerin nitelikleri ve seçimi düzenlenmiştir. Öğretmen adaylarında genel kültür, özel alan eğitimi ve pedagojik formasyon/öğretmenlik meslek bilgisi bakımından aranacak niteliklerin Millî Eğitim Bakanlığınca tespit olunacağı (md. 4/1) belirtildikten sonra öğretmenlerin öğretmen yetiştiren yükseköğretim kurumlarından ve bunlara denkliği kabul edilen yurt dışı yükseköğretim kurumlarından mezun olanlar arasından seçileceği (md. 4/2) öngörülmüştür.

Kanunun 5 inci maddesinde aday öğretmenlik düzenlenmiştir. Buna göre aday öğretmen olabilmek için özel mevzuatında yer alan hükümler saklı kalmak üzere, 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde sayılan şartlara ek olarak, yönetmelikle belirlenen yükseköğretim kurumlarından mezun olma, 7/4/2021 tarihli ve 7315 sayılı Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanununa göre güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılmış olma ve Millî Eğitim Bakanlığınca ve/veya Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi Başkanlığı tarafından yapılacak sınavlarda başarılı olma şartları aranacaktır (md. 5/1).

Adaylık süresinin bir yıldan az iki yıldan çok olamayacağı ve bu süre içinde, zorunlu hâller dışında aday öğretmenlerin görev yerinin değiştirilemeyeceği (md. 5/2); aday öğretmenlerin, eğitim ve uygulamadan oluşan Aday Öğretmen Yetiştirme Programına tabi tutulacağı ve aday öğretmenlerden adaylık süreci sonunda Adaylık Değerlendirme Komisyonu tarafından yapılan değerlendirme sonucunda başarılı olanların öğretmenliğe atanacağı (md. 5/3) hükme bağlanmıştır.

Aday öğretmenlerden atanma niteliklerinden herhangi birini taşımadığı sonradan anlaşılanların, adaylık süresi içinde atanma şartlarından herhangi birini kaybedenlerin, adaylık sürecinde aylıktan kesme veya kademe ilerlemesinin durdurulması cezası alanların, aday öğretmenler için öngörülen Aday Öğretmen Yetiştirme Programına mazeretsiz olarak katılmayanlar ile bu program sonunda Adaylık Değerlendirme Komisyonunca yapılan değerlendirmede başarısız olanların görevine son verileceği ve bunların üç yıl süreyle öğretmenlik mesleğine alınmayacağı (md. 5/4) öngörülmüştür.

Aday öğretmenler için öngörülen Aday Öğretmen Yetiştirme Programına mazeretsiz olarak katılmayanlar ile bu program sonunda Adaylık Değerlendirme Komisyonunca yapılan değerlendirmede başarısız olmalarından dolayı görevlerine son verilmesi gerekenlerden aday öğretmenliğe başlamadan önce 657 sayılı Kanuna göre memurlukta adaylığı kaldırılarak asıl memurluğa atanmış olanlar, kazanılmış hak aylık derecelerine uygun memur unvanlı kadroya atanacaklardır (md. 5/5).

Aday öğretmenlerin adaylık sürecinde yetiştirilmelerine esas Aday Öğretmen Yetiştirme Programı ve Adaylık Değerlendirme Komisyonunun oluşumu ile aday öğretmenlik sürecine ilişkin diğer usul ve esaslar ise yönetmelikle düzenlenecektir (md. 5/6).

Kanunun 6 ncı maddesinde öğretmenlik kariyer basamaklarına geçiş şartları düzenlenmiştir. Buna göre aday öğretmenlik dâhil öğretmenlikte en az on yıl hizmeti bulunanlardan mesleki gelişime yönelik 180 saatten az olmamak üzere düzenlenen Uzman Öğretmenlik Eğitim Programını tamamlamış olan, mesleki gelişim alanlarında uzman öğretmenlik için öngörülen asgari çalışmaları tamamlamış olan, kademe ilerlemesinin durdurulması cezası bulunmayan öğretmenler uzman öğretmen unvanı için yapılan yazılı sınava başvuruda bulunabileceklerdir. Uzman öğretmen unvanı için yapılan yazılı sınavda 70 ve üzeri puan alanlar başarılı sayılacak ve bunlara uzman öğretmen sertifikası düzenlenecektir (md. 6/1).

Uzman öğretmenlikte en az on yıl hizmeti bulunan ve kademe ilerlemesinin durdurulması cezası bulunmayan uzman öğretmenlerden mesleki gelişime yönelik 240 saatten az olmamak üzere düzenlenen Başöğretmenlik Eğitim Programını tamamlamış olan ve mesleki gelişim alanlarında başöğretmenlik için öngörülen çalışmaları tamamlayanlar başöğretmen unvanı için yapılan yazılı sınava başvuruda bulunabileceklerdir. Yazılı sınavda 70 ve üzeri puan alanlar başarılı sayılacak ve bunlara başöğretmen sertifikası düzenlenecektir (md. 6/2).

Yüksek lisans eğitimini tamamlayanlar uzman öğretmen unvanı için öngörülen, doktora eğitimini tamamlayanlar ise başöğretmen unvanı için öngörülen yazılı sınavdan muaf tutulacaktır (md. 6/3).

Eğitim kurumu yöneticiliği ve sözleşmeli öğretmenlikte geçen süreler öğretmenlik süresinin hesabında dikkate alınacaktır (md. 6/4).

Öğretmen unvanından, bu göreve atanmanın atamaya yetkili amir tarafından onaylandığı tarihten, uzman öğretmen veya başöğretmen unvanından ise uzman öğretmen/başöğretmen sertifikasının düzenlendiği tarihten itibaren yararlanılacaktır. Uzman öğretmen veya başöğretmen unvanını kazandıktan sonra alan değiştiren ya da ilgili düzenlemelerle alanı kaldırılan veya alanının adı değiştirilen öğretmenler ise kazandıkları unvanları kullanmaya devam edeceklerdir (md. 6/5).

Uzman öğretmen veya başöğretmen unvanı alanlara her unvan için ayrı ayrı olmak üzere bir derece verilecektir (md. 6/6).

Kademe ilerlemesinin durdurulması cezası almış olanlar, cezaları özlük dosyasından silindikten sonra uzman öğretmen veya başöğretmen unvanı için başvuruda bulunabileceklerdir (md. 6/7).

Öğretmenlik mesleği kariyer basamaklarında ilerlemeye ilişkin usul ve esaslar ise yönetmelikle düzenlenecektir (md. 6/8).

Öğretmenlerin mali ve özlük haklarına yönelik olarak ise 15 Ocak 2023 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere 657 sayılı Kanuna göre ödenecek olan Eğitim Öğretim Tazminatı oranları artırılmış, ayrıca ek göstergeleri yeniden düzenlenerek 1. dereceye gelen öğretmenlere 3600 ek gösterge verilmiştir (md. 8 ve 11 delaletiyle 657 sayılı Kanun md. 152/II ve bu Kanuna ekli (I) Sayılı Cetvel).

Yukarıda belirtilen hususlardan çıkarılacak sonuç şudur: 7354 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanunu ile sadece öğretmenlik mesleği aday öğretmenlik dışında öğretmenlik, uzman öğretmenlik ve başöğretmenlik olmak üzere üç kariyer basamağına ayrılmakta, bu kariyer basamaklarına yükselmenin şartları düzenlenmekte, ayrıca mali ve özlük hakkı olarak da uzman öğretmenliğe ve başöğretmenliğe hak kazanılması halinde birer derece verileceği öngörülmektedir. Ayrıca 15 Ocak 2023 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere başöğretmenler için halen uygulanmakta olan %40 oranındaki eğitim öğretim tazminatı %120’ye, uzman öğretmenler için halen uygulanmakta olan %20 oranındaki eğitim öğretim tazminatı %60’a yükseltilmekte, tüm öğretmenler bakımından ise 1. dereceye yükselen öğretmenlerin ek göstergesi 2200’den 3600’e yükseltilmektedir.

7354 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanunu ile getirilen hususların çoğu, aynen veya benzer bir şekilde bu Kanunla yürürlükten kaldırılan 14/6/1973 tarihli ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun 43 ve 45 inci maddelerinin ilk halinde ve 30/6/2004 tarihli ve 5204 sayılı Kanunla bu Kanunun 43 üncü maddesine eklenen yedi fıkra ile zaten düzenlenmekte idi. Yani 1739 sayılı Kanunun şimdi yürürlükten kaldırılan 43 üncü maddesi ile 2004 yılından itibaren öğretmenlik mesleği adaylık döneminden sonra öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olmak üzere üç kariyer basamağına ayrılmış (1739 sayılı Kanun, mülga md. 43/4), devam fıkralarda ise bu basamaklara atanma usul ve şartları düzenlenmişti. Aynı Kanunun 45 inci maddesinde ise öğretmenlerin nitelikleri ve seçimi düzenlenmekteydi. Bu nedenle halen sistemde 43 üncü maddedeki düzenleme çerçevesinde uzman öğretmen ve başöğretmen bulunmakta idi. Bu iki madde Öğretmenlik Meslek Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. Diğer bir deyişle öğretmenlerin 60 yıllık hayalinin gerçekleştirildiği şeklinde takdim edilen Öğretmenlik Meslek Kanunu, zaten yürürlükte olan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun 43 üncü maddesine 2004 yılında eklenen fıkralarla düzenlenmiş idi. Uzman ve başöğretmenlere Eğitim Öğretim Tazminatı da yine aynı yılda 657 sayılı Kanuna eklenen hükümler ile verilmişti.

Gerek Anayasanın yukarıda verilen 128 inci maddesinden gerekse muhtelif meslekleri düzenleyen kanunlardan hareketle bir mesleğin kanunla düzenlenmesi halinde en azından aşağıdaki hususların düzenlenmesi gerektiği belirtilebilir.

  1. Mesleği icra edeceklerin nitelikleri,
  2. Mesleğe giriş usul ve şartları,
  3. Meslekte ilerleme ve yükselme (kariyer basamakları ve basamaklar arası geçiş),
  4. Yer değiştirme usulü ve şartları,
  5. Genel olarak mesleği icra edenlerin görevleri ve yetkileri, hakları ve sorumlulukları,
  6. Her bir kariyer basamağında bulunanların görev ve yetkileri, hak ve sorumlulukları,
  7. Meslek etik kuralları,
  8. Mesleğin gereklerine aykırı davranışlarda uygulanacak müeyyideler (disiplin hükümleri),
  9. Mesleği sona erdiren haller,
  10. Mesleğin mali, sosyal ve özlük hakları.

Yürürlüğe giren Kanun yukarıda sayılı hususlardan sadece 2 ve 3 üncü sırada yazılı olanları düzenlemektedir. Diğer bir deyişle öğretmenlik mesleğine giriş ve öğretmenlik mesleği kariyer basamakları ile bu basamaklara yükseliş şartları bu Kanunda düzenlenmiş, diğer hususlara ilişkin ise bu Kanunda herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Mesela öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen arasında ders yükümlülükleri, sosyal sorumlulukları, yönetim kademelerine atanma vb. hususlarda herhangi bir fark olacak mı, yoksa sadece alacakları ücret mi farklılaşacaktır? Buna karşılık mesela 27/7/1967 tarihli ve 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, 24/2/1983 tarihli ve 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu, 11/10/1983 tarihli ve 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu gibi farklı meslekleri düzenleyen kanunlara bakıldığında yukarıda sayılan hususların tamamının düzenlendiği görülmektedir. Ayrıca 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun da kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan memurlar bakımından genel olarak yine yukarıda sayılan hususları düzenlediği görülmektedir. Bunlar dışında 11/4/1928 tarihli ve 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun, 4/6/1937 tarihli ve 3201 sayılı Emniyet Teşkilat Kanunu, 19/3/1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık Kanunu, 18/1/1972 tarihli ve 1512 sayılı Noterlik Kanunu da yine yukarıda sayılan hususları kapsayacak şekilde düzenleme içeren meslek kanunlarına verilecek örnekler arasında zikredilebilir.

Ağustos 2011 – Mayıs 2013 tarihleri arasında Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarı olarak görev yaptığım dönemde Ekim 2011 tarihinde başlayıp Temmuz 2012’de dönemin Başbakanına, Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısına, Maliye Bakanına ve Maliye Bakanlığı bürokrasisine sunumu yapılan “Ulusal Öğretmen Strateji Belgesi Taslağı” Bakanlık içinden ve dışından çok taraflı ve çok sayıda paydaşlarla, çok sayıda çalıştaylarla hazırlanmış idi. Öğretmen Adaylarının Seçimi, Hizmetöncesi Öğretmen Eğitimi, Öğretmen Adaylarının İstihdamı, Adaylık ve Uyum Eğitimi, Kariyer Geliştirme ve Ödüllendirme, Öğretmenlik Mesleğinin Statüsü olmak üzere altı başlıkta toplanan sorun alanlarına yönelik çözüm önerileri Ulusal Öğretmen Strateji Belgesi Taslağında belirlenmiş idi. “Her Sınıfa En Nitelikli Öğretmenin Ulaşmasını Sağlamak” amacı altında üç hedef ve her bir hedefin altında da alt hedefler; “Öğretmenlerin Mesleki ve Kurumsal Bağlılığını İyileştirmek ve Sürdürülebilir Kılmak” amacı altında iki hedef ve her bir hedefin altında alt hedefler; “Öğretmenlik Mesleğinin Algı ve Statüsünün Güçlendirilmesi” amacı altında ise bir hedef ve bu hedefin de altında alt hedefler belirlenmişti. “Öğretmenlerin Mesleki ve Kurumsal Bağlılığını İyileştirmek ve Sürdürülebilir Kılmak” amacı altındaki iki hedef ise “Adaylık Sürecinden İtibaren Öğretmenlerin Kişisel ve Mesleki Gelişiminde Sürekliliği Sağlamak” ve “Kariyer Gelişimi ve Ödüllendirme Sistemini İyileştirmek” olarak tespit edilmiş ve hedeflere ulaşmak için eylemler de belirlenmişti. Bu amaç ve hedefler çerçevesinde 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun 43 ve 48 inci maddelerinin kariyer basamaklarını yeniden düzenlemek üzere değiştirilmesine yönelik tasarı taslağı da hazırlanmış idi.

2012 Mayıs ayında hazırlanan tasarı taslağı ile öğretmenlik kariyer basamakları aday öğretmenlikten sonra öğretmen, uzman öğretmen, kıdemli uzman öğretmen ve başöğretmen olarak öngörülmüştü. Kariyer basamaklarında yükselme hakkı sürekli mesleki gelişim eğitimi, lisansüstü eğitimi, yabancı dil bilgisi, bilimsel, kültürel, sanatsal ve sportif etkinlikleri, kıdemi ve başarımı yönünden yapılacak değerlendirme ile her bir basamak için yapılacak sınavda elde edilecek başarıya göre verilecek sertifikayla kazanılacaktı. Her bir kariyer basamağına ilişkin sertifikanın geçerlik süresi beş yıl olacak ve bu sürenin bitiminde katılacakları sınav ve değerlendirme sonuçlarına göre bir üst basamağa yükselemeyen veya bulunduğu basamağın gerektirdiği nitelikleri koruyamayan ya da sınava ve değerlendirmeye katılmayanların sertifikalarının bir alt basamağa indirileceği, uzman öğretmenlerin sertifikalarının ise iptal edileceği öngörülmüştü. Yani sürekli gelişimi öngören bir sistem getirilmekteydi.

Ne yazık ki Ekim 2011’den Temmuz 2012’ye kadar büyük emeklerle hazırlanmış olan Ulusal Öğretmen Strateji Belgesi taslak halinde kalmış, öngörülen eylemler ve hazırlanan tasarı taslakları dönemin siyasi şartları çerçevesinde gerçekleştirilememiştir.

Hülasa, 7325 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanunu ile dağ fare doğurmuş, 60 yıllık hayal 2004 yılından buyana bir kanunun iki maddesi şeklinde yürürlükte olan hükümlerin müstakil kanun olarak düzenlenmesi ile takdim edilmiştir. 7354 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanununda düzenlenen hususlar 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun 43, 45 ve 48 inci maddelerinde yapılacak değişikliklerle de gerçekleştirilebilirdi. Böylece öğretmenliğin sadece üç kariyer basamaktan ibaret olduğunu düzenleyen bir metin “Meslek Kanunu” adı altında takdim edilmez, mevzuat külliyatında yeni bir numara alan bir kanun daha oluşturulmamış olurdu.

Kim bilir belki de siyasal iletişim stratejisi bakımından, mevcudu bir başka paketle sunmak doğru olanıdır!

Ümit Yardım –

Bugün dünya gündeminde bir tek konu bulunuyor: Rusya’nın Ukrayna’yı işgali. Savaş önümüzdeki dönemde de küresel ölçekteki önemini koruyacak ve uluslararası siyasetin bütün yönlerini etkilemeyi sürdürecektir.

İşgalin sona ermesi ve kalıcı barış için masaya oturulmasına kadar da bütün dünyanın gözleri önünde her gün insanların kaçışlarını, tahliye çabalarını, ateşkes gayretlerini, ölümleri, okullar ve hastaneler dâhil yerleşim yerlerinin yıkımlarını, nükleer güç kullanımı düzeyine erişen karşılıklı tehditleri, her gün genişleyen yaptırımları vb. izlemeyi sürdüreceğiz.

Soğuk Savaş döneminde Avrupa kıtası Macaristan ve Çekoslovakya gibi ülkelerin işgalini yaşadıysa da kapsamı itibariyle Ukrayna’nın durumu II. Dünya Savaşı sonrası dönemin en büyük siyasi/askerî olaylarından biridir.

Rusya 24 Şubat 2022 günü Birleşmiş Milletlerin (BM) ve uluslararası sistemin bütün temel ilke ve değerlerini çiğneyerek bir başka BM üyesi ve komşusu Ukrayna’yı işgalini başlattı. Devletlerin egemenliği, toprak bütünlüğü ve bağımsızlıklarına saygı gibi ilkelerin bu işgalle birlikte anlamı büyük ölçüde kayboldu. Küresel sisteme zaten tedricen kaybolmakta olan güven daha da azaldı. Hâlbuki Rusya’nın da Güvenlik Konseyinde bir veto gücüne sahip olarak yer aldığı BM’nin Kuruluş Anlaşması temel ilke olarak açıkça şunları vurguluyor:

Birleşmiş Milletlerin tüm üyeleri, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı gerek Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar. (md. 2/4)

Rusya esasta bu ilkeyi ihlal etmiştir ve mevcut işgal tablosunun merkezinde bu ihlal yer almaktadır. Şimdiye kadarki gelişmelere bakıldığında bu hususta belki tek teselli Rusya’nın bu adımları karşısında (Macaristan gibi bazı aktörler hariç) genelde dünyada çok güçlü bir tepkinin oluşması ve Moskova’nın bilhassa uluslararası kuruluşlarda yanında Belarus, K. Kore, Suriye gibi aktörlerden başkasını bulamaması; Sırbistan, Ermenistan gibi tarihî/yakın müttefiklerinin bile Moskova ile aralarına mesafe koyabilmeleri oluyor! Bunlar önemlidir.

I.

2022 yılının bu döneminde dünyanın neden böyle bir durumla karşılaştığı sorusunun cevabı birçok yorumu ve spekülasyonu da içerebilecektir. Bu da şaşırtıcı olmamalıdır. Zira her şeyden önce küresel ölçekte etkili, birçok yönü olan kırılgan ve yıkıcı bir süreçten bahsediyoruz. Bu gelişmelerin başlatacağını düşündüğümüz küresel köklü değişim döneminin nedenlerini ve olası sonuçlarını birkaç faktörle sınırlamak mümkün olmayacaktır. Bununla birlikte en azından ilk aşamada akla gelen bazılarını paylaşmaya gayret edersek şunları vurgulamamız mümkün olabilecektir.

– Başkan Putin ve derin Rus kimliği, düşüncesi, aydınları, yönetici elitleri ve ana kurumları SSCB’nin dağılma psikolojisini aradan geçen bunca zamana rağmen atamamıştır. Küresel iki güçten biri olma konumunu hızla yitirerek bölgesel bir güce dönüşümü (bazı analizciler söz konusu dağılış döneminde Rusya’nın Sovyetler Birliği sonrasındaki çapının İspanya gibi ülkeler düzeyinde olacağını dahi ileri sürmekteydiler) en başta istihbarat yetkilisi olarak Putin, Doğu Almanya’daki görevi itibariyle bu süreci bizzat içinden yaşamış, devletinin çöküşünü iliklerine kadar hissetmiştir. Bu psikoloji Putin’in yaşamı ve görevi boyunca belirleyici etken olmuştur. Bugünlere gelinceye kadar Rusya’nın bütün dış, güvenlik, deniz vb. doktrin ve stratejilerinde kendini büyük güçlerle eşit görme hedefi kolayca görülebilmektedir. Hedef tekrar büyük ve güçlü Rusya!

– SSCB sonrası dönemde bölgesel/küresel ölçekte etkin, güçlü bir güvenlik mimarisinin tesis edilememesi ve bu yöndeki çabaların da kalıcı olamamaları. Sovyetler Birliğinin yıkılışı sonrası dönemde Rusya Federasyonu ile NATO arasında kayda değer bir işbirliği zemini oluşturulabilmişken (Rusya-NATO Konseyi gibi) tedricen bu zemin yitirilmiş, ilişkilerde gerginlikler hâkim olmuş ve yerini bugün Ukrayna’nın işgaliyle zirveye çıkan tablo almıştır.

Bu sorunlu psikolojik bakış açısıyla, NATO’nun giderek genişlemesi, eski Sovyetler Birliği ülkelerinin çoğunun NATO, AB gibi siyasi, iktisadi, güvenlik şemsiyelerinin gölgesine sığınmayı stratejik tercihler olarak belirlemeleri Moskova bakımından hassasiyetle izlenmiş, stratejik düzlemde kayıplar olarak görülmüştür.

– Donbas bölgesi krizi ise bu tablo içinde bir tetikleyici olarak görülebilir. Her şeyden önce Sovyetler Birliğinin dağılışı sonrasındaki dönemde Rus stratejik düşüncesinin sindiremediği konuların başında milyonlarca Rus kökenli veya Rusça konuşan kitlenin bugünkü Rusya Federasyonu sınırları dışında kalması gelmiştir. Ukrayna da bunların en önemlisidir. Bu öylesine derin bir psikolojidir ki, Putin’in başında bulunduğu Rus yönetimi için değil Ukrayna devleti, Ukrayna milleti diye bir kavram bile yoktur. Putin’in gerek geçtiğimiz yıl Temmuz ayında yayınlanan bir makalesinde gerek 21 Şubat 2022 günkü açıklamasında Rusya-Ukrayna ilişkilerini nasıl gördüğünü ortaya koyması tarihî önemdedir. Sonuçta bu siyasi/askerî/psikolojik zemin üzerinden de işgal gerçekleştirilmiştir. Nitekim Antalya Diplomasi Forum çerçevesinde 10 Mart 2022 günü Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanının ev sahipliğinde ve iki ülke Dışişleri Bakanının katılımlarıyla yapılan üçlü görüşmeden de herhangi bir sonuç çıkmamış, basın toplantısında Rus Bakan Lavrov yukarıda bahsettiğimiz Rus yaklaşımlarını en açık şekilde ortaya koyan söylemlerini güçlü ifadelerle bir kez daha dile getirmiştir.

II.

Bugünkü tablonun hangi yönde gelişeceği yine karışık mahiyeti nedeniyle spekülatif sayılabilecek değerlendirmelere de zemin hazırlamaktadır. Kanaatimiz bilhassa karşısındaki cephenin bu ölçekte sistematik, geç ama kararlı, hemen her alana yayılan yaptırım adımlarını atabilmesinin Moskova’yı sahada askerî durumdan bile daha fazla şaşırttığı yönündedir. Diğer bazı aktörler gibi Rusya’nın da ödeyeceği ağır bir fatura çıkacaktır. Rus uzmanlar da değerlendirmelerinde bunu dile getirmektedir. Filhakika, Ukrayna krizi, NATO/AB’nin yeni dalgalarla genişlemesinden ABD’nin tekrar Avrupa sahnesine çıkmasına, gelişmelerin Rusya Federasyonu içine yayılabilecek yansımalarının görülmesine kadar birçok siyasi/iktisadi/insani etkileri doğuracaktır.

Uluslararası sisteme güvensizliğin zirve yaptığına işaret etmiştik. Bu itibarla on yıllardır gündemde bulunan Birleşmiş Milletler sisteminin revize edilmesi gayretlerinin de artması beklenebilir. Bu mahiyetteki revizyon çalışmaları uzun on yıllar daha sürebilecektir, ancak son tahlilde birbiriyle kavgalı ancak veto gücünü elinde bulunduran beş devletin merkezde olduğu bir uluslararası düzen ne kadar gerçekçi olabilir ki?

III.

Bugün itibarıyla 17. günündeRusya’nın işgali sürmektedir. Rusya ile kıyaslanamasa bile Ukrayna da askerî/savunma yeteneği bulunan, bu alandaki birtakım kriterler bakımından birçok Avrupa devletinin de önünde bulunan bir güçtür. Savaş önümüzdeki dönemde de sürecektir. Ancak her hâlükârda askerî aşamanın tamamlanmasıyla birlikte müteakiben diplomasi masasında görüşmeler eninde sonunda gündeme gelecektir. Bunun bazı işaretlerini, arabuluculuk girişimlerini şimdiden görmekteyiz.

Rusya’nın da bu işgalin ağır sonuçlarıyla karşılaşacağından bahsettik. Dolayısıyla çok yönde görülecek bu sonuçlardan Rusya’nın önemli uluslararası kuruluşlardaki durumuna dair bazı gözlemlerimizi bu incelememizde paylaşmaya gayret edeceğiz. Gelişmelerin diğer farklı boyutları ise ayrı değerlendirmelerin konusu olabilecektir.

Gerçekten de bugünkü geldiği aşama itibariyle Rusya uluslararası kuruluşlarda tam bir yalnızlık içindedir. Küresel ölçekte prestiji, inanılırlığı ve güvenilirliği sarsılmıştır. Sovyetler Birliği dönemi dâhil, Rusya Federasyonu son on yılların belki en ciddi tecrit edilmişliğini yaşamaktadır. Yeni bir dünya arayışları sürerken Rusya bakımından bu tecrit edilmişlik başlı başına olumsuz bir faktör de teşkil edecektir. Bugün itibariyle mevcut görünümü şu başlıklarda özetleyebiliriz.

a) G7

G7 Dışişleri Bakanları Toplantısında (4 Mart 2022) Rusya’nın sivillere ve okullar ve hastaneler dâhil sivil altyapıya yönelik saldırıları şiddetle kınanmış; Rusya insan haklarına ve uluslararası insan hukukuna tam anlamıyla saygı duyma sorumluluğuna çağrılmıştır. Bilindiği üzere, önceden ismi G8 iken Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı işgali sonrasında G7’ye dönüşen bu yapı küresel zenginlik ve üretimin de çok önemli bir bölümünü temsil etmektedir.

b) AGİT İnsani Boyut Moskova Mekanizması

Ukrayna AGİT İnsani Boyut Moskova Mekanizmasını harekete geçirmiştir (3 Mart 2022). 45 ülkenin de desteğini alan bu girişim çerçevesinde AGİT uzmanları Rus güçlerin Ukrayna’ya, insanlara, sivillere vb. verdiği zararı inceleyerek kayıt altına alacaklardır.

AGİT bünyesindeki söz konusu İnsani Boyut Mekanizması ad hoc temelde herhangi bir ülke veya ülkeler grubunca işletilebilmektedir. AGİT insani boyut şemsiyesi bünyesinde iki temel araçtan birini teşkil eden (Viyana ve Moskova Mekanizmaları) Moskova Mekanizması AGİT 1991 Moskova Konferansında oluşturulmuştur. Bugüne kadar çok az işletilen Moskova Mekanizması Rusya Federasyonunun Çeçenistan’daki ihlallerinin araştırılması vesilesiyle de gündeme getirilmişti.

c) BM İnsan Hakları Komitesi

BM İnsan Hakları Komitesinin önceki hafta yapılan 49. Oturumunda “Ukrayna’da Durum” başlıklı özel ve acil bir toplantı düzenlenmesi kararı alınmıştı. Bu Karar çerçevesinde yapılan toplantıda ve 32 olumluya karşı 2 olumsuz (Rusya Federasyonu ve Eritre) oyla “Rus İşgalinin İnsani Boyuttaki Sonuçlarının Araştırması Amacıyla Uluslararası Bağımsız Araştırma Komisyonu” kurulması kararlaştırılmıştır (4 Mart 2022). Çin Halk Cumhuriyeti, Ermenistan gibi Rusya Federasyonuna müzahir ülkeler bile oylamada çekimser kalmışlardır!

ç) Avrupa Parlâmentosu

Avrupa Parlâmentosu da Rusya’ya işgali sonlandırması, askerî faaliyetlerini durdurması çağrısında bulunmuştur (1 Mart 2022), (637 olumlu, 13 olumsuz ve 26 çekimser oyla). Kararda Rus güçlerin ülkeye girişi güçlü ve açık şekilde “Rus İşgali” olarak tanımlanmıştır.

d) BM Genel Kurulu

BM Güvenlik Konseyinde Ukrayna konulu bir karar alınmasının önündeki Rus vetosunun aşılamaması üzerine bu kez “Barış İçin Birlik/Unite for Peace” olarak tanımlanan ancak çok fazla da kullanılmayan bir usul çerçevesinde BM Genel Kurulu acil bir toplantı yapmıştır (2 Mart 2002). BM Genel Kurulu yaptırımı olmayan, sadece tavsiyelerde bulunabilen Kararında (141 olumlu, Sırbistan dâhil, 5 olumsuz, Rusya Federasyonu, Eritre, K. Kore, Suriye, Belarus ve 35 çekimser) Rus saldırganlığını ve Rus güçlerinin sivil yerleşim yerlerine (hastane, okul vb.) saldırıları, sivillerin hedef alınmasını vb. kınamış, Rusya’ya güç kullanımını hemen durdurma ve Ukrayna’nın tanınmış sınırlarından geri çekilme çağrısında bulunmuş, durumdan kaygı duyulduğunu belirtmiş, ayrıca çatışmanın küresel ölçekte gıda güvensizliğini artırma potansiyeline de dikkat çekmiştir. (Ülkemiz makamlarının bilgisine!)

e) Avrupa Konseyi

Avrupa Konseyi Rusya’yı üyelikten çıkarmamakla birlikte iki temel Avrupa Konseyi organındaki temsil hakkını askıya almıştır (25 Şubat 2022). Bunlar Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisidir. Konunun Türkiye bakımından dikkat çekici yönü oylamada Türkiye’nin çekimser oy kullanmasıdır. Türkiye’nin Avrupa Konseyindeki oylamada sergilediği bu tutum ileride Türkiye-Ukrayna ilişkileri bağlamında (gerektiğinde) hatırlatılmak üzere Ukrayna tarafından şüphesiz not edilmiştir.

Rusya son olarak (10 Mart 2022) (muhtemelen md. 7 ve 8 usulüyle Konseyden ihraç edilme riskine karşı ön alarak) yaptığı bir açıklamayla Konseyin bazı NATO/AB üyelerinin çabalarıyla uluslararası hukuk yerine Batı üstünlüğüne dayalı bir foruma dönüştürülmeye çalışıldığını, bu kampanyada Rusya’nın yerinin olmadığını belirtmiştir. Bu açıklamanın Rusya’nın Avrupa Konseyinden topyekûn ayrılma anlamına mı geldiği yakında görülecektir.

f) Uluslararası Adalet Divanı

Ukrayna, Rusya işgalinin sonlandırılması için geçici önlemler (Rusya’ya savaşı durdurması çağrısı gibi) alınması talebiyle Uluslararası Adalet Divanına başvurmuştur (26 Şubat 2022). Ukrayna başvurusunda Rusya’nın 1948 BM Soykırım Sözleşmesini ihlal ettiğini savunmuştur. Tarafların dinleneceği duruşma 7 Mart 2022 günü başlamış, ancak güya “Ukrayna’nın Donbas’da soykırım uyguladığını” ileri sürerek işgali başlatan Rusya bu duruşmayı boykot etmiş, temsilci göndermemiş ve katılmamıştır!

Bilindiği üzere, Adalet Divanının esas görevi, devletlerce getirilen uyuşmazlıkları çözmek, BM Genel Kurulu, Güvenlik Konseyi ve diğer bazı BM kuruluşlarının talep ettiği konularda tavsiye görüşü hazırlamaktır. (BM üyesi olarak Uluslararası Adalet Divanının doğal üyesi olan Türkiye, Divanın zorunlu yargı yetkisini ise kabul etmemiştir.)

g) Uluslararası Ceza Mahkemesi

Uluslararası Ceza Mahkemesine 39 devletin Ukrayna’nın işgali ve sonuçları hakkında bir başvurusu da olmuştur (2 Mart 2022). Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcısı Kerim Han bu konudaki açıklamasında, başvuruyu süratle araştırmaya başlama kararı aldığını, zira savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işlendiği yönünde yeterli bir temel bulunduğunu düşündüğünü belirtmiştir.

Temmuz 2002’de kurulan Lahey’de yerleşik Uluslararası Ceza Mahkemesi soykırım, savaş ve insanlığa karşı suçları yargılamakta ve cezalandırmaktadır. Bu amaçla kurulmuş ilk uluslararası mahkemedir. (Türkiye Uluslararası Ceza Mahkemesini kuran Roma Statüsüne taraf değildir.)

Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi süreçlerinin nasıl gelişeceği tabiatıyla önümüzdeki dönemde görülecektir. Sonuçları ne olursa olsun, bazı savaş suçlularının aradan uzun yıllar geçse bile yargılanıp hapis cezaları aldığını biliyoruz. Bu tür durumlar ilgili ülkenin, hele bir de küresel bir aktörse (Rusya gibi) prestijini ve kendisine duyulan güveni de sarsmaktadır.

Öte yandan, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali bağlamında benzeri kararlar Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (2 Mart 2022) gibi diğer kuruluşlarda da alınmaya devam etmektedir.

Savaş ne zaman ve ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın ve diplomasi masasına ne zaman oturulursa oturulsun artık uluslararası sistem çok büyük bir sarsıntı ile karşıya karşıyadır. Radikal bir Soğuk Savaşa doğru evrilebileceğinin işaretleri de yeterince mevcuttur.

Sonuç olarak, Ukrayna’nın işgaliyle başlayan bu yeni dönem büyük güvenlik endişelerini, uluslararası sisteme yönelik ciddi güvensizliği de beraberinde getirmektedir. Bu değişim ve dönüşümün rüzgârları (belki de fırtınaları!) bugünden başlayarak yaşanacaktır. Yeni ‘Berlin duvarları’ da doğabilecektir. Artık dünya sistemi bugünkü mevcut sistem içerisinde yürüyemez. Görüşlerimizi ifade ederken bu tür küresel değişimlerin kısa vadede gerçekleşemeyeceğini, bilhassa Rusya gibi bir küresel gücün baş aktörü olduğu kaosun sonuçlarının görülmesinin yıllar değil on yılları bulabileceğini de bilmekteyiz. Ancak her hâlükârda bu süreç başlamıştır ve bunun üzerinde düşünülmesi, etki ve sonuçlarının, bilhassa Türkiye’nin yeni dünya düzeninde yerinin ne olacağı gibi konuların değerlendirilmesi stratejik önemdedir.

Akif Çarkçı –

28 Şubat post modern darbesi, Türkiye darbeler ve ihtilaller tarihinde ayrı bir yere sahiptir. 28 Şubat’ı diğerlerinden farklı kılan en önemli hususiyet, askerin 27 Mayıs ve 12 Eylül’deki gibi fiilen siyasal yönetimi devralmak yerine dönemin mevcut hükümetine verdiği muhtıra ile demokrasinin olağan işleyişine müdahale etmiş olmasıdır. Bu süreçte seçilmiş meşru hükûmet post modern bir yöntemle siyasi iktidardan uzaklaştırılmış, yerine bir başka koalisyon hükûmeti kurdurularak ülkede iktidar değişikliğine gidilmiştir.

28 Şubat’ın karanlık günlerinde ülkede demokrasi, hukuk, insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü ayaklar altına alınmış, askeri ültimatomlar demokratik teamüllerin yerine geçerek olağan siyasi işleyiş sekteye uğratılmıştır. Bu durumdan sadece siyaset kurumu ve devlet yara almamış, geniş halk kesimleri de darbenin ve darbecilerin hışmından nasibini almıştır. Ülkede ekonomik iklim bozulmuş, meşru siyaset vesayet altına alınmış, eğitim ve öğretim kurumları hacir altına alınarak en temel insan hakları çiğnenmiş, siyasetçinin ve siyaset kurumunun haysiyetiyle oynanmıştır. Demokrasiye vurulan darbe ise siyasal planda tarifi zor yaralar açmış, ülkede seçmenle siyasetçi, devletle millet arasındaki güven iklimi adeta zehirlenmiştir.

28 Şubat kimin ya da kimlerin eseriydi? Bu sorular Türkiye’de çok farklı şekillerde cevaplanmaya çalışıldı. Kimilerine göre 28 Şubat NATO ve ABD’nin Genelkurmay bürokrasisi içindeki uzantıları tarafından gerçekleştirildi. Bazılarına göre ise 28 Şubat İsrail-ABD ortak yapımı bir darbe girişimiydi ve özellikle İsrail’in mevcut siyasetiyle uyumlu geçinen bazı paşalar bu işe ortak olmuşlardı. Kimilerine göre ise küresel sermayenin Türkiye’deki bayileri (İstanbul sermayesi), medya, kimi siyasi figürler ve askerler bir araya gelerek güçlü bir ittifak kurdular ve demokrasinin olağan gidişatına çelme attılar. Bazılarına göre ise bu ittifak kendi başına hareket etmedi, asker, medya, dünyası ve siyaset çevreleri dışarıdan destek alarak (ABD ve İsrail) bu darbeyi gerçekleştirdiler. Son formülün daha gerçekçi olduğunu düşünenler “Sadece ABD’de askerî darbe olmuyor, çünkü ABD’de bir ABD büyükelçiliği yoktur” ironisini arkalarına alarak aslında çok da haksız olmayan bir yaklaşımla olayı açıklamaya çalıştılar.

Doğrusu pek çok yazar ve aydında Türkiye’de çoğu askerî darbenin arkasında ABD’nin olduğuna dair güçlü bir kanaat vardır. Bu kanaatin oluşması ise öyle birkaç yıllık bir deneyimle açıklanacak türden değildir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz’da yaşanan olaylar yakın tarih kitaplarına ve kimi akademik çalışmalara konu olmuş, bu akademik ve serbest çalışmalarda söz konusu darbelerde Amerikan parmağının olduğu yönünde güçlü kanaatler ortaya çıkmıştır. Neresinden yaklaşırsak yaklaşalım, 28 Şubat iç ve dış mihrakların ortaklığı ile gerçekleştirilmiş bir askerî darbedir ve tüm darbeler gibi 28 Şubat da demokrasi ve Cumhuriyetimiz açısından meşru girişimler değildir.

Peki, 28 Şubat’ta hangi odaklar hedef alındı ve hangi kesimler üzerinde baskı kuruldu? Bu soruya direkt olarak dönemin meşru hükûmetinin hedef alındığını, darbenin siyasi amacının hükûmet değişikliği olduğunu rahatça ifade edebiliriz. Erbakan-Çiller ortaklığı ile kurulan 54. T.C. Hükûmeti askerî tazyikle iktidardan uzaklaştırılmış, yerine Anasol-D hükûmeti olarak bilinen hükûmet kurulmuştur. Bu süreçte Süleyman Demirel’in hükûmet kurma görevini mecliste çoğunluğu bulunan Tansu Çiller liderliğindeki Doğru Yol Partisi (DYP) yerine mecliste daha az sandalyesi bulunan Anavatan Partisi (ANAP) lideri Mesut Yılmaz’a vermiş olması dikkat çekicidir. Darbenin sivil hedefi ise görünürde ülkedeki dindar çevrelerdir. O yıllarda ülke gündeminde irtica olarak kodlanan ve ne olduğu bir türlü tarif edilemeyen olgu 28 Şubat’ın en temel gerekçelerinden birisini oluşturmaktadır.

Darbeden evvel dönemin Başbakanı Erbakan’ın Başbakanlık Konutunda İslami kimlikteki bazı kanaat önderlerine yemek vermesi, Refah Partili (RP) Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen Kudüs Gecesi, Aczimendi olarak adlandırılan bir grubun Kocatepe Camiinde “şeriat isteriz” naralarıyla sahneye koydukları düzmece gösteri, Başbakan Erbakan’ın Libya seyahatinde Libya Devlet Başkanı Kaddafi ile bir araya geldiğinde yaptığı konuşmalar darbe heveslileri tarafından bardağı taşıran son damlalar olarak görüldü ve ülkede “şeriatın” hâkim kılınmaya çalışıldığı ve irticanın hortlatıldığı yönünde güçlü bir algı oluşturuldu. Algı yaratma işini dönemin basın yayın kuruluşları üstlendiler ve bu işte çok başarılı oldular. Kalkancılar olarak bilinen grup üzerinden patlatılan skandallar ise işin tuzu biberi oluverdi. Böylece ülkede işin psikolojik alt yapısı hazırlanmış oldu.

Genelkurmayın verdiği muhtıra açıkça gösteriyor ki öncelikle seçilmiş meşru hükûmet irtica paranoyası üzerinden hedef alınmış ve sonrasında ülkedeki tüm dindarlar çeşitli bahanelerle baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Örneğin 7 Haziran 1997’de irticai faaliyetlere yardımcı olduğu gerekçesiyle çeşitli firmalara Genelkurmay tarafından ambargo konulmuştur. Ortaöğretimde 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmiş, çok sayıda subay irtica ile yakın ilişkisi olduğu iddiasıyla silahlı kuvvetlerden atılmıştır. Ortaöğretim kurumlarında ve üniversitelerde öğrencilerin derslere başörtüsü ile girmeleri yasaklanmıştır. Ülkede iç savaşı körüklediği gerekçesiyle Refah Partisi hakkında kapatma davası açılmıştır. Böylece 28 Şubat’ın hedefinin sadece bir siyasal iktidar değişikliği olmadığı, aynı zamanda irtica olarak nitelenen olguyu besleyecek girişimlerde bulunan geniş halk kesimlerinin de darbeden zarar gördüğü ve darbenin hedefi olduğu ortaya çıkmıştır. Silahlı kuvvetlerin direkt olarak çeşitli toplumsal kesimleri karşısına alması ve iç düşman algısı yaratarak toplum üzerinde baskı kurması devlet-toplum ilişkilerini de kötü yönde etkilemiştir. Halk ve devlet arasında bir güven bunalımı ortaya çıkmış, ülkenin göz bebeği olan TSK’nın en üst yönetim organı olan Genelkurmayın bu tutumu Ordu-Millet ilişkisini de yakinen etkilemiştir. En azından kurmay tabakanın böyle bir antidemokratik girişim içerisinde olması ülkede büyük bir eleştiri konusu olmuştur.

28 Şubat’ın perde arkasına dair üzerinde konuşulan bir başka konu ise aslında darbenin gerekçesinin tamamen ekonomik olduğu, ancak irtica süsü ile bu boyutun örtülmeye çalışıldığı yönündeki tartışmalardır. Özellikle Erbakan liderliğindeki hükûmetin kamu maliyesinde “havuz sistemine geçmesi” ve Anadolu sermayesinin söz konusu dönemde atağa kalkması İstanbul sermeyesini ve kamu kaynakları üzerinden zenginleşen kesimleri ürkütmüş ve Erbakan’ın iktidardan düşürülerek yerine bu durumu tersine çevirecek birisinin iktidara getirilmesi temel hedef olarak belirlenmiştir. Bu görüşe göre 28 Şubat görünürde dindar kesimleri hedef almış ancak arka planda kamu kaynakları ve özel sektör üzerinde etkisi güçlü olan kesimlerin menfaatleri kollanmaya çalışılmıştır. Buna delil olarak darbe sonrasında irtica ile ilişkisi olduğu bahanesiyle pek çok firmanın devlet tarafından yakın markaja alınması ve kendilerine ambargo konulması delil olarak gösterilmektedir.

Hedefi ve gerekçesi ne olursa olsun siyasal yönetimlerin halka ve hukuk düzenine hesap vermesinin koşulları anayasa ve yasalarla belirlenmiştir. Bu hukuki ve demokratik zemin dışında ikinci, üçüncü bir yol aramak tamamıyla gayr-ı meşrudur.

Peki bu gayr-ı meşru darbe ve bu darbenin sorumluları ile yeterince hesaplaşabildik mi? Evet son yıllarda darbenin askerî ayağında bulunan bazı paşalar yargılandı ve hukuki zeminde hak ettikleri cezalar kendilerine verildi. Bu yeterli mi? Mesela 15 Temmuz’da olduğu gibi ordu içinden bir kliğin tekrar askerî darbe gibi bir maceraya girişmesinin önü yeterince alınabilecek mi? Bunun hukuki zemini yeterince güçlendirildi mi? Mesela neden Türkiye hâlâ bir darbe anayasası hüviyeti taşıyan 12 Eylül Anayasası ile yönetiliyor? Ya da 28 Şubat sürecinde 13 yaşında, 15 yaşında hapse atılan başörtülü kadınlar, yazarlar, memurlar neden hala hapisteler? Bunların sayısının 500’ün üzerinde olduğuna dair bazı rakamlar önümüze geliyor. Mesela neden başörtüsü bir yasal ya da anayasal güvence altına alınamadı? Yarın bir iktidar değişikliği söz konusu olsa ve 28 Şubat Paşalarının zihniyetinde birileri siyasi ve askerî alanda söz sahibi olsalar başörtüsünün lise ve üniversitelerde özgür olacağının garantisi kimin elinde? Öte yandan neden 28 Şubat’ın failleri olarak sadece askerler cezalandırıldı? Dönemin basın yayın kuruluşlarının bu işte hiç mi payı yoktu? Ya da sermaye çevrelerinin 28 Şubat’ta aldıkları pozisyona dair neden bir hukuki girişimde bulunulamıyor?

Bugünlerde pek çok STK ve belediye tarafından 28 Şubat panelleri yapılıyor, çeşitli siyasi figürler, akademisyenler, gazeteciler, yazarlar ve fikir insanları 28 Şubat’ı değerlendirmek üzere bu etkinliklerde yer alıyorlar. Buralarda 28 Şubat’ın ne melun bir darbe olduğu, dönemin paşalarının vatan haini, halk düşmanı olduğu, bunların layık oldukları cezayı aldıkları, 28 Şubat sonrası koalisyon hükûmetleri döneminde ülkenin ne büyük bir kaos ve gerilemeye maruz kaldığı bol bol konuşuluyor. Hatta ve hatta 2002 sonrasında ülke yönetimini seçim yoluyla devralan Adalet ve Kalkınma Partisinin ve liderinin 28 Şubat atmosferinden ülkeyi çabucak çıkararak darbecilere göğüs gerdiği, ülkenin pek çok vesayetten zor da olsa kurtarıldığı çokça konuşuluyor. Ancak bütün bu toplantılarda kimse şu soruları sormuyor: 28 Şubat döneminde hapse atılan siviller ne zaman tahliye edilecek? Darbeye psikolojik altyapı hazırlayan gazete patronları ne zaman yargılanacak? Sermaye çevrelerinden darbeye destek verdiği bilinen adamları ne zaman hukuk önünde hesap verecek? 28 Şubat’ın 5’li çetesi olarak adlandırılan, darbenin sivil ayağını oluşturan ve açıkça darbe çağrısı yapan Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu (TİSK), Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu (TESK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) yöneticileri neden yargılanmazlar? Ülkenin ihtiyaç duyduğu sivil, demokratik, halkın rızasına dayalı bir anayasa ne zaman yapılacak?

Bu sorular sorulmamakla birlikte yaldızlı cümleler kurularak siyasal iktidarın askerî vesayetle mücadelede ne denli başarılı olduğu, güçlü liderlik sayesinde ülkede başörtüsü sorunu kalmadığı, dindarların artık her yerde görünür hale geldiği, devlette bile en kritik yerlerde dindar ve başörtülü personel istihdam edilebildiği konuşuluyor. Kısacası bu toplantılarda muhafazakâr seçmen konsolide ediliyor ve muhafazakâr kesimin gazı alınıyor. Dindar ve muhafazakâr taban ise kendi dilinden birilerinin ne kadar da haklı konuştuğu zehabıyla o salonlardan rahatlamış olarak çıkıyorlar.

Oysaki siyasetçilerin, hukukçuların, medyanın, dünyasının, ilim irfan sahibi kesimin 28 Şubat’la hakikati merkeze alan bir yöntemle yüzleşmesi ve siyasi karar alma mekanizmalarına tazyikte ya da talepte bulunmaları gerekiyor. Hakikat ise askerî darbelerin sonsuza kadar önünü kapatacak güçlü bir hukuk sisteminin kurulması ve darbecilerle hesaplaşma süreçlerinde bu işin faili olan tüm aktörlerle hesaplaşılması, bu işten zarar gören tüm kesimlerin hakkının iade edilmesidir. Bugün hakkaniyetli bir değerlendirme yapmak gerekirse ne devlet ne sivil toplum askerî darbelerle ve darbecilerle tam olarak hesaplaşabilmiştir. Pek çok 28 Şubat mağdurunun mağduriyeti halen devam etmektedir. En azından çocuk ve genç yaşta haksız yere hapse atılan insanların mağduriyetleri giderilmelidir. 28 Şubat mağduru hükümlüler devletine, milletine silah doğrultan insanlar mıydılar? Bu insanlar sadece fikirlerinden ve yaşam biçimlerinden dolayı cezalandırıldılar. İmam-Hatip liseleri önünde başörtüsü yasağına direnirken gözaltına alınan insanların meşru protesto hakkını kullanmaktan başka ne suçları vardı?

Tabi bunları ifade ederken sadece bir kesimin haklarının iadesi değil mevcut sistem içerisinde çeşitli şekillerde mağdur olmuş, hapse atılmış, zulüm görmüş bütün insanların haklarının kutsal olduğunun altını çizmemiz gerekir. İnsan hakları ve hukuk herkes için gereklidir bir gün herkesin ve her kesimin buna ihtiyacı olacaktır. Teröre ve şiddete başvurmadıkça herkesin fikir, din ve vicdan özgürlüğü garanti altına alınmalıdır. Ayrıca 28 Şubat sürecinde mazlum konumda olup bugün o mazlûmiyetin rövanşını ölçüsüz ve hukuksuz şekilde görmeye çalışan bazı samimiyetsiz çevrelerin de şuna yeterince ikna olmamış olduklarını görüyoruz. Ülkede adaletin, hukukun üstün olduğu, servetin adil olarak paylaşıldığı, liyakate, ehliyete ve dürüstlüğe önem verildiği bir düzen herkesin ve her kesimin mutluluğu için gereklidir. Bugün siyasi gücün belli bir kesimin elinde olması ve 28 Şubat’taki gibi bazı talihsizliklerin yaşanmıyor oluşu sadece iktidar gücünün sağladığı rahatlıkla açıklanacak bir şeydir. Önemli olan hukuku güçlü kılmak ve din ve vicdan özgürlüğünü, kılık kıyafet özgürlüğünü ve diğer temel insan haklarını hukuken güvence altına almaktır. Yarınki Türkiye’nin bugünkü Türkiye’den daha özgürlükçü, daha müreffeh, daha adil olacağının hiçbir garantisi yoktur. Zira kötülük zamanla mukayyet bir olgu değildir. Topluma, devlete, millete ve demokrasiye zarar verecek her türlü kötülük her zaman ve zeminde var olma potansiyeli taşıyan birer tehlike olarak karşımızda durmaktadır. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için esaslı girişimlerde bulunmak ve sağlıklı işleyen bir hukuk düzeni kurmak gerekiyor. Diğer taraftan 28 Şubat sürecindeki mağduriyetleri kendi iktidarının devamı adına oya tahvil etmeye çalışan anlayışın da gerçeklerle yüzleşip toplumun tamamını rahatlatacak siyasi, hukuki ve demokratik adımları atması beklenir. Aksi takdirde yeniden başka 28 Şubatların önünün açılması ve ülkenin tekrar karanlık günlere geri dönmesi mukadderdir.