TÜYÜ BİTMEMİŞ YETİM NASIL HAK SAHİBİ OLUR?

– Ömer Demir

“Kul hakkı” önemli bir metafordur. İçeriğine ne konduğu değişmekle birlikte kul hakkı yemek kötü bir şey olarak bilinir. Hiçbir yerde ve hiçbir zaman “kul hakkı”na el uzatmak makul ve meşru gösterilmemiştir. Kul hakkının en ileri noktası, içeriği en soyut olan tüyü bitmemiş yetimin hakkıdır ki gözetilmediği algısı yeri gelir seçim bile kaybettirir. Burada “tüyü bitmemiş” henüz başkalarıyla karşılıklı fayda ilişkisi geliştirecek durumda olmayan, “yetim” de onun bu halini hoş görecek, karşılıksız koruyup kollayacak bir hamisi (ebeveyni) olmayan demektir. Bu durumdaki bir bireyin hakkını gözetmeye, hatta diğerlerinden daha üstün tutmaya verilen bu önem, çok önemli bir insani durumuna işaret ediyor olsa gerektir.

Tüyü bitmemiş yetimin hakkı ve kul hakkı metaforlarında kolayca uzlaşmak mümkün ama konu neyin hak olduğu, hak denen şeyin kapsamını nelerin belirlediği, bir kulun hakkının korunmasının öteki kulların haklarıyla ne tür bir ilişkisinin olduğuna gelince işler biraz karışmaya başlar. Herkesin ne olduğundan emin olduğunu sandığı hakların kökeni, ne zaman ve hangi gerekçe ile hak haline geldiği tartışmasına geçildiğinde birden başlangıçtaki netlik kaybolmaya ve ortam bulanıklaşmaya başlar. Bu tartışmalar birçok başka şeyin yanı sıra bize hakların hukuki yönleri kadar sosyolojik ve kültürel yönlerinin de olduğunu gösterir. Sosyolojik ve kültürel boyut hakkın meşruiyet çerçevesini çizer. Zira birisi için hak olarak tanımlanan şeyin başkaları için ne anlam ifade ettiği, bir hakkın varoluş gerekçesinde olmasa da meşruiyet kazanmasında önemli rol oynar. Yani bildiğimiz hakların tümünün bir tarihi vardır.

Bir şeyin tarihinin olması, dikkatlerimizi bugünkü durumundan ziyade onu vücuda getiren faktörlerin etkisine kaydırır. Hakların tarihi de bu yönüyle önemlidir. Çünkü çoğu zaman birçok hak bugün ondan yararlananların durumundan çok önceki durumlardaki koşullardan doğar. Tam da bu sebeple genel bir hak elde etme tarzı olarak henüz “tüyü bitmemiş” (yani toplum için fayda üretecek kadar büyümemiş) bir yetimin hakkından bahsedilebilir. Tüm haklar kişilerin şimdiki karşılıklılık oluşturma kabiliyetleri ile ilgili olsa, güçlü hamisi olmayan ve bugünkü haliyle kimseye bir katkısı olmayan bir yetimin sahip olduğu haklardan bahsedemezdik. O hak her neyse, o yetim doğmadan oluşturulmuş demektir. Sadece yetim değil tüm insanlar için bu durum benzerdir. Aslında geçmişte ya da şimdi yapılan işlerin, alınan kararların, tutulan pozisyonların gelecek nesilleri etkilemesi perspektifi de “yetimin hakkı” metaforuna içkindir.

Şunu biliyoruz ki hakların büyük kısmı ondan yararlananları önceler. Genelde tüm haklar, tecrübe ile meşruiyeti güçlenen bir değerler dünyası içinde oluşur. Öte yandan değerlerin somut durumlardan mı neşet ettiği yoksa onlara öncel mi olduğu tartışması kadim bir tartışmadır. Ama bu tartışmanın neresinde vaziyet almış olursak olalım varoluş durumu ile meşruiyet durumu arasındaki örtüşme kadar ayrışmaların da olduğunu açıkça görebiliriz. Yani bir şeyin varoluşu onun meşruiyeti için yeterli gerekçe oluşturmadığı gibi varoluş koşulları meşruiyetten tümüyle ayrı da düşünülemez. Başka türlü olan her şey tanımı gereği meşru olacağı için “var olma” ile “meşru olma” olarak iki ayrı nitelemeye ihtiyacımız olmazdı. Bu sebeple varoluş tarihi olan her şeyin ayrı bir meşruiyet tarihi de olur. Sadece varoluş tarihine odaklanmak da zaman içinde kazandığı meşruiyet durumunu esas alarak varoluş tarihini göz ardı etmek de övünülecek bir yaklaşım değildir. Bu sebeple tüm hakları, onları var kılan koşullar ile çoğunlukla o koşullardan daha uzun süre içinde kazanılan veya kaybedilen değer yargılarıyla irtibatlanarak kabullenilmelerini sağlayan meşruluk süreçlerinin karşılıklı etkileşimine bakarak konumlandırmak gerekir. Tam bu noktada tartışmanın rotasını telif hakları konusuna kırabiliriz.

Haklarda Süreklilik ve Değişim

Hakların sınırlarının belirlenmesi ve sürekliliklerinin sağlanmasında meşruiyet çok önemlidir. Zira herhangi bir hakkın muhafazası ve gereğinin yerine getirilmesinde temel itici güç, sahip olduğu meşruiyettir. Dikkatli bir gözle bakarsak bir yanda tarihin vitrininde zamana karşı dirençli ve sürekli kendine yeni alanlar açan hakların çokluğu dikkatimizi çekerken; diğer yanda tarihin çöplüğünde de, meşruiyetini kaybeden hakların bir kısmının can çekiştiğini, bir kısmının da çoktan ruhunu teslim ettiğini görürüz. Unutmayalım bir zamanlar insanların diğer insanları (köle) alıp satma hakkı vardı, şimdi sadece spor kulüpleri o hakkı kullanıyor. Aileden miras kalan yönetme hakkı bazı ülkelerde çöplükte, bazılarındaysa hâlâ vitrinde. Bu yönüyle bakıldığında insanlığın tekdüze bir haklar tarihi olduğu da söylenemez. Bu sebeple belirli bir bağlamın pratiğine dayalı olarak oluşan bir soyut haklar listesi yapmak, hatta o hakları da çok soyut bir çatı altında toplamak (kul hakkı, tüyü bitmemiş yetimin hakkı, insan hakkı gibi) hak bilincinin oluşmasında çok faydalıdır ama hakların hayatın içinde fiilen işe yaramaları, somut durumlarda neye karşılık geldiklerinin yakından izlenmesine ve meydana gelen değişiklilere hızla uyarlanabilmelerine bağlıdır. Yoksa hukuki haklar ile kullanılan fiilî haklar arasındaki mesafe gittikçe açılır. Bir hakkın sadece soyut haklar listesinde yer alması, insanların hayatlarını kolaylaştıran bir işlev görmeye hiçbir zaman yetmez, meşruiyet de kazanması lazım. Zira bir hakkın, hak olarak tanımlanmasının sağlayacağı avantajları muhafaza etmesi onun meşruiyet düzeyine bağlıdır. Yani genel olarak haklar, burada konumuz olması bakımından özel olarak telif hakları toplumun meşruiyet anlayışı içinde neşvünema bulur.

Bu genel girişten sonra şimdi telif hakkının nasıl bir hak olduğuna bakalım.

Zihin emeği içeren ürünlerin farklılığı (resim, müzik, söz, plan, tasarım, model, formül, beste, şiir, roman, bilimsel makale vb.) onlara ilişkin hak oluşturma süreçlerini ve hakların sınırlarını da doğal olarak farklılaştırır. Bu sebeple bir alandaki örnekler diğer alanlarda aynen geçerli olmayabilir. Bunu başta belirterek buradaki akıl yürütmeleri daha çok kitap üzerinden yapacağız.

Telif Hakkı Ne Tür Bir Haktır?

Hak, var olan veya bir şekilde oluşturulan toplam faydadan taraflara düşen payı tanımlar. Bulunduğunuz ortamlarda fayda veren şeylerden sizin ne kadar yararlanma hakkınızın olduğu, yaşam standardınızın temellerini oluşturur. Hakların bir kısmı sizin katkılarınızın karşılığı, diğer kısmı da gruba (aile, akraba, topluluk, millet, tüm insanlık vb.) üye olmanızın bir sonucudur. Yani bir kısmını varlığınızla bir kısmını da varlığınıza ek olarak gayret ve çabanızla elde edersiniz. Her hakkın içinde bu iki boyut değişik ölçülerde bulunur.

Yazdığınız bir eserin neyi sizin hakkınızdır? O hakkın içinde neler bulunur? Bu yazı bağlamında olayın biri faydanın oluşturulmasına olan katkı, diğeri de oluşan faydadan kişiye ne kadar pay düşeceğinin nasıl belirleneceğine, yani önce işin fayda oluşturma yönüne sonra da sahiplenme imkânlarına bakalım.

Telife konu olan şeylerin oluşumunda bir fayda oluşturma amacı olduğu varsayımımızı koruyarak şu soruyu soralım: Bir birey, zihninde oluşan bir bilgiyi başkalarının da görebileceği bir sahaya (yazılı, sözlü, görüntülü biçimde) niçin çıkarır? Onlara yararlı olmak için mi, kendisine kazanç (gelir, prestij, güç) sağlamak için mi, yoksa her ikisi için mi? Örneğin sizin dışınızdakilerle fikirlerinizi paylaşmak, bir konuda yorumunuzu, bakış açınızı dile getirmek veya tahayyüllerinizi onlara iletmekte biricik amacınız başkalarına yararlı olma arzunuz mudur? Burada başkalarına yararlı olma vurgumuzun nedeni, eğer bir kişi sadece kendisine yararlı olacak bir fikrî mülkiyete konu ürün üretiyorsa (onu karşılıklılık ilkesi çerçevesinde dolaşıma sokmayacaksa), daha sonra ele alacağımız rakipsizlik özelliği nedeniyle onun bir hak olarak koruma altına alınmasına ihtiyaç olmayacaktır. Yani kimseyle paylaşmazsanız sizin dışınızdakilerin onu sizden almaları söz konusu olamaz.

Fikrî mülkiyet ürününü başkalarıyla paylaşılabilir bir düzleme taşımak ya onları sadece kendi yararına etkilemek ya da onlara da fayda sağlayacak bir amaç taşındığını gösterir. Açık biçimde sadece kendi yararı için etkileme amacı (onları kendine itaat ettirmek, onların sevgi ve hayranlığını kazanmak vb.) için yaratılan fikrî ürünlerin meşruiyeti yok denecek kadar düşüktür. “Gel sana hiç faydası olmayacak şeyler anlatayım” diyerek kaç dinleyici bulabilirsiniz? Bulursanız bile anlattıklarınızdan kendilerine yararlı bir şeyler umdukları için dinlerler. Onlar için bu yarar yalnızlıklarını gidermek, kendilerini eğlendirmek veya ne anlatacağınıza dair meraklarını gidermek de olabilir. Bu yüzden söz konusu üretimi korunması gereken hak kapsamına sokamazsınız. O zaman geriye ikinci şık kalıyor: Hakka konu olabilecek fikrî ürünün başkalarına da fayda sağlama amacı olmalıdır.

Öte yandan zihinsel ürünlerinizi başkalarıyla paylaşmanın meşruiyet gerekçesi bakımından sadece yararlı olma niyeti taşınması yeterli olur mu, yoksa bu ürünlerin fiilen yararlı olup olmadığının tespiti de gerekir mi konusu ayrı bir tartışmadır. Yararın ne zaman ortaya çıkacağı konusundaki belirsizlik, (bazen bu yarar hemen, bazen de yüzyıllar sonra ortaya çıkabilir) bu bağlamda kesin yargılarda bulunmayı zorlaştırır. Bu konuya telif haklarının geleceği bahsinde geleceğiz.

Diyelim bu yararın şimdi ve gelecekteki etkilerini hesaplama sorununu aştık ve siz fikirlerinizle başkalarına yararlı oldunuz. Peki, bu durumda, bu yararın ne kadarının size dönmesini talep etme hakkınız var? Öte yandan başkalarıyla paylaştığınız fikirleriniz onlara zarar verirse ne olacak? Örneğin borsa ile ilgili bir yazınızı okuyup borsadan kazanç elde eden kişinin kazancına bir şekilde ortak olabilir misiniz? Tersinden zarar ederse de zararına?

Yani sizin de katkılarınızla ortaya çıkan bir yarar olsa da bunun ne kadarının size ait olacağının belirlenmesi ciddi bir sorun olarak ortada duruyor. Söz konusu yazının ne kadarı “saf” sizin ürününüz olarak tanımlanabilir? Borsa ile ilgili yazı yazarken, size okuma yazmayı öğretenden başlamak üzere, bilgilerinizin oluşumuna katkısı olan her bir kişinin sizin birikiminiz üzerinde ne kadar “hakkı” olduğunu hesap edebilir misiniz? Bu hak sahipleri arasında ilk alışveriş deneyiminizi yaşatan büyükleriniz de vardır muhtemelen, iktisada giriş dersinizi veren Zeynep hocanız da. Hadi işi biraz abartalım sizin o yazıyı yazarken kullandığınız borsa verilerinin size kolayca ve güvenle ulaşmasını sağlayan yazılımları geliştiren, hatta o yazılımları geliştirenleri yetiştirenlerin de hakları olabilir. Her birinin nihai fayda üzerindeki hakkını nasıl ödeyip geriye kalan sizin net hakkınızı nasıl belirleyeceksiniz? Bu gibi bir hak taksiminde ne kadar geriye gitmek “uygundur”? Kaç nesil? Niçin? Hesap işini hallettiğinizi varsayalım, söz konusu yazınızdan elde edeceğiniz telif hakları kapsamında onların payını kendilerine (isteseniz bile) verebilir misiniz?

Ölümü üzerinden diyelim 70 yıldan fazla süre geçmiş olanlara telif ödemiyor olmamızın sebebi, onların birinci kuşak varislerinin hayatlarını idame ettirmeye artık ihtiyaçlarının olmaması mı? Telif hakkı denilen şey aslında katkısı olanların paylarını adil biçimde belirlemeye mi yoksa şimdi yaşayan insanların hayatlarını sürdürebilmelerine, yani geçinme kaygılarının giderilmesine mi bağlı? Eğer öyleyse bir gayrimenkulün mülkiyeti, 100 yıl sonra bile miras hakkı olmayan başkalarının kullanımına geçmiyorken fikrî mülkiyette ölüm üzerinden belirli bir süre geçmiş olmasının hakkı sonlandırmasının anlamı nedir?

Bu soruların olası cevapları düşünüldüğünde, telif hakkı oluşumunda bireysel yetenek, gayret, deneyim ve yaratıcılık yanında toplu tüketim hakkı veren bir boyutun da olduğu açıkça anlaşılıyor.

Herkesin sahip olduğu “ortalama” bilgiler değil de “kilit” bilgiler söz konusu olduğunda telif hakkı doğuyor diyelim. Bir eseri müstakil eser yapan içerikleri ayrıştırmanın zorluğu ortada. Her yazıda size özgü ana tezi anlamayı kolaylaştıracak arka plan bilgileri var, iddiaları destekleyecek mümkünse ispatlayacak ve bir zamanlar sadece birilerinin fikriyken zamanla herkese mal olmuş bilgiler var. Asıl önemlisi kimden aldığınızı hatırlamadığınız, hatta nasıl öğrendiğinizi, neyin aklınıza düşürdüğünü bilemediğiniz birçok “örtük bilgi” de var. Etkilendiğinizin farkında olduklarınızın isimlerini veya eserlerini yazınızın içinde veya sonunda belirtmek suretiyle onlara olan telif borcunuzu ödemiş olur musunuz? O fikirlerin size değil de onlara ait olduğunu söylemek, size, onlara veya okuyucuya ne tür bir “fayda” sağlıyor ki kaynağını belirterek kullanmanız telif hakkı ihlali kapsamına girmiyor? Ya da bir kitabı veya makaleyi, fotokopisini çekerek baştan sona okumak ile çekmeden ödünç alarak okumak arasında ne tür bir fark vardır?

Eğer telif hakkını eser yoluyla sağlanan fayda ortaya çıkarıyorsa, satın aldığı halde okumayan veya okuduğu halde beğenmeyen kişinin, ödediği bedeli geri alma hakkı var mıdır? Birçok maddi ürün için satın alındıktan sonra belirli bir süre kullanımını engelleyecek bir hasar verilmediği sürece beğenmeme nedeniyle iade edilme hakkı vardır. Fikrî mülkiyete konu ürünlerde bu hak olabilir mi? Hatta kitabı okumak için harcadığı zamanın boşa gittiği düşünüldüğünde kitabın ücreti yanında harcanan zamanın bedelini de yazarından tazmini istenebilir mi? Ya da izlediği bir filmi beğenmediği için bilet bedeli ve boşa giden, hatta kötü geçtiği için boşa gitmekten de daha büyük bir zarar görerek kullandığı zamanı telafi ettirebilir mi? Nitelikleri ancak tüketimle belirlenebilecek eserler için özellikle geçerli olan bu telafi mekanizmasının, en azından ilk tüketim öncesinde ödeme yapmamak nedeniyle dijitalleşme sayesinde kısmen de olsa mümkün olduğuna daha sonra değineceğiz.

Bir eserin ortaya çıkışına katkısı olduğu düşünülen kişilerin adını zikretmek nasıl bir ödeşme türüdür? Bu, başka alanlarda birinden bir şey aldığınızda ona ettiğiniz teşekküre benzer bir sosyal ödeşme biçimi midir? Sizin “özgün” görüşlerinize atıf yaparak birilerinin aynı ödeşme yöntemini kullanması yeterli olmaz mı? Olmuyorsa bunun sebebi, sizin hayatınızı devam ettirecek başka bir gelirinizin olmaması mıdır? Bu durumda fikrî mülkiyeti doğuran asıl etkenin, o fikri üreten kişinin içinde bulunduğu mali durum olduğu anlamına gelir mi? Bu bağlamda örneğin maaşlı olarak çalışan bir öğretim üyesinin yazdığı eserlerin maliyetinin ne kadarı aldığı maaşın içinde ödenmiş sayılabilir! Konu ilginç ve karmaşık gerçekten. Yani öyle “kul hakkı” denerek kolayca işin içinden çıkılacak cinsten değil.

Buraya kadar işaret edilen konular, fikrî mülkiyet hakkının kapsamı ve içeriğini belirleme konusunun diğer mülkiyet haklarından açıkça farklı bir rotaya sahip olduğunu gösteriyor. Bu rotanın oluşumunda fikrî mülkiyete konu olan ürünün, onu üretenle bağlantısını zayıflatan veya tümüyle koparan teknolojilerin kilit rol oynadığını görmekteyiz. Bunlar, yazı ve kayıt teknolojileridir. Dijitalleşme bunun son evresidir. Bu konuyu sonraki yazıda ele alalım. Haftaya bekliyoruz.

Ömer Demir
+ diğer makaleler

ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümünden 1988’de lisans ve 1990’da yüksek lisans derecesi aldı. 1993 yılında Anadolu Üniversitesinde İktisat alanında doktorasını tamamladı, 1996’da doçent 2009’da profesör oldu. Üniversite dışında TÜİK, YÖK ve ÖSYM’de yönetici olarak çalıştı, TÜBİTAK bilim kurulunda görev yaptı. Halen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinde öğretim üyesi. İktisat metodolojisi ile iktisadın kurumsal yapılarla ilişkileri konusunda çalışmalar yapıyor.