FİKRİ MÜLKİYET HAKLARININ GELECEĞİ: ESERLERİ İNTERNETTEN BEDAVA DAĞITMAK CAİZ MİDİR?

– Ömer DEMİR

Geçenlerde çoğunluğu akademisyenlerden oluşan bir sosyal medya grubunda, üyelerden biri birkaç ciltlik İslam Tarihi ile ilgili bir eseri paylaşmıştı. Bunun üzerine grupta, bu paylaşımın yazarın telif haklarının ihlali olup olmadığı meselesi gündeme geldi. Oradaki tartışma çok kapsamlı olmamasına rağmen yeni teknolojilerin oluşturduğu ortamda mevcut telif hakları sistemini sürdürmenin kolay, hatta mümkün olmadığını öne çıkaran yorumlar yapıldı. Her akademik toplulukta olduğu gibi burada da farklı ve zıt görüşler dile getirildi, gerekçeler sıralandı. Sıkı geleneksel telif hakları savunuculuğu yapanlar yanında dünyanın da hızla serbest erişime doğru yol aldığına, telif haklarının da buna göre yeni bir hukuki tanıma kavuşturulması gerektiğine işaret edenler de oldu. Ben tartışmayı hakların arkasındaki ekonomik rasyonalitenin ne olduğuna taşıyınca bir arkadaş “ama telifin ihlali aynı zamanda bir kul hakkı değil mi” diye yazıverdi. Yani işin bir de “dinî” boyutu olmalıydı.

Bu konuyu dört bölümlü bir yazı dizisi ile ele almayı düşünüyorum. Konuyu dört yazıya ayırmamın sebebi bu ortamda yazılan yazıların uzun olmasına dönük itirazlar. Uzun bir yazı yazmamak için dört yazı yazmak biraz Laz usulü bir çözüm ama benim bulduğum şimdilik bu!

İlk yazıda, konuyu ekonomi terminolojisi ağırlıklı ele alacağımız için bazı kavramlara açıklık getirmekle işe başlayacağız. Bu bölüm biraz Ekonomiye Giriş 101 kıvamında olacak. Sebebini biraz sonra açıklayacağım. İkinci yazıda hakkın nasıl oluştuğuna göz atacağız. Burada kamusal veya özel mal ve hizmetler nasıl birer hak haline gelir ve zamanla hakkın kapsamı niçin değişir konusunu ele alacağız. Üçüncü yazıda telife konu fikrî eserlerin diğer mülkiyet türlerinden farkına eğileceğiz. Son yazıda da telif haklarının gelecekte nasıl bir yöne doğru evrileceğine dönük tahmin ve önerilerimizi sunacağız.

Orta Malların Trajedisi ile Çok Ortaklı Mülkiyet Trajedisi Arasına Sıkışıp Kalmak

Her ne kadar başlıkta dinî çağrışım yapan “caiz” kelimesi geçiyor olsa da bu yazı dizisinde telif konusu daha çok fayda, maliyet ve verimlilik gibi ekonomi kavramları bağlamında ele alınacaktır. Çünkü telife konu şeyi (bilgi, buluş, keşif, güfte, beste veya seslendirme, resim, çizim, tasarım, kurgu vb.) üretmek özünde bir fayda yaratma faaliyetidir. Yaptığımız her yorum, yazdığımız her yazı veya geliştirdiğimiz her formül, sınırları tam olarak belirlenemese de, sonunda bir fayda yaratma girişimi olarak görülebilir. (Örneğin yazarın okuduğunuz bu yazıyı yazma amaçlarından biri, telif konusunda okuyuculara yeni bir bakış kazandırarak onların konuya bu şekilde bakmaları halinde olup biteni daha kolay anlamalarına yardımcı olacak bir fayda oluşturmaktır (muhtemelen!). Diğer amaçlar yazılar ortaya çıktıktan sonra belirlenecek!) Her fayda yaratma faaliyeti, yaratılan faydayı meydana getirenlerin üretim sürecindeki rolleri ile ortaya çıkan faydadan kimlerin hangi koşullarda istifade etmelerinin uygunluğuna dair bir anlayış ve kabuller sistemi içinde vuku bulur. Bu sebeple konu tam da ekonominin konusudur.

Şimdi, konuyu ekonomi bağlamında tartışırken kullanacağımız bazı kavramlara biraz daha açıklık getirelim. “Uff, bu kavram tanımlama işi çok sıkıcı, İktisada Giriş 101 dersine mi geldik” demeyin lütfen, kavramlardan aynı şeyi anlamaz isek sonunda bir türlü uzlaşamıyoruz. Yazının sonunda konu  “Tamam anladık yel değirmeninin de suyu nereden geliyor”a dönüyor. “Yel değirmeninin ne olduğunu biliyorsan hâlâ niye suyun peşindesin” diyemiyor insan. Kibarlıktan uzaklaşmayayım diye “Yanlış anlattım galiba” demek zorunda kalıyor! Baştan tedbirli olmak iyidir!

Fayda (ihtiyaç veya isteğin karşılanma düzeyi) ve fiyat (bu isteğin karşılanabilmesi için gerekli fedakârlık) birbiri ile ilişkili ama farklı şeylere işaret eder. Burada iki temel kural vardır: Faydası olan çok az şey bedavadır. Çünkü mallar onlara olan talebin tümünü karşılayamayacak miktarda olmak anlamında kıttır ve bu yüzden fiyatlanırlar. Ancak fayda ile fiyat birbiri ile uyumlu olursa gönüllü mübadele olur. Ayrıca mübadele olması için de mülkiyet hakkının söz konusu olması lazım. İsteyen herkesin ihtiyacını karşılayacak kadar bol olan serbest mallar ise doğada insan müdahalesi olmadan var oldukları için mübadele dışında kalırlar. Bu kıt mal ile serbest mal ayırımının konumuzla ilgisi son bölümde gelecek. Oraya kadar tanımları aklımızda tutmaya gayret edelim!

Bir şeyi kullanma veya tüketme hakkı sizde olacak ki onu fiyatın hakemliğinde, mübadele yoluyla, rızayla başkasına devredebilesiniz. Fayda sağlayan şeyi (maddi veya manevi) bir insanla irtibatlandırma düzeyi de mülkiyet ilişkisini oluşturur. Tek kişi veya aralarında kolay anlaşabilecek az sayıda kişiyle irtibatlılığa özel mülkiyet, topluluğun tümüne irtibatlılığa da ortak mülkiyet adını veriyoruz. Her toplumda bu iki uç arasında birçok mülkiyet tonu bulunur. Bu sebeple mal ve hizmetlerin fiili mülkiyet ilişkisi ilk anda sanıldığından daha da karmaşıktır. Sizin olanda, çoğu zaman değişik oranlarda başkalarının da hakları vardır. İki uç durumu ifade eden dildeki “benim” ve “bizim” arasındaki farkın nasıl ortaya çıktığı ve dünyayı anlama, algılama ve oluşan faydanın bölüşümünde ne tür işlevler gördüğü çoğu zaman örtük bilgi mesabesindedir. Ne mi demek istiyoruz?

İnsan bedeninin kendisine ait olduğu düşüncesi özel mülkiyetin başlangıcıdır. Ama dünyaya gelen beden (bebek) bir topluluk sayesinde insan olur: Yani o “ben” demeye başladığında, ben demesini mümkün kılan dil başta olmak üzere kendisine ait olduğunu düşündüğü şeylerin neredeyse tamamı ondan öncekilere aittir; yani “ben” aslında “başkalarının” eseridir. İşte bu “ben”in nüvesini oluşturan bedene içkin, onun kadar sağlam bağ kurulamasa da ona benzer biçimde sahiplenilebilecek özelliklere sahip olacak biçimde eklenen her şey özel mülkiyetin kapsamına girer.

Öte yandan herhangi bir şeyin özel mülkiyet olarak tanımlanmasının kendisi kamusal mal niteliğindedir. (Biraz karışık olduysa ilerde netleşeceğini umarım, hemen vazgeçmeyiniz!) Yani, özel mülkiyetin var olması sadece sahiplenenin değil diğerlerinin de sahiplik konusu üzerinde uzlaşmasını gerektirir. Çünkü “Bu benimdir” demekle o şey kendiliğinden sizin olmaz (hatta özel mülkiyetin başlangıç noktası olan bedeniniz bile). Diğerlerinin de “evet, o sizindir” demesi lazım. En azından yeteri kadar sayıda “diğerlerinin.” (Aynen bir devlet olma iddiasının/teklifinin/isteğinin gerçekten bir devlet olabilmesi için diğer devletler tarafından tanınması gerektiği gibi.)

Öte yandan insanın bilinç sahibi olup “ben”i fark etmesi de ancak bir topluluk sayesinde olur. Kendini fark etmeyle başlayan “ben” ve “biz” farkının sınırları zaman zaman birbirine karışır. Bu yüzden fayda faaliyetlerinin çoğunda birikmiş bir ortak katkı vardır. İnsanlar birlikte yaşadıkları diğer insanlarla etkileşim yoluyla fayda yaratır ve onu aralarında uzlaştıkları bir yöntemle paylaşırlar. Bazen “ben” öne çıkınca işler daha iyi olur, bazen de “biz.” O sebeple hem faydası olan bir şeyin sahibinin belli olması ve sahibinin üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunmasının hem de mülkiyetin belirli düzeyde etkileşim içindeki topluluğa ait olmasının savunulmasının haklı gerekçeleri olabilir. Farklı toplumlar, bu ilişkilerde farklı kriterler oluşturabilirler.

İktisatçılar bu farklılığın haklılığa dönüşmesini belirleyen şeyin, özü itibariyle mülkiyetin fayda üretiminde yol açtığı sonuçlar olduğunu söylerler. Buradaki ana kural kimin tükettiğinden bağımsız olarak “daha çok olanın daha iyi” olduğudur. Yani faydada çok olan aza, tersi olan zararda da az olan çok olana tercih edilir. Buna göre eğer bir mülkiyet biçimi, ortaya çıkan toplam faydanın artışına yol açıyorsa, o mülkiyet biçiminin daha çok meşruiyet kazanma şansı vardır. Bu şansı sürekli kılan da ortaya çıkan faydanın bölüşümüdür. Burada işin ikinci yönüne geliyoruz. Mülkiyet biçimi sadece üretimin ortaya çıkmasına değil, sonuçların paylaşımına da çerçeve çizer. Çok üretim olur ama fayda sınırlı kişiler arasında kalırsa sahiplenebilme meşruiyeti zayıflar. Unutmamak gerekir ki, biri yer diğerleri bakarsa orada kıyamet kolay kopar.

Üretimi örgütlerken özel mülkiyete konu edilmeyen mallarda orta malların trajedisinin meydana gelme riski yüksektir. Yani maliyetine katlanma durumuna bakılmaksızın bir maldan herkesin istediği kadar yararlanması, herkesin zararına olacak acı bir trajediyle sonuçlanabilir. Ortak mülkiyet olunca bir yandan aşırı kullanma eğilimi artar, diğer yandan da üretimini artırmaya dönük bireysel düzeyde fedakârlığa dayalı yeterli yatırım yapma motivasyonu zayıflar. Mera herkese açıksa, her bir köylü imkânlar ölçüsünce orada daha çok sürü otlatmak ister; denizler herkese aitse her bir balıkçı daha fazla balık avlamaya meyyaldir. Bireylerin kendiliklerinden meradan yararlandıklarına orantılı olarak bakımına katkı sağlama veya denizden avlandığı miktara göre denizin korunmasına destek verme eğilimleri düşüktür. Sonuç, düzenleme yapılıp kişi başına göre kısıtlama yapılmaz veya diğer tedbirler alınmazsa mera çoraklaşır, balıkların nesli tükenir. Bu da az veya çok tükettiğine bakılmaksızın herkes için bir trajediye yol açar.

Bu mera ve avlanma örnekleri hem anlatım kolaylığı sağlamaları hem de sorunun çok eski zamanlardan beri var olduğunu ifade etme bakımından uygun birer örnek oldukları için ilgili literatürde yaygın olarak kullanılır. Günümüzde mera meselesi eskisi gibi gündemde olmasa da nehir, deniz veya okyanusların verimli kullanımı; hava, park, bahçe ve sokak temizliği; umumi tuvalet bakımı; kamusal aydınlatmalar; ortak yolların kullanımı; güven, ahlak, dürüstlük ve kamu düzeninin sağlanması; iklim değişikliğine yol açan karbon salınımları, uzaya fırlatılan uydular, uydu yayınları, internet dünyası vb. gibi kamusal niteliği ağır basan mal ve hizmetlerin etkinliğini sağlamada bu orta malların trajedisi durumu halen güncelliğini korumaktadır.

Üretim faktörleri özel mülkiyette olursa aşırı kullanma büyük ölçüde engellendiği gibi talebi karşılamak için üretimi artıracak gerekli yatırımların yapılması için de yeterli teşvik unsurları ortaya çıkar. Mümkün olduğu ölçüde değerli olanı özel mülkiyete konu etmeyi savunanların temel gerekçesi bu. Bu konuya daha sonra döneceğiz.

Bir de işin çoklu mülkiyet trajedisi tarafı var. O da nerden çıktı demeyin. Hepimizin bildiği bir şey. Bir üretimin farklı unsurlarının mülkiyeti farklı kişilerde olduğunda, bir araya gelip kolayca uzlaşamamaları halinde, o kaynağın hiç kimse tarafından verimli biçimde kullanılamamasıdır çoklu mülkiyet trajedisi. Çok sayıda mirasçısının uzlaşamaması nedeniyle kıymetli bir arsanın şehir merkezinde terk edilmiş biçimde beklemesi gibi. Özellikle sağlık sektöründe, elektronik üretimlerde patent haklarının böyle bir trajedi ortaya çıkardığı gözlenmektedir. “Bana istediğimi vermezseniz hiçbirinize yar etmem”, biraz daha acıklı, trajik ve tanıdık olanı “ya benimsin ya da kara toprağın” yaklaşımı.

Fayda, fiyat ve değer bağlamındaki tartışmalarda, kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki fark önemlidir. Bir şeyin faydası ile fiyatı arasındaki farkı, iktisatçılar değişim değeri ve kullanım değeri kavramlarıyla ifade ederler. Doğada bol bulunan suyun değişim değeri (piyasa fiyatı) kullanım değerine (insan istek veya ihtiyacını karşılama özelliği) göre çok düşüktür. Neye kıyasla? Az bulunana kıyasla. Örneğin petrolsüz bir hayat ile susuz bir hayat arasındaki farkı ve bunların fiyatlarını düşünelim. Bir faydalı şey çok bolsa kullanım değerinden bağımsız olarak değişim değeri düşer, hatta sıfır olur, örneğin hava gibi. Nefessiz bir dakika duramayız ama havaya bir bedel de ödemeyiz. (Havaya para ödediğimiz durumlar hiç yok da değil. Manzarası güzel, oksijeni bol bir semtte havadar bir konutun kirası diğerlerine göre daha yüksek olur kuşkusuz. Ayrıca bir kısmının adının doğrudan “hava parası” olduğu ödemeler  de sözkonusudur.).

İnsanlık tecrübesi fiyatın, mal veya hizmetlerin insanlar arasında dolaşımında hakem tayin edilerek, kıt olan kaynakların etkili biçimde kullanılmasında bayağı iyi bir araç olduğunu göstermiştir. Fiyatsız dağıtım türleri (kişi başı karne ile dağıtım, el koyma gücü olana terk etme vb.) fiyat sistemine göre çoğu durumda daha verimsizdir. (Bazıları bunu da biraz tartışalım diyebilir ama o zaman vadettiğimiz tartışma konusuna ancak en erken 10 yazı sonrasında ulaşırız.)

Fiyat ile mülkiyet de birbirini tamamlar. Her şeyi fiyatladığınızda özel mal, fiyat dışı dağıtım yaptığınızda da kamusal mal özellikleri öne çıkar.

Kamusal malların iki temel ayırt edici özelliği var: Kamusal mal üretildiğinde, örneğin kamu güvenliğini sağladığınızda, oluşumuna katkı sağlamıyor diye hiçbir bireyi dışarda tutamazsınız (dışlanamazlık) ve birisinin yararlandığı güvenlik hizmeti diğerininkini azaltmaz (rakipsizlik). Özel mallar öyle değildir. Bir daireyi siz yaptırdıysanız onu istemiyorsanız başkasına kullandırmayabilirsiniz (diğerlerini dışlarsınız) ve onu başkası ile aynı anda kullanamazsınız (kullanan kullanmayana rakip olur).

Peki, bir şeyin bol olmasını sağlayan bir teknoloji gelişirse, kullanım değeri hâlâ çok yüksek olduğu hâlde değişim değeri düşebilir mi? Hatta bir mal, ilk biriminin değişim değeri çok yüksekken ikinciden itibaren serbest mal haline gelebilir mi? Kesinlikle evet. İşte, günümüzde dijitalleşme sonucu telif haklarının başına gelen tam da budur. Yeni ortaya çıkan dijital teknolojiler, özel malları adeta birer serbest mala dönüştürmektedir. Telif hakları konusunu bu gelişmelerden ayrı ele almak gerçekçi olmayacağı gibi uygulanabilir düzenleme yapmaya da izin vermez. Nasıl mı?

İlgisini çekenleri bekleriz, bir sonraki hafta bu konuya devam edeceğiz.

Ömer Demir
+ diğer makaleler

ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümünden 1988’de lisans ve 1990’da yüksek lisans derecesi aldı. 1993 yılında Anadolu Üniversitesinde İktisat alanında doktorasını tamamladı, 1996’da doçent 2009’da profesör oldu. Üniversite dışında TÜİK, YÖK ve ÖSYM’de yönetici olarak çalıştı, TÜBİTAK bilim kurulunda görev yaptı. Halen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinde öğretim üyesi. İktisat metodolojisi ile iktisadın kurumsal yapılarla ilişkileri konusunda çalışmalar yapıyor.