TOPLUMUN ENERJİSİNİ YUTAN KARA DELİK: “ANKARA”

Akif Çarkçı –

Ülkemizde mevcut sisteme eleştiri getiren ve müesses düzenin toplumun ihtiyaçlarına yeterince cevap veremediği iddiasıyla ortaya çıkan çeşitli ideolojiler ve siyasi oluşumlar ne yazık ki ülkenin sorunlarıyla baş edebilecek nitelikte entelektüel ve siyasi enerjiyi üretememiş gözükmektedirler. Türkiye’de şimdiye kadar siyasi iktidarlar ya da siyasi organizasyonlar kısır döngüye dayalı siyasi hesaplaşmalar ve boğuşmalarla siyasi ömürlerini geçirmek zorunda kalmışlardır.  Geçmiş dönemlerde etkisi çok daha belirgin olarak hissedilen vesayetçi sistemin bir sonucu olarak iktidarın halka ve halkın taleplerine dayandığı, meşruiyetini tümüyle halktan aldığı bir siyasal düzenin kurulması zorlaştırılmıştır. 

Gelinen noktada çözümü resmî ideolojinin bizzat kendisinde arayanlarla, Marksistler, Milliyetçiler ve İslamcılar arasında mevcut sistemin ıslahına dönük çabaların ortaya konulması noktasında önemli bir fark neredeyse kalmamıştır. İktidar tecrübesi yaşayan her bir ideolojik yönelim ya enerjisini kimi ülke dışı ideolojik kaynaklarda (farklı toplumların tarihsel ve siyasal tecrübelerinde) aramış, bazı siyasi oluşumlar ise önce Müslüman Türk toplumunun değerlerini öne çıkarmış daha sonra bu değerlerin içini boşaltarak istismar etmiştir.

Kapitalizmin derin bir eşitsizlik ürettiği eleştirisine karşılık, kapitalist düzene alternatif olarak doğan kimi ideolojiler de insan fıtratına seslenmeyen bakış açıları sebebiyle ve sınıf bilincinin oluşmadığı bir toplumda devrimci yöntemi denemek yanılgısıyla baş başa kalarak başarı sağlayamamış, Marksist/Leninist proje ayağı yere basmayan bir romantizm olarak kalmıştır. Günümüzde enerjisi ve meşruiyeti topluma dayanmayan hiçbir ideolojinin değişim ve dönüşüm iddiası taşıması mümkün gözükmemektedir. Üstelik resmî ideoloji ile barışık yaşayan devrimci sol anlayış resmî ideolojinin doktrinize ettiği pozitivist ve materyalist çizgiye yaslandığı için toplumdan yeterli karşılığı ve desteği bulamamıştır.

Ülkedeki milliyetçi kesim ise birkaç bin yıllık bir devlet tecrübesine dayanan ve İslam’la tanıştıktan sonra neredeyse dünyanın üçte birine hükmeden Türklüğü kurucu resmî söylemin dar anlayışına yaslanarak tanımladığı ve ulusçuluk fikrinin dar gömleğini yırtamadığı için topluma güçlü bir gelecek kuracak enerjiyi ortaya koyamamaktadır. Zira Osmanlı’nın külleri üzerine kurulan genç Cumhuriyetin kültür, etnisite ve inanç havzası Misak-ı Millî sınırlarından çok daha geniştir.

İslamcılık bir siyasal hareket olarak bilhassa yaşadığı iktidar tecrübesiyle birlikte adeta Neo liberalizme teslim olmuş, İslam dünya görüşünün insanlığa sunduğu değerler manzumesinin yeniden tesis edilmesi için yeterli fikrî ve siyasi enerjiyi ortaya koyamamış görünmektedir. İktidar nimetinin baş döndürücü imkânlarını apar topar bölüşmek kaygısıyla hareket eden eski tüfek millî görüşçüler ve İslamcı siyasetçiler, sivil toplum, aydınlar ve akademiyle el ele vererek ülkenin kronik sorunlarına reçete olabilecek ve toplumsal konsensüsü merkeze alan bir siyasal, ekonomik ve sosyal proje ortaya koyamamışlardır. Piyasa kapitalizminin çarkları arasında dünya nimetlerine hücum eden İslamcı gelenek ne yazık ki entelektüel ve kültürel enerjisini de büyük ölçüde kaybetmiş, “siyasal merkez ne der” kaygısıyla hareket eden aydınlar ve ulema ülkenin büyük çaplı problemleri karşısında güçlü çözüm paketleri ve dönüştürücü vasfı bulunan projeler üretememişlerdir.

Türkiye’de sol gelenek halkın değerleriyle kavga ettiği ve soğuk savaş dönemine uzanan arkaik bir ideolojiye yaslandığı için, sağ gelenek ise ancak bayındırlık hizmetlerine odaklanmış, eğitimi, kültürü ve bilimsel bakış açısını ihmal eden, kendisinden başka herkesi düşman olarak yaftalayan benmerkezci tutumuyla dinamik ve enerjik bir siyaset üretimine yönelememiştir.

Türkiye’de siyasetin çatışmacı, kavgacı, ötekileştirici ve düşman yaratan bir üslupla icra ediliyor oluşu toplumun da enerjisini tüketmekte, sivil toplum siyaset alanından bağımsız bir enerjiyle hareket edememektedir. Bu durum sadece resmî ideolojinin ürettiği anlayıştan kaynaklanmamakta, alternatif ideolojilerin bencil tutumundan da beslenmektedir. Ülkede her sektör maalesef siyasetin kuyruğuna takılmış, siyasetin ürettiği nimetlere yaslanmadan kendi ayaklarının üzerinde duramamaktadır. Merkezî yönetimin simgesi olan Ankara, cumhuriyet tarihi boyunca toplumun enerjisini emen, istismar eden, bir kara delik olarak ülkenin ileriye dönük atılımlarını yutan, merkeziyetçi yapısı ve burnundan kıl aldırmayan bir anlayışla toplumun önünü açmakta zorlanmaktadır.

Türkiye’de gerek bilimsel gerek fikrî gerekse iktisadi üretimin büyük bir kısmını özel sektör karşılamakta ancak bu üretimin yarattığı hasılanın büyük bir kısmını Ankara bir kara delik olarak yutmaktadır. Sermaye birikiminin gelişmiş ülkelere nazaran düşük seviyelerde olduğu ülkemizde üretimden alınan yüksek vergiler, bağımsız ve özgürlükçü düşünceye konan rezervler, entelektüel ve akademik sahada ortaya konan üretimin resmî sınırlar içerisine hapsedilmesi, bürokratik, merkeziyetçi yapılanmanın tarım toplumunun ihtiyaçlarına göre dizayn edilmiş arkaik yapısı, bilgi toplumu örgütlenmesini bir türlü gerçekleştiremeyen kamu örgütlenmesi, çıkar ilişkileri ve rant üzerine kurulan siyasi hayat çözüm merkezi rolünü elinde tutan Ankara’nın aslında ülkede ve toplumun sırtında ne büyük bir yük olduğunun açık kanıtlarıdır.

 Öte yandan toplumun böyle bir sistem karşısında demokratik taleplerini yeterince güçlü bir şekilde dile getir(e)memesi ve her türlü sorununun çözümünü devlet ve siyaset mekanizmalarından beklemesi bu kısır döngüyü güçlendirmektedir. Kimi sermaye grupları ekonomik kaynaklar üzerinde kadim hak sahibi oldukları zehabına kapılarak siyasetin finansmanını sağlamakla görevli birer misyoner gibi hareket etmektedirler. Bu zümrelerin ürettiği kadük anlayış ise ülkenin bütün enerjisini betona, taşa ve toprağa gömen; eğitimde, kültürde, sanatta ne yüzü ne de gözü olmayan bir siyasal iklim doğurarak devlet aygıtını da dönüştürmekte; kârın, sermayenin, nüfuz ve paranın olmadığı alanlara yatırım yapmaktan kaçınan bir kamu anlayışı ortaya çıkmaktadır. Tabii olarak gelişmekte olan ülkelerde altyapı yatırımları da büyük önem arz etmektedir. Ancak kültür ve eğitime yapılan yatırımların bunlarla eş zamanlı olarak gerçekleştirilmesi, toplumun iktisadi yönden güçlenmesiyle birlikte bu gelişmenin zorunlu kılacağı kültürel düzeyin kazanılması meselesi bakımından da önem taşımaktadır. Ekonomik olarak zenginleşen bir toplumda eş zamanlı olarak eğitim ve kültürel kalkınma sağlanmadığı takdirde iktidar gücünün merkezine paranın ya da sermayenin yerleştiği bir sistem kaçınılmaz hale gelebilir.

Marksist anlayışa göre devlet devrim süreci tamamlanana kadar bütün ekonomik kaynaklar üzerinde yegâne hâkim kurumdur. Bu kaynaklar uygulamada devlet adına komünist partinin kurduğu politbüro eliyle yönetilir. Liberal anlayışta ise devlet, kendisinden beklenen kamusal hizmetlerin büyük bir kısmını özel sektöre devretmeli (adalet, güvenlik, millî savunma gibi hizmetler hariç), bizzat mal ve hizmet üretmekten kaçınmalıdır. Liberaller, “ey devlet elini üzerimizden çek” diye seslenirken, Marksistler ise özel sektörün enerjisini ve üretimini tamamıyla hiçe saymaktadırlar.

Türkiye’de ise durum biraz karışıktır. Ankara, bir taraftan özel sektörün enerjisini yutan bir canavara dönüşürken öbür taraftan da Neo liberal çizgiye kayarak bazı kamu hizmetlerinin devlet tekelinden çıkarılması için elinden geleni yapmaktadır. Bu karmaşık durum ülkede ortaya çıkan belli başlı problemlerin en büyük kaynağıdır. Örneğin döviz kuru, borsa, faiz gibi spekülatif kazançları etkin biçimde vergilendirmekten çekinen devlet reel anlamda mal ve hizmet üreten girişimcinin sırtına ağır vergi ve prim yükleri sararak kamu maliyesini dengede tutmaya çalışmakta, öbür taraftan kamu kaynaklarının dağıtımında özel sektörü besleyecek adil bir dağıtıma yönelmemektedir. Büyük çaplı kamu yatırımlarının kamu bankalarından sağlanan kredilerle özel sektör işletmelerine yaptırılması, “yap-işlet-devret” modelinin “yap” kısmının “kendi kaynağınla değil, devletin kaynağıyla yap, kaymağını ye” olarak anlaşılması gerçekten garipsenecek bir durumdur.

Burada ortaya çıkan tablo şudur: Türkiye’de vergilerin büyük bir kısmını ücretliler ve girişimciler ödemekte, ancak buradan toplanan kaynak ücretlilere ve girişimcilere ve dahi girişimcilerin emrinde çalışan işgücüne adil bir şekilde geri dönmemektedir. Siyaset kurumu kaynak dağıtırken daha evvel kendisini finanse eden merkezlere daha hoşgörülü davranırken sermayenin tabana yayılması ve toplumsal refahın artırılmasına dönük bir proje üretmekten aciz kalmaktadır. Burada ortaya çıkan eşitsizlik insanları üretme ve dinamik kalma noktasında takatsiz bırakmaktadır. Üretilen refahtan adil bir şekilde hakkını alamadığını düşünen insan kaynağı, süreç içerisinde eğer bir miktar sermayeye sahip olmuşsa bunu vergi, pirim, faiz üçgeninde heba etmemek adına kolay kazanç mekanizmalarına yönelmektedir. Sıradan ücretliler ve geçimlerini el ya da beyin emekleriyle karşılayan kesim ise kaderine razı olarak küçük de olsa yeni girişim alanlarına yönelmemekte, başkalarının emri altında hayatlarını devam ettirip bir an evvel emekli olma hayalleriyle yaşamlarını heba etmektedirler. İşte bu tablo Ankara’nın toplumun enerjini yutan ne denli büyük bir kara delik olduğunun en büyük kanıtıdır.

Çıkış yolu ideolojik körlükleri bir kenara bırakarak adil bölüşüme dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan, insan hak ve özgürlüklerinin merkeze alındığı, siyaset-ordu, siyaset- sermaye ilişkilerinin sağlıklı temellere oturtulduğu bir düzene geçiş yapmadadır. Bu süreçte sivil toplum, akademi, teknokrasi ve aydınlar ideolojik farklılıklarına bakılmaksızın siyasi karar alma süreçlerine dâhil edilmeli, toplumun ihtiyaç ve beklentilerini merkeze alan, enerjisini ve meşruiyetini direkt olarak halktan alan demokratik bir düzen tesis edilmelidir. Bu ana ilkeye hiçbir siyasal kesimin itiraz etmeyeceği ortadadır ancak bu temel fikri besleyecek mekanizmalarda sorun olduğu düşünülmektedir. Diğer yandan bu noktada herhangi bir hükümet sistemi tercihi yapılacaksa, demokrasi ile güçlendirilmiş bir cumhuriyet olmak koşuluyla sistemin hangi kulvara yaslanacağının pek fazla önemi yoktur. Devlet çarklarını halkın çıkarlarına göre döndürecek ve adaleti tesis edecek her türlü (başkanlık, yarı başkanlık, parlamenter hükûmet sistemleri vs.) sistem süreç içerisinde bir ihtiyaç olarak ortaya çıkacak ve denenecektir. Parlamenter sistemle gelişme sağlayamayacağını düşünen Türkiye birkaç yıl evvel bir karar almış ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini tercih etmiştir. Burada önemli olan siyasal iktidarların devlet aygıtına ve onun insan kaynağına ideolojik dayatmalarda bulunmaması ve siyasi partilerin finansmanının sermaye gruplarınca sağlanarak bunun daha sonra bir patronaja dönüşmemesidir. Siyasal meşruiyetin ve dış kimi zümre ya da otoritelerden değil direkt olarak halktan alındığı bir sistemde patronaj ilişkileri daha sağlıklı bir zemine oturma şansı yakalayabilir. Burada önemli olan hükûmet sisteminin kendisi değil, görme biçimi ve zihniyettir. Zihniyet değişmediği müddetçe görme biçimi de değişmeyecektir. Diğer yandan insan kaynağının kendisini gerçekleştirmesini sağlayacak bir dönüşüm de bu süreçte işe yarayabilecektir. Ankara’da çok iyi eğitim almış, bilgili, görgülü ve ehliyet sahibi pek çok insan maalesef etkili makamlarda görev alamamaktadır. Liyakat sisteminin yeterince oturtulamamış olması ne yazık ki nitelikli insanların karar ve uygulama süreçlerinin dışında bırakılmasıyla sonuçlanmaktadır.

Devlet bir taraftan denetim, kontrol ve adalet gibi hassas dengeleri gözetirken diğer taraftan girişimciliğe, özgür düşünceye, bireysel haklara ve entelektüel üretime sahip çıkan bir yapıya kavuşmalıdır. Devlet toplumun önünde durmamalı, toplumun önünü açmalıdır. Toplum ise siyaset kurumunun kendisine sunacağı bazı ayrıcalıkları elinin tersiyle iterek devletin kendisine açtığı özgürlük alanında, kendi ayakları üzerinde durabilecek bir kapasiteye kavuşmalıdır. Belediyede tanıdığı olduğu için ruhsatsız otopark işleten, kaldırıma sandalye, masa atan, partinin ilçe başkanlığından isteyen, tayin ve atamada torpil bekleyen bir vatandaş modelinden kendi ayaklarının üzerinde durabilen ve kendi ürettiği kaynaklarla başkaca herhangi bir otoriteye ihtiyaç duymadan hayatını idame ettirecek yetkinliğe ulaşmış bir vatandaş modeline geçiş zorunludur. Belediye kaldırıma park eden araç sahibine, çevreyi kirleten fabrika sahibine ceza keserken “aman ceza kesmeyeyim sonra bana oy vermez” dememeli vatandaş da kurulu hukuk düzeni içerisinde mevcut yasalara saygı duyarak hayatını idame ettirmelidir. Hukukun hâkim olmadığı sokaklara kaos, şiddet ve yasadışı güçlerin hâkim olma ihtimali yüksektir. Burada ortaya çıkacak boşluğu her halükarda meşru siyasi otorite doldurmalı, toplum da bu otoriteye rıza göstermelidir.

Çağdaş demokrasilerde nepotizm, kayırmacılık, partizanlık siyasi ahlaksızlık olarak algılanır ve bilinçli toplumlar bu türden girişimlere itibar etmezler. Elbette bu hastalıklar az da olsa her demokraside vardır ama demokratik bilinç ve kültür ve refah düzeyi arttıkça bu hastalıklar tedavi edilebilir hale gelir. Türkiye’de maalesef siyasetçi de toplumda bu konuda yeterli olgunluğa erişmemiştir. Tam da bu noktada Türkiye’de siyaset kurumu devletin bu alandaki meşru gücünü, “oy kaybederim” kaygısıyla kullanmaya yanaşmamakta, toplum da daha evvel edindiği kötü alışkanlığa yaslanarak başkalarının hakkına tecavüz etme pahasına da olsa bu boşluğu kötüye kullanmaktadır.

Oysa ne devlet meşru gücünü kullanırken ceberrutlaşmalı (hukuk çerçevesi içinde denetim ve kontrol yetkisini hiçbir gerekçeye sığınmadan kullanmalı) ne de vatandaş siyasetçilere kaş göz işareti yaparak kendisine tanınan müsamahayı istismar etmelidir. Sağlıklı bir devlet toplum ilişkisi ancak sağlıklı işleyen bir hukuk düzeninde kurulabilir. Hukuk düzeninin güçlü olmadığı bir ülkede girişimcilik olmaz, yatırım olmaz, istihdam olmaz. Yatırımcı güven duyduğu bir siyasal ortamda yatırım yapmayı tercih eder. Siyasetin nüfuz alanının istismar edildiği ülkelerde özel sektör yatırımları gelişmez. Ancak kamusal nitelikli yatırımlar ayakta durabilir. Özel sektörün güç yetiremediği durumlarda kamunun yatırım yapması doğaldır. Ancak bu kuruluşların da verimli ve rasyonel yönetilmesi gerekir.

Türkiye’nin hem güçlü bir devlete hem de güçlü bir özel sektöre ihtiyacı vardır. Güçlü devleti burada otoriter devlet ya da totaliter devlet anlamında kullanmıyoruz. Denetim ve kontrol yetkisini hukuk kuralları çerçevesinde kullanacak, toplumun önünü açacak kararlar alırken adalete yaslanacak, belli zümrelerin değil halkın tamamının sesi olacak ve mücazatta da mükâfatta da adaleti tesis edecek bir devletten söz ediyoruz. Güçlü özel sektörden kastımız ise yeterli sermaye birikimini sağlayabilmiş, kendisine bağlı insan kaynağını tatminkâr maddi ve manevi koşullarda istihdam edecek, yatırım ve üretimini global koşullarda gerçekleştirebilecek, gerektiğinde sosyal sorumluluklar üstlenerek kazancının bir kısmını toplumla paylaşabilecek bir yapıdır. Eğer devlet piyasa dengesi bu şekilde sağlanabilirse kuvvetle muhtemel sivil toplum gelişir, devlet yetkinlik alanlarında daha güçlü hale gelme şansı yakalar. Siyaset kurumu ve vatandaş ilişkisi şahsi ya da hizip çıkarlarından ziyade millî çıkarlara dayalı olacağından partizanlık, nepotizm ve kayırmacılık gibi siyasal hastalıkların sona ermesi beklenir. Özel sektör güçlenirse devletin sosyal harcamaları büyük oranda azalır, devletin üzerindeki yük azalma eğilimine girer. Daha çok istihdam, yatırım ve vergi sayesinde vatandaşlar , aş için siyasi parti başkanlıklarına, TBMM’ye yığılmamış olurlar. Devletin de güçlü olmasıyla birlikte devlet aygıtı büyük ölçüde bir kâr ve rant kollama merkezi olmaktan çıkar. Kaynak dağıtımında adaletin sağlanması daha kolay hale gelebilir. Ülkede böyle bir düzen kurulmadığı müddetçe sanırız devlet ve toplum ağır bedeller ödemeye devam etmek zorunda kalacaktır.

Akif Çarkçı
+ diğer makaleler

1977 yılında Ordu’da doğdu. Doktora çalışmasını Sabahattin Zaim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler bölümünde tamamladı. Özel sektörde otomotiv, eğitim, yayıncılık ve danışmanlık gibi alanlarda çalıştı. Kamu sektöründe ise belediye, bakanlık ve üniversite gibi kurumlarda danışmanlık ve yöneticilik yaptı. Halen ulusal bir gazetede köşe yazarlığı yapan Çarkçı, Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olup yayınlanmış 9 kitabı vardır. İngilizce bilir, evli ve iki çocuk babasıdır.