SOSYAL BİLİMLERE TALEP DÜŞÜYOR MU?
Ömer Torlak –
Üniversite yerleştirme sonuçları geçtiğimiz günlerde açıklandı. 2021 yılı yerleştirme sonuçlarına bakıldığında, son yıllarda var olan bazı sonuçların biraz daha ağırlaşarak devam ettiğini söylemek kabaca ilk değerlendirme ifadesi olarak söylenebilir. Fizik, kimya, matematik gibi temel bilimler yanında son yıllarda kontenjanlar azaltılmış olmakla birlikte sosyal bilimler alanlarında da kontenjanların dolmadığını, hatta Anadolu’da çok sayıda bölüme ya hiç yerleştirme olmadığını ya da bir ila beş arasında değişen sayılarda öğrenci tercihleri olduğunu gördük.
Daha önce bu ortamda gündeme getirdiğimiz sosyal bilimler için yeni bir öğretim mimarisi ihtiyacı ile bu yılki üniversite yerleştirme sonuçları arasındaki ilişkiyi bu yazıda irdelemek istedik.
Üniversite öğreniminin özellikle 21. yüzyıl için lüks bir ürün olmaktan çıktığını dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkeleri için söylemek mümkün. Dolayısıyla genç nüfusun kendilerini akranları arasında eşitleyeceğini düşündüğü üniversite öğrenimine aday görmesi de bir o kadar tabii karşılanmalıdır. Ancak bu yazıda da kısmen müzakere edildiği üzere, istihdam edilecek üniversite mezun sayısı artışını absorbe edecek istihdamı oluşturamamış olmamız, mezunların iş dünyasının beklentilerini karşılayacak yeni mesleklere uyumlu olmaması ve bu noktada iş dünyasının da mezunlara destek olacak hizmet içi eğitimlere yeterince ilgi göstermemesi gibi sebeplerle sıradanlaşan bir mal olarak üniversite kontenjanlarına ilginin her geçen gün arttığını görebiliyoruz. Bu ve benzeri sebeplerin her birinin ayrı ayrı müzakere edilmesini önemli olacağı düşüncesi ile bu yazıda sosyal bilimlerle ilgili alanlara olan talebin düşü sebepleri üzerinde biraz daha ayrıntılı bir şekilde durmaya çalıştık. İş dünyasına ilişkin sebepler üzerinde belki ayrı bir yazı üzerinde durmak ihtiyacı ile bu yazıda YÖK ve üniversiteler ile akademisyenlere ilişkin değerlendirmelere yoğunlaşılmıştır.
Sosyal bilimlerin hukuk ve ilahiyat/İslami ilimler alanlarını biraz istisna kabul ettiğimizde hemen tüm alanlarındaki kontenjanların, son yıllarda her geçen yıl kontenjanlarda azaltma olmasına rağmen niçin dolmadığı sorusunun cevabını talep ve arz yönlü olmak üzere esasta iki açıdan değerlendirmek uygun olur. İstisna dediğimiz ilahiyat/İslami ilimler kontenjanlarında da doluluk oranlarının azaldığını, ileriki yıllarda hukuk alanında da benzer durumların yaşanacağını kestirmek içinse kâhin olmaya gerek yok sanırım.
Bu seneki sonuçlara ilişkin talep ve planlama boyutuna ilişkin değerlendirme yanında sınav zorluğu ve buna bağlı olarak oluşan tercih yapabilecek aday sayısındaki ciddi azalma konusuna da kısaca değinmek yerinde olacak.
Bu son ve sıra dışı sayılabilecek sebep ile başlayacak olursak, hemen tüm yorumlardan anlaşıldığı üzere, ÖSYM’nin tarihindeki en zor üniversite giriş sınavı yaptığı sonucuna ulaşılabilir. Zaten hemen her sınav alanına ilişkin azalan net cevaplama sayılarının daha da düştüğü ve bunun doğal sonucu olarak da tercih yapmaya elverişli baraj puanını aşabilen aday sayısının geçen yıllara oranla alanına göre 200 bin ila 300 bin arasında azaldığını gördük. Bunun doğal sonucu olarak da açıklanmış olan kontenjanlarda geçen yıllara göre doluluk oranlarında sayısal alanlarda yaklaşık %40’lık, sözel ve eşit ağırlıklı alanlarda ise yaklaşık %60’lık bir azalama olacağı yerleştirme sonuçları açıklanmadan da uzmanlarınca beklenen bir sonuçtu.
Şimdi gelelim üzerinde durmak istediğimiz asıl iki sebebe: Niçin sosyal bilim alanlarında tercihler her geçen gün azalıyor ve niçin bu işin planlamasına ilişkin doğru politikalar geliştirilemiyor? Bu soruların cevabını irdelemekle aslında bu seneki sınavın zorluğunu tek başına günah keçisi olarak ilan etmenin yanlış olacağı kanaatini de güçlendirmek çabasındayız.
Sosyal Bilimlere Talep Niçin Azalıyor?
Üniversite öğrenimine istihdam odaklı bir yaklaşımın ülkemizde baskın bir anlayış haline geldiği aşikârdır. Genç işsizliğin arttığı hemen tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler bağlamında böyle bir yaklaşımın doğal karşılanması gerekir. Ancak ülkemiz ile gelişmiş ve diğer pek çok ülkedeki temel farklılığa bakıldığında, bizde mesleki eğitimin önemsizleş/ti/rildi/ği olgusu öne çıkmaktadır. Genç yaşta mesleki bilgi ve becerileri ile istihdama katılabilmeye imkân veren mesleki eğitimin pas geçilip hemen tüm okuyan gençlerin üniversite öğrenimine yönlendirildiği bir atmosferde tüm bunları yaşıyor ve konuşuyoruz. Öyle ki, sosyal ilişkilerde, hatta evlilik söz konusu olduğunda bile üniversite öğrenimi almış olmak olmazsa olmazlar arasına kaydedilmiş durumda. Böyle olunca pek çok gelişmiş ülkeden daha fazla üniversite mezunu olan, ancak sahip olunan diplomaların anlamsızlaştığı bir sürece girmiş durumdayız. Bu noktada OECD ülkeleri ortalamasına oranla yükseköğretimde okullaşma oranı bakımından gerilerde olmamız gündeme getirilebilir. Ekonomik gelişmemizin büyüklüğü ile üniversite mezunlarına istihdam sağlayamama konusu birlikte düşünüldüğünde, mevcut okullaşma oranımızla bile mezunların istihdam edilemediği ülkemizde üniversite mezunları ve dolayısıyla öğretiminin değeri daha da düşmektedir. Dolayısıyla bir yandan yükseköğretimde okullaşma oranında OECD ortalamasına yaklaşalım derken bunun beraberinde getirdiği sonuçları absorbe edecek ekonomik ve sosyal politikaları da yeterince geliştiremediğimiz konusu gündeme gelir. Bu ise başka ve daha uzun soluklu çalışmalara konu olabilecek bir başlıktır.
Her ile bir üniversite yaklaşımı ile karşılıklı beslenen bu “hormonlu” gelişme sonucunda en kolay ve düşük maliyetli bölümler olarak açılan ve öğretim elemanlarına ek gelir kaygısı taşıdığı intibaını veren ikinci öğretimleri ile kabarıklaşan kontenjanlardan mezun olan öğrencilerin genç işsizler arasına katıldığı süreci fiilen yaşıyoruz. Mezunu, ailesi, yakın çevresi ile birlikte artık sadece meslek lisesi mezunlarının yeterlilikleri değil, üniversite mezunlarının yeterliliklerini tartışıyoruz. Biraz önce ifade etmeye çalıştığım gibi sadece işyerleri, insan kaynakları yetkilileri, akademik jüriler değil, evlenmeye aday gençler ve onların aileleri de yükseköğretim mezunu evlilik adaylarının yeterliliklerini ciddi ciddi radarına almış durumda. Hâli vakti yerinde olan aileler, çocuklarını, yüksek ücretlerle itibari değeri yüksek vakıf üniversitelerinde ya da yurt dışında okutmayı tercih ediyor.
Sosyal bilimlere ilişkin talebin azalmasında tarih, edebiyat vb. bazı bölümlerde öğretmenlik talebinin azalmış olması da bir etken. Yine bu tür alanlarda çok sayıda mezun arasından çok sınırlı sayıda kişi bilimsel araştırma ve akademik çalışma imkânı elde edebiliyor. Sadece ilgi duyduğu için ya da düşen puanları sebebiyle bu alanları tercih edenlerin bir kısmı özel ilgi, bir kısmı ise lisansüstü eğitimle farklılaşabileceği ya da iş dünyasına katılımın ötelenmesi gibi sebep veya amaçlarla hareket ediyor görünüyor.
Psikoloji ve yönetim bilişim sistemleri gibi sosyal bilim alanlarında değişen toplum ve piyasa beklentilerine karşılık geldiği için doluluk oranlarının nispeten yüksek olduğunu görebiliyoruz. Buna karşılık, iktisat, işletme, bankacılık, uluslararası ticaret, maliye, uluslararası ilişkiler, kamu yönetimi, çalışma ekonomisi, siyaset bilimi gibi çok sayıdaki sosyal bilim alanında ise talebin her geçen yıl daha da azalmasını nasıl izah edebiliriz? KPSS sınavları ile istihdamın gittikçe azalmış olmasının, yukarıda sıralanan bazı sosyal bilim alanlarına talebi düşürdüğü kesin. İş dünyasında ise çok sayıda benzer özelliklere sahip ve iş dünyasının beklediği yeterliliklerden genelde uzak mezunların piyasadaki ücretleri çok düşmüş durumda. Hâl böyle olunca, adaylarda ve ailelerinde “dört yıl daha okuyup hem zaman hem de parasal maliyetlere katlanıp böyle bir sonuçla karşı karşıya gelmek ortada iken niçin dört ya da beş yıl daha zaman kaybedeyim?” sorgulaması sanki ön plana çıkıyor. Tam bu noktada, bazı söz konusu bölümler tamamen şehir, üniversite, müfredat farklılığı ya da öğretim elemanlarının yetkinliği ile tercih sebebi yapılabiliyor. Ancak bunların sayısı ve kontenjanları da çok kısıtlı. Bu durumda artan oranda yaygınlaşan sertifika programları ile yetkinlik geliştirme çabaları gençler tarafından daha fazla tercih edilmeye başlanıyor. Buna rağmen sosyo-kültürel etkisi bakımından adayların her şeye rağmen bir üniversite diplomasına olan talepleri de hâlâ belli oranda devam ediyor. Bu noktada açık ya da uzaktan öğretim bir alternatif olsa da orada da son yıllarda ciddi talep düşüşleri gözlemlemek mümkün.
Sosyal Bilimlere Bütüncül Bakamama ve Müfredat Yenileyememe
Talep yönlü düşüş konusunu izah etmeye çalışırken biraz çetrefilli ya da kendi içinde çelişkili gibi görünse de, alanı tercihte bilinçli adayların bölüm müfredatlarına, değişim programlarına açık olup olmadığına ve öğretim elemanlarının yetkinliklerine bakarak karar verdikleri de gözlemlenmekte. Tam bu noktada, sosyal bilimlerin bahsettiğimiz bu alanlarına ilişkin yeni öğretim mimarisini, iş dünyası ve toplumsal ihtiyaçlar çerçevesinde geliştirmelerinin önemi daha iyi anlaşılabiliyor. Gençlerin, kendisini yenileyememiş öğretim elemanları yerine iş dünyasının ihtiyaçlarına uygun içerik revizyonları yapabilen müfredat ve derslere ilgi gösterdiği, bunları becerebilen öğretim elemanları ve üniversitelere daha sıcak baktığı ve bunun doğal sonucu olarak da bu bölümlerin puan ve sıralamalarının hâlâ üst sıralarda olduğunu görebiliyoruz. Bunu söylerken tabii ki her adayın ve ailelerinin bu duyarlılık ve bilinçte hareket ettikleri söylenemez. Ancak şu var ki, üniversite öğretimine önemli ölçüde istihdam odaklı bakış açısının doğal sonucu olarak “madem iş bulmakta işime yaramayacak niçin zamanımı harcayayım” gibi bir bakış açısının gittikçe yaygın hale geldiği de açık. Alternatif arayışlarda ise kişiye yetkinlik ve beceri kazandırabilecek daha kısa süreli sertifika programları öne çıkıyor. Bu alternatifleri değerlendiren adayların bir kısmı ise işin sosyo-kültürel karşılığına hizmet etmesi bakımından da açık ve uzaktan öğretim yoluyla diploma eksiğini tamamlıyor.
Yükseköğretimde Planlama Sorumluluğunun Yerine Getirilememesi
Talep tarafında bu gelişmeler olurken yükseköğretimin planlaması ile sorumlu olan tarafta neler oluyor diye baktığımızda ve bu yazının konusu bakımından sosyal bilimler alanına ilişkin yükseköğretim planlaması bakımından da bir şeyler söylemek elzem tabii ki. Burada da üniversite ölçeği ile YÖK ölçeğini ayrıştırarak değerlendirme yapmanın daha açıklayıcı ve adil olacağı kanaatindeyim.
Öncelikle YÖK ölçeğinde olaya baktığımızda azımsanamayacak bir birikimi son yıllardaki Bologna süreci ile de zenginleştiren kurumun daha çok politik mülahazalarla gelişen yükseköğretim ve üniversite ve buna bağlı olarak kontenjan planlaması konularına yeterince destek vermekten uzak olduğu söylenebilir. Baktığımız yerden görebildiğimiz, son yıllarda talep azalmasına bağlı olarak üniversitelerden gelen kontenjanların kısılması ve bir önceki yıl belli sayının altında kalan doluluk oranına sahip bölümlere kontenjan vermeme dışında somut bir adımın olmadığıdır. Böylesi bir uygulamanın ise planlama olarak adlandırılması, takdir edersiniz ki mümkün değildir.
Asgarî sayıda, ki bu sosyal bilimlerin bazı istisnaları hariç hemen tüm alanlarda üç öğretim üyesi ile kontenjan verilen bir anlayışla hormonlu bir şekilde artırılan kontenjanların bilahare sadece talebe ilişkin sonuçlara bakarak azaltılmış olması önemli bir planlama problemidir. Geçiş sürecinde çok sayıda mezunun az sayıda öğretim üyesinden ders alıp mezun olması, müfredatın mevcut hocaların tercihlerine göre oluşması gibi hususlar, sosyal bilimler alanındaki mezunların belirli bir büyüklüğe erişmesine kadar problem oluşturmadı. Ne zaman ki mezunlar kadar istihdam oluşmamaya başlandı, işte tam bu noktada iş dünyasındaki tercihlerin değişmesini bu müfredat içeriği ile yakalamanın mümkün olmadığının da anlaşılmasıyla birlikte, planlama yapamayan yükseköğretim kurumunun kullanabildiği tek alternatifin kontenjanları kısmak olduğu görüldü.
Üniversite ve Akademisyenlerin Sorumlulukları
Üniversite ölçeğindeki sorumluluklar elbette yükseköğretim kurumunun planlama işini doğru yapamaması ile ortadan kalkmamakta. Bu ölçekte en can yakıcı hususun, öğretim elemanlarının kontenjanlar dolarken yaşanan rahatlık esnasında iş hayatının değişen talep ve beklentilerine uygun değişimi kendi içlerinde gerçekleştirememeleri, yani hem bilgi ve becerilerini geliştirme hem de müfredatı güncelleme kaygısından uzak kalmaları olduğu söylenebilir. Bu noktada asıl düşündürücü olan husus ise sosyal bilimlerin herhangi bir alanında çalışan akademisyenlerin önemli bir kısmının dar alana hapsettikleri uzmanlık alanları dışına çıkamamaları sebebiyle derslerini tekdüze vermeleriyle sorumluluklarını yerine getirdikleri düşüncesinde olmaları olsa gerek. Yazının başlarında referans verdiğimiz yazıda belirtilmiş olduğu üzere, sosyal bilim alanındaki akademisyenlerin azımsanamayacak bir kısmı, kendi alanlarının diğer sosyal bilim alanları ile olan ilişki ve ara kesitlerini kendisi göremediği gibi derslerde de böyle bir kaygı duymaksızın rutinine devam etmektedir. Böylesi bir ders işleme biçimi ve müfredat ile zaten istihdama odaklı olan öğrencilerde bir bezginliğe yol açmakta ve gerçek dünyaya ilişkin zihinsel çabalardan onları uzaklaştırmaktadır. Bir an evvel mezun olma telaşı ile birleşen bu atmosferde, sosyal bilim öğrenme, kendini hayata hazırlama ve süreci verimli bir şekilde tamamlama coşkusundan eser kalmamaktadır. Öğrencilerin önemli bir kısmı, bitse de işimize baksak modunda hareket etmektedir. Böylesi bir atmosferin günahını tek başına planlama hatasına ya da talep edenlerin bakış açısına yüklemek de ciddi haksızlık olsa gerek.
Üniversite Öncesi Öğretim Süreçlerinin Etkisi
Üniversiteye kadar ilk ve ortaöğretimde sosyal bilgiler, hayat bilgisi, edebiyat, tarih, sosyoloji, felsefe gibi çok sayıda sosyal bilimlerle ilgili derslerimiz var. Her ne kadar davranış ağırlıklı bir eğitim içeriği olduğu söylenemese de öğretim içeriği bakımından bunca zenginliğe rağmen üniversite öncesindeki sosyal bilim öğretiminin yeterli olmadığını da görebiliyoruz. Bu noktada kişisel gayretleri ile konuya layıkıyla önem veren ve çabalayan öğretmenlerimizin hakkını elbette teslim ederek bu değerlendirmeyi yaptığımızı hemen belirtelim. Bu özel ve kıymetli gayretlere rağmen toplamda böyle bir sonuçla da karşı karşıya olduğumuzu kabul etmek durumundayız.
Kendisini ifade etmekte zorlanan, sorulan bir soruya cevap vermek istemeyen ya da cevap verirken çok boyutlu ve eleştirel düşünemeyen, dilekçe yazarken zorlanan, takım çalışmasını kendisine gelecek not kaygısı olarak gören ne çok üniversite öğrencisi ile karşılaşıldığını sanırım en iyi akademisyenler bilir. Çok sayıda öğrencinin ödev ve sınav kâğıtlarını hakkıyla okumayıp onlara geri bildirim yapmayan akademisyenlerin de böyle bir sonuca katkısı, ayrıca değerlendirmeyi hak ediyor tabii ki. Dolayısıyla öğretim süreçlerini anaokulundan üniversiteye kadar bir bütün olarak ele alamamış olmamız da sanırım hemen her alanda olduğu gibi sosyal bilimlere olan talebin yanlış şekillenmesinde önemli sebepler arasına alınabilir. Yani sosyal bilimlere olan talebin düşüklüğünde üniversite öncesi öğretim programlarında yer alan ve biraz önce saymaya çalıştığımız çok sayıdaki ders ve onların içeriklerinin hatalı kurgulanmasının da etkisi olduğu açıktır.
Sosyal bilimler alanındaki uzmanların bir kısmının kamuoyu karşısında, özelde de öğrencilerine karşı dar kalıplara sıkıştırılmış, eleştiriye açık olmayan, karşısındakini anlamaktan uzak, özellikle TV ve sosyal medya üzerinden müzakere ve tartışmalarındaki sığlıkların da sosyal bilimlere olan talebin azalmasında -ne denli- etkili olduğu sorusu da belki bir başka yazının konusu olabilir. Herhangi bir görüş, kişi ya da kuruma angaje olmuş hissi veren yaklaşımlar, fikirden ziyade ideolojik olarak, hatta totoloji tarzında kendisini ifade etme biçimleri ve karşısındakini anlamak istemeyen bakış açılarına sahip böylesi akademisyenlerin muhtemelen sınıf ortamında da öğrencilere yeterince söz vermediklerini anlayabiliriz. En azından kurumsal anlamda bu tür olguların öğrenciler tarafından kendilerinden sonrakilere aktarılması, gelişen sosyal mecralarda paylaşılması gibi hususlar da sosyal bilimler bağlamında ilgili bölümlere olan talebi olumsuz etkileyebilmekte. Bu husus tabii ki sosyal bilimlerle sınırlı değil, diğer alanlarda da benzer durumlardan bahsedilebilir.
Başlıkta yer alan “sosyal bilimlere talep düşüyor mu” sorusunun cevabını merak etmek, yazıyı buraya kadar okumuş olan her okuyucunun hakkıdır. Nasrettin Hocaya atfedilen herkese mavi boncuk misali, evet, hayır ya da kısmen cevapları hemen verilebilir. Böyle bir soruyu başlığa alan yazının yazarı olarak benim cevabım ise şöyle: Hormonlu büyüme ile şişmiş ya da şişirilmiş sosyal bilimlere talep düşüyor, evet. Müfredatları ve ders içeriklerini güncelleyememiş, aynı zamanda bilgi yetenekleri adeta sabitlenmiş akademisyen örnekleri ile sosyal bilimlere olan talep düşüyor. Buna karşılık, bahsedilen hususlarda hem makul kontenjan hem de uygun içerik ve öğretim elemanları ile güncelleme yapabilmiş programlara olan taleplerde düşüş yok. Henüz talebi düşmüyor gibi gözüken hukuk ve ilahiyat/İslami ilimler gibi alanların da istihdamda oluşacağını düşündüğüm doygunluk sonucunda kısa sürede mevcut kontenjan ve içeriklerle kısa gelecekte talep görmemeye başlayacağını da rahatlıkla ifade edebilirim.
Tüm bu değerlendirmelere başka hususlar da eklenebilir. Ancak bu yazının odaklanmış olduğu sosyal bilimlere olan talebin düşmesinde talep ve arz yönlü temel meselelerle sınırlı kalmak bakımından bu kadarı ile yetinmek daha doğru olacaktır.
Peki, sebepler yanında çözüm önerileri olarak bu yazı ne söylüyor diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Hemen ve peşinen söylemek gerekirse, kestirme cevaplarla özellikle orta ve uzun vadeli çözüm önerileri sunulamayacağı kanaatimi ifade etmek isterim. Bu noktada, Ankara Sosyal Bilimler Vakfı Düşünce Platformu web sayfası üzerinden yayınlanmış olan “Sosyal Bilim Öğretiminde Yeni Bir Mimari İhtiyacı” başlıklı ortak aklı harekete geçirmek üzere başlatılan çalışmalara gelecek desteklerle daha uzun soluklu ve kalıcı çözüm önerileri üretilebileceğini ifade etmek isterim. Yazı bağlamında ise, sosyal bilim alanları için planlama eksikliği ile müfredat güncelleme süreçlerinin iş dünyasının aktif katılımı sağlanmak suretiyle ele alınmasının elzem olduğunu söyleyebilirim. Bu noktada hem yükseköğretim hem de üniversite ölçeğinde aktörlerle ilişki içinde bölümlerin kurgusundan başlamak üzere, müfredat, ders içerikleri, öğrenim süresi, kazanımlar ve bunların nasıl ölçüleceği gibi hususlar bütüncül bir bakış açısı ile ele alınmalı ve asla bugünden yarına ve kişilere göre karar verilmeksizin süreçler yürütülmelidir. Tabi tüm bu mimari çalışmalarının sosyal bilimlerinin birbirleri ile ilişkileri, birbirlerine olan destekleri ve gündelik hayatın gerçeklerine ilişkin gerçeklikler göz ardı edilmeksizin yapılmasının gerekliliği tekrar hatırlatılmalıdır.
Ömer Torlak
1961 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden 1982 yalında mezun oldu. 1984 yılında yüksek lisans ve 1991 yılında doktora derecelerini pazarlama alanında İstanbul Üniversitesi’nden aldı. 1996 yılına kadar özel sektörde çalıştı. 1996 yılından itibaren Kırıkkale, Eskişehir Osmangazi ve Çankırı Karatekin Üniversitelerinde görev yaptı. KTO Karatay Üniversitesi’nde rektörlük ve Rekabet Kurumunda başkanlık görevlerinde bulundu. TÜBİTAK Bilim Kurulu üyeliği de yapan Torlak, pazarlama ahlakı, pazarlama tarihi, tüketim kültürü, tüketici davranışları ve pazarlama araştırmaları alanlarında çalışmalarını sürdürmekte ve halen İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde çalışmaktadır.