Türkiye muhafazakârlığı terakkiye mâni mi? Sağ hükûmet – sol iktidar totolojisi

Metin Toprak –

Türkiye’de muhafazakârlığın tarihî gelişimi ve bileşenleri üzerine bir tartışma yapma niyetinde değilim. Ne var ki zaman zaman argümanlarımı temellendirme ihtiyacı duydukça mecburen atıfta bulunmak gerektiğini belirteyim. İnsanlık tarihinin önemli ölçüde ilerlemeci ve bir anlamda doğrusal bir trend izlediği kanaatinde olduğumu ve bunun değerlendirmemi önemli ölçüde etkilemiş olabileceğini belirtmek isterim. Biyoloji, kimya ve fizik gibi doğa bilimleri ve mühendislik bilimleri bakımından bu kabule karşı çıkmanın pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu ilerlemeci eğilimin işletme, hukuk ve siyasi bilimlerin de içinde olduğu beşerî ve sosyal bilimler için de geçerli olup olmadığı konusu bana göre çok karmaşık değil; ancak, bu konuda geniş bir mutabakatın olduğunu söylemek de güç. Dünyadaki tartışmalar bakımından ileri sürdüğüm bu görüntü, acaba Türkiye için farklılık gösteriyor mu?

Bir Cumhuriyet klasiği: Sağcılar, solcular ve katalizör olarak askerler

Cumhuriyet dönemi sağ iktidar liderlerini Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan olarak saymanın ve sıralamanın yeterli olduğunu düşünüyorum. Çünkü toplum ve ekonomi üzerinde geniş ölçekli ve uzun vadeli etkileri bakımından ancak bu kişilerin değerlendirmeye imkân verecek kadar veri sağlayabileceği kanaatindeyim.

Acaba bu sağcı liderlerin devlet ve toplum tasavvurları, iktidar etme biçimleri ile iktidarın sınırları ve kapsamı üzerinde ne düzeyde etkili olmuştur veya tanımlı bir sistemde söz konusu tasavvurun somutlaşma imkânı nedir? Atatürk ve İnönü tek parti dönemini, her iki liderin ve elbette ülkenin Osmanlı bakiyesi olduğunu düşündüğüm için farklı bir kategoriye koyuyor ve analizin dışında tutuyorum. 1923-1950 arasındaki tek parti yönetimindeki 27 yılda 18 hükûmet kurulmuştur. 1950-2021 arasındaki çok partili ve askerî yönetim dönemindeki 71 yılda kurulan hükûmet sayısı ise 48’dir.

1950-2021 döneminde Türkiye’yi en çok hangi akım yönettiyse, bugünkü performans düzeyinin en büyük müsebbibi de odur dersem acaba mübalağa yapmış olur muyum? Hükûmet olanlar aslında iktidar değildi, başka iç ve dış güçler müdahale ediyordu türünden birçok argüman ileri sürülebiliyor; ancak bu savların ve karşı savların sonu olmadığı için, iktidarda hangi parti varsa, sevabı da günahı da o hükûmete yüklemek en hakkaniyetli yoldur diye düşünüyorum.

Çok partili hayatta, farklı zamanlardaki askerî müdahaleler sonucu askeriyenin güdümünde 5 hükûmet kurulmuş, toplam 7,5 yıllık bir zamanda iktidarda kalmışlardır. Dolayısıyla, 71 yıllık zaman diliminin %10,5’inin sorumluluğu askeriyededir. Askerî yönetimler geçici süreli olduğu için, yönetim sorumluluğu da tartışma konusu olabilir. Çünkü, askeriye, yönetime müdahale ettiğinde her seferinde raydan çıkmış veya çıkma tehlikesi olan ülkeyi tekrar tanımlı yola sokma amacı taşıdığını hep deklare etmiş; yani bir nevi katalizör görevi gördüğünü, ülke aşırı sağa veya sola götürülüp anarşi yaygınlaşınca, müdahale edip orta yere geri getirmeyi amaçladığını ileri sürmüştür. Bu yönüyle, askeriyenin meşruiyeti tartışmalı ama kendi içinde tutarlı bir gerekçe seti geliştirdiği söylenebilir.

Turgut Özal, Necmettin Erbakan ve Tayyip Erdoğan dönemlerindeki yumuşak, sert askerî muhtıralar ve darbe girişimlerini analizin dışında tutuyorum. Çünkü tam teşekküllü bir darbe olmadı, yani hükûmet sivillerden askerlere geçmedi. Sağ ve sol partilerin kurdukları koalisyon hükûmetlerini değerlendirirken, hükûmeti kurma görevi hangi parti liderine verilmişse, o partinin siyasi kimliğine göre sınıflandırma yaptım.

Sağ siyasi partilerin hükûmette kalma süreleri 53,4 yılı bulmaktadır. 75 yıllık iktidar süresinin %75,1’i sağ partilerdedir. Sağ partilerin kurdukları hükûmet sayısı 19’dur. Çok partili hayattaki performansın %75,1’inin sorumluluğu sağ kanat hükûmetlerindedir.

Sol partilerin kurdukları hükûmet sayısı 6’dır. Çok partili hayattaki toplam sürenin 10,2 yılı, yani %14,4’ü sol parti iktidarlarında geçmiştir. Dolayısıyla, çok partili hayattaki performansın sorumluluğunun %14,4’ü sol kanat hükûmetlerindedir.

Sağ, sol ve askerî yönetim hükûmetlerinin performans düzeyini belirleyen başlıca önemli faktörler nelerdir acaba? Hükûmetlerin kendi yetkinlikleri mi, toplumun ortalama eğitim ve beceri düzeyi mi ya da Türkiye’ye yönelik uluslararası tasarım ve müdahaleler mi? Büyük ölçüde taklide ve tekrara dayalı ve yeterince içselleştirilemeyen projeler ve modeller mi? Yoksa başkaca kimsenin aklına gelmeyen faktörler mi var?

Tablo 1. Türkiye’de hükûmet ve iktidar

İdeoloji / YönetimSayıİktidar süresi (yıl)Dönem başıDönem sonu
Askerî yönetim77,5 (%10,5)  
Askerî rejim (C. Gürsel)21,419601961
Askerî rejim (N. Erim)21,219711972
Askerî rejim (F. Melen)10,919721973
Askerî rejim (N. Talu)10,819731974
Askerî rejim (B. Ulusu)13,319801983
Sağ3253,4 (%75,1)  
Sağ (A. Menderes)510,219501960
Sağ (H. Ürgüplü)10,719651965
Sağ (S. Demirel)710,619651993
Sağ (T. Özal)26,019831989
Sağ (Y. Akbulut)11,619891991
Sağ (T. Çiller)32,719931996
Sağ (M. Yılmaz)32,319961996
Sağ (N. Erbakan)11,019961997
Sağ (A. Gül)10,320022003
Sağ (R. T. Erdoğan)414,920032021
Sağ (A. Davutoğlu)31,820142016
Sağ (B. Yıldırım)12,220162018
Sol910,2 (%14,4)  
Sol (İ. İnönü)33,319611965
Sol (S. Irmak)10,419741975
Sol (B. Ecevit)56,719742002
Toplam4871,1 (%100,0)  

Yukarıdaki okumanın düz bir okuma, hatta dümdüz bir okuma olduğunun farkındayım. Ancak düz okuma yerine karmaşık yorumların okumayı ve anlamayı son derece güçleştirdiği kanısındayım. Dolayısıyla, Türkiye’ye özgü koşulların dikkate alınmadan bu düz okumanın bize yeni bir perspektif sağlamayacağı ileri sürülebilir. Türkiye’ye özgü koşullardan kastım, sağ ve sol kanat partilerin değişim ve dönüşüm karşısındaki tutumlarıdır. İnsanlık tarihi bakımından ilerlemeci kategorisine giren değerleri savunan partiler ile referans aldıkları tarihi sürekli vurgulayarak bunu statükolaştıran, kutsallaştıran ve toplumsal dönüşüm ve değişimi dizginleyen siyasi partiler ayırımına dayalı bir analiz de kendi bakışaçısıyla hayli açıklayıcı olabilir. Ancak, bu seçeneği bu yazıda konu etmeyeceğim.

Askeriye sadece sağcı hükûmetlere mi darbe yapıyor?

Askerî darbelerin tamamının sağ hükûmetler dönemlerinde meydana geldiğini bu nedenle sağ partileri hedef aldığını düşünürsek, buradan bir yere varabilir miyiz? Örneğin 1980 askerî rejimi sadece sağcıları değil, esas itibariyle solcuları daha fazla hedef aldı. Peki, askerî darbeleri dış güçlerin işi olarak kabul etme, farklı bir bakış açısı ve çıkış yolu sağlar mı? Son olarak, sağ ve sol partilerin iktidarları arasında, ekonomi, demokrasi, dış politika, sivil toplum ve özgürlükler bağlamında ciddi bakış açısı ve performans farklılığı var mı? Bu muhtemel senaryo sorularının çok anlamlı sonuçlara götürmeyeceği kanaatindeyim. Sorunun derinlerde bir yerde olduğunu, bu nedenle ilk bakışta anlaşılmasının zor olduğunu da düşünmüyorum. Sorun yüzeyde, gözlenebilir ve devasa olarak karşımızda. Bence sorunun kök nedeni, Türkiye’nin dünya savaşları travmasını atlatamaması ve sürekli bir parçalanma ve saldırı altında olma paranoyasının devlet ve siyaset aygıtının temel parametresi haline gelmesidir. Karşı karşıya olduğu değişim ve dönüşüme ayak uyduramayan ve toplumsal dinamizmi yönetemeyen bir anlayışın geldiği nokta bu olmuştur. Dönüşüm reddedilince veya ayak uydurulamayınca, bu akıl yürütmenin kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşme ihtimali de yüksek olabiliyor.

Sağda dönüştürücü iki lider

Uzaktan bakıldığında Türkiye’nin, düne hatta evvelki güne öylesine bir takılmış ki, sürekli bugünü ve geleceği, geçmişin ihyasında arayan ve yarını düşünmek, tasarlamak bir yana bugünü bile ıskalayan bir görüntüsü var. Dün deyince Cumhuriyet rejimi tek parti dönemini, yani altın çağı; evvelki gün ile de Osmanlıyı ve Selçukluyu yani şanlı maziyi kastediyorum. Ben, 1980 askerî darbesi dâhil sonraki askerî muhtıra ve müdahaleleri yaşayarak tecrübe ettim. 1980’den bu yana, iki istisna dışında, iktidarı kullananların, yani elitlerin, bugüne ve geleceğe dair kendilerine özgü, masa başı tasarımı iyi yapılmış ve kamuoyuna açıklanmış bütüncül bir politikalarının olduğunu hatırlamıyorum. Bu istisnalardan birincisi Turgut Özal, ikincisi Recep Tayyip Erdoğan’dır. Turgut Özal’ın eğitimi, kariyeri ve yurtdışı angajmanının, uzun vadeli ve tutarlı vizyonuna büyük katkı sağladığını düşünüyorum. Ne var ki, kendisinden sonra partisinin izlediği politikalar ve evirildiği pozisyon, Türkiye’yi refah ve özgürlükler bakımından başladığı noktaya doğru geri götürdü. AK Parti iktidarına kadar geçen dönemi tarif etmek gerekirse, korku filmlerine taş çıkartacak mafyavari toplum mühendisliği sahneleri hafızalardaki tazeliğini hâlâ koruyor olsa gerek. Turgut Özal’ın açılımının bedeli çok pahalı ödendi ve ülke 10 yıla yakın bir zaman dilimini kâbuslarla yaşadı. Özal sonrasında kongre seçimiyle gelen başbakanlar ve koalisyon hükûmetleriyle siyasi otoritenin hükûmet etme ve iç dengeleri yönetme kabiliyeti önemli ölçüde zafiyet gösterdi.

 İkinci istisna 20 yıla yaklaşan Recep Tayyip Erdoğan dönemidir. Erdoğan’ın 2003-2011 dönemi ile Özal’ın 1983-1987 dönemi Avrupa Birliği ile ilişkiler, ekonomik performans, politik haklar ve sivil özgürlükler boyutları bakımından birbiriyle paralellik göstermektedir. Erdoğan dönemindeki açılımcı politikaların bedeli ise doğrudan bir askerî darbe girişimiyle ödetildi. Erdoğan hükûmeti, bastırılan darbe teşebbüsü sonrasında ülkenin yönetim sistemini değiştirerek iç dengeleri yeniden tasarladı. 15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsünün üzerinden 2 yılı olağanüstü hal olmak üzere toplam 5 yıla yakın bir zaman geçti. Erdoğan’ın ilk iki dönemindeki açılım ve refah artışları büyük ölçüde telafi edilmiş oldu. Güçler ayırımı, hesap verebilirlik, şeffaflık, yargının bağımsızlığı, ekonomik performans, dış politika ve AB üyeliği gibi alanlarda Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle olan mesafesi, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminin işleyişiyle artmaya başladı.

Doğrudan askerî yönetimler, askeriyenin tam kontrolündeki sivil hükûmetler ve askerî yönetim tehdidi altındaki sivil hükûmetler dikkate alındığında, sağcı hükûmetlerin kendi dönemlerindeki olumsuz veya düşük performansın sorumluluğunu kısmen askeriyeye atfetmeleri normal görünebilir. Solcu partiler ise tek başlarına hiç hükûmet olamadıkları için, zaten bütün yönetim sorumluluğunu almaları beklenemez. Bu durumda, adillik, şeffaflık, hesap verebilirlik ve sorumluluk kriterlerinde hükûmetleri kendi yönetim dönemleri için değerlendirirsek, performans sorumluluğunun ne kadarını kime vereceğiz? Çünkü, güçler ayırımının tasarımı, demokratik ülkelerdeki standart uygulamasından ziyade, hükûmeti sürekli bir darbe ve müdahale tehdidi altında tutmanın aracı olarak kullanılmış ve partiler aynı düzeyde hükûmet ve iktidar olamadıkları mazeretini ileri sürebilmişlerdir. Yani bir nevi gizli, saklı veya kayıt dışı elit sorunu yaşanıyor ülkede. Birileri iktidarı kullanıyor, kontrol altında tutuyor veya yönlendiriyor; ancak bu birileri tanımlı sistem içinde sorumluluk makamında değiller.

Bugünkü sistemi Recep Tayyip Erdoğan Başkanlık Sistemi ve kendisini de “Başkan” olarak nitelerken, sistemin resmî dokümanlarındaki ismi Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemidir. Devletin ve hükûmetin başı olarak Cumhurbaşkanı yasama, yürütme ve yargı erklerini kontrol etme ve uygulamada orkestrasyonu sağlamanın ötesinde bir icra, yönlendirme ve kontrol gücüne sahip. Dolayısıyla, sorumluluk ve hesap verebilirlik bakımından yönetimdeki partinin mazeret üretmesi bugünkü sistemde pek mümkün görünmüyor. Peki, 2018’e kadar kontrol ve denge mekanizmasıyla yürüyen, bu tarihten itibaren ise ülkenin bütün karar mekanizmalarında tek güç ve yetki sahibi olan Cumhurbaşkanının yeterli başarıyı gösterememesi veya ekonomi, toplum ve dış politika alanlarında yanlış politikalar izlemesinin dengelenmesi için bir sonraki seçim dönemini beklemenin dışında telafi edici kontrol ve denge olarak nitelenebilecek başka mekanizma ve araçlar bulunması gerekiyor mu? Bugünkü sistem, siyasi parti ittifaklarını daha fazla öne çıkarıyor ve oy oranları çok düşük partiler anahtar konuma geliyor. Dolayısıyla, katılımcı demokrasi bakımından çok daha yüksek bir performans imkânının ortaya çıktığı söylenebilir mi?

Özal ve Erdoğan’ın dinî ve etnik kimlik üzerindeki kısıtlama ve tartışmalara getirdikleri açılım ve çözüm çabalarında İslami kimlik alanında önemli bir genişleme ortaya çıkarken, etnik kimliklerin tanınmasında önemli bir mesafe alınamadığı söylenebilir. Etnik ve dinî aidiyet üzerine inşa edilen ve beka meselesi olarak İttihat ve Terakkiden bu yana aşılamayan politika karmasının yüz yıl sonra dahi farklı bir bakış açısına kavuşturulamadığı, başladığı yerde durduğu söylenebilir. Kimliklere olan bu kuşkulu bakışın devlet aygıtının temel kaygısı olması, AB tam üyelik görüşmelerinde ve Batı ile uluslararası ilişkilerde ön sıradaki başlıklardan olması, Türkiye’yi son derece yoran ve çıkmaza sokan bir siyasi genetik mirastır. Türkiye’de devletin dinî ve etnik kimliklere yönelik kuşkucu tutumunu PKK ve FETÖ organizasyonları teyit etmiş durumdadır. Nitekim 15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsünden sonraki uygulamalar, Cumhuriyetin çok partili tarihinde askerî yönetimler dâhil herhangi bir sağ veya sol iktidar döneminde görülenin fersah fersah ötesinde bir tasfiye hareketi olmuştur. Etnik ve dinî kimliklere dayalı siyaset, aynı zamanda toplum kesimlerini kutuplaştırarak oyları konsolide etmede işlevsel bir araçtır. Yani, toplum kesimlerinden oy almayı hedefleyen partilerin oy verme davranışına etkisi çok açık olan bir araç setinin ortadan kaldırılmasını beklemek de gerçekçi değildir. Türkiye’nin aşamadığı bir pratiği vardır ve bu pratiğin aşılmasının, bunu aşması beklenen siyaset kurumu bakımından pratik bir yararının görünmemesi gibi bir çıkmazla karşı karşıyayız.

“Geri”yi yeniden inşa, geleceği kurgulamak için bir zaruret mi?

İnsanın çok eski çağlardan bu yana kendi köklerini ortaya çıkarma gibi bir merakı hep olagelmiştir. Bu merak, köklerimiz falan yere dayanırın ötesine geçip, bizatihi bilimin konusu haline de gelmiştir. Türkiye, Cumhuriyet döneminde bu “kök” sorununa hayli kafa yormuş, projeler geliştirmiş ve büyük paralar harcamıştır. Atatürk ve Erdoğan dönemleri bu yönüyle büyük benzerlik gösteriyor. Atatürk, Türklerin Anadolu’daki varlıklarını Hititlere (MÖ 1700-700) ve Sümerlere (MÖ 3500-2000) kadar götürerek, göçebe bir millet olmadığını ortaya koyan bir tarih tezi inşasına girişmiş, bunu Etibank ve Sümerbank’ı kurarak somutlaştırmış, aynı zamanda Arap kültür mirasına da bir alternatif oluşturmayı amaçlamıştır. Erdoğan döneminde ise tarihsel bağlantı bu kadar geriye gitmiyor. Osmanlının kuruluşunu ve Abdülhamit dönemini yeniden tasarlama ile başlandı ve halen Selçuklu ile geriye doğru inşa hareketi devam ediyor. Tarihi referanslara dayanma ihtiyacının bu yönüyle bir geriye bakışı ve geri ile sürekli bir bağ kurma olgusunun varlığına işaret ettiği söylenebilir. “Geri”ye dayanmadan, mevcut durumun analizi ve ileriye bakışa dayalı politika tasarımının, doğası gereği köksüz bir paradigma olarak görüldüğü için revaçta olmadığı kanısındayım. Bugün gelişmiş dünyadan esinlendiğimiz sorgulayıcı bakış açısı dâhil bir çok değerin Türkiye’nin her iki döneminde paralel olarak uygulanan paradigma ile uyumlu olmadığını belirtmek gerek. Nitekim Kemalist kesimlerin aynı şekilde Cumhuriyetin tek parti dönemine yönelik sorgusuz sualsiz teslimiyetçi bağlılıkları ile muhafazakârların kendi “geçmiş”lerine yönelik tutumları arasında kayda değer bir uyum vardır. Bu yönüyle “Geri’cilik” ve “İleri’cilik” kavramlarının Türkiye özelinde siyasi ve ideolojik tutum farklılığını aşan bir kapsam ve içerik benzeşmesini ifade edecek şekilde formülize edilerek genelleştirilebileceğini düşünüyorum.

Dışa dönük “Geri” ile içe dönük “Bugün”

Türkiye’nin bugün yönetmede zorlandığı sözde çoklu yapıları, Selçuklu ve Osmanlının azimle ve özenle inşa ettikleri söylenebilir. Yeni coğrafyaları ve toplulukları bünyesine katma, doğal olarak bir çoklu yapı sonucu doğurmaktadır. Bu çoklu yapının refah ve özgürlüklerin tanımında ve genişletilmesinde zamanında bir kaldıraç görevi gördüğü açıktır. İstanbul ve Endülüs üzerinden İslam ve Avrupa toplumlarının etkileşimini kaldıraç olma yönüyle, her iki coğrafya için de değerlendirmek mümkündür. Kapanmacı ve yalıtımcı yönetim modelinin, tanımı gereği en azından etkileşimi durdurma yoluyla göreli olarak gerilemeye götüreceği açıktır. Bugün ABD, Kanada ve Avustralya için bu kaldıracın hâlâ geçerli olduğu söylenebilir.

Sosyokültürel ve etnik kimlikler bakımından türdeş olmayan toplulukların barış içinde yaşaması için gerekli olan demokratik çerçeveyi oluşturacak ve işletecek yönetim aygıtının sahip olması gereken niteliklerin biraz daha incelikli ve tolerans sınırının yüksek olması gerekir. Çünkü toplumdaki çeşitlilik gelişmiş ülkelerdeki gibi yönetilemediği durumlarda, otoriterleşme hatta totaliterleşme yönünde adımların atılması, eninde sonunda bir zorunluluğa dönüşecektir.

Zamanın ruhu ve sivil toplum

Osmanlı geçmişindeki çoklu toplumsal yapılar, doğası gereği sivil toplum pratiğini de barındırmak durumundaydı. Cumhuriyetle birlikte, toplumsal yapıyı tek tipleştirme ve türdeş hale getirme politikası, uzun dönemli sonuçları olacak yeni sorun alanları oluşturmuştur. Türkiye’de kent soyluluk, aristokrasi veya  burjuvazi gibi kavramlarla ifade edilmeye en uygun toplum kesimleri, en fazla hedef haline gelen ve şüpheye maruz kalanlardır. Çünkü, İsmet Paşanın söyleyişiyle Bozkırın ortasında kurulmuş bir köylü  cumhuriyetidir Türkiye. Ülke geneline yayılmış, devletin izni dışında bir seçkin zümre veya zengin bir kesime rastlamak nadirattandır. Dolayısıyla, kayırmacı ve ayırımcı politikalarla besleme bir varlıklı kesim olgusu karşımıza çıkmaktadır.

19’uncu yüzyılın son çeyreğinde başlayan etnik ve dinî temelli nüfus politikalarının, Cumhuriyet döneminde izlenen nüfus ve zenginlik politikalarıyla bir süreklilik gösterdiği söylenebilir. İttihat ve Terakki paradigmasının bugün hâlâ aşılamamış olması, bu paradigmanın gücünden ziyade, bu paradigmaya alternatif geliştiremeyen veya bu paradigmayı dönüştüremeyen elitlerin kapasitesinden kaynaklanmaktadır.

Cumhuriyet eliti: “Planlı” bir hezimet öyküsü

Bu noktada, Cumhuriyet elitlerine yönelik bir değerlendirmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’deki sağ ve sol cenah elitleri bakımından bir asimetriye işaret etmekte yarar var. Cumhuriyet rejimi kurumlarının kurgu ve işleyiş olarak önemli bir süre sol elitler lehine avantajlar sağladığı söylenebilir. Rejim elitleri uluslararası bağlantıları, yurtdışı eğitim imkânları, görece daha yüksek entelektüel düzeyleri, rant kollamadaki avantajları ve Cumhuriyet öncesi tarihe sorgulayıcı ve eleştirel bakışlarına  rağmen, geleneksel toplumsal kesimlerini ikna etmede ve dönüştürmede geniş kapsamlı bir etkiye sahip olamamışlardır. Bu yüzden söylem düzeyinde halkçı olmalarına rağmen siyasal destek açısından iktidar olmak için gerekli oy desteği alamamışlardır.

Cumhuriyet rejimi elitlerinin müktesebatı görece çok daha yüksek olduğu için, toplumu etkilemede ve deyim yerindeyse dönüştürmede aktif hatta proaktif rol almaları beklentisinin çok yüksek olması doğaldır. Ne var ki, önemli bir kısmı serbest piyasacı ve özgürlükçü Batı ülkelerinde eğitim alıp, totaliter rejim (sosyalizmi ve komünizm) savunusunu Kemalizm ile harmanlayan ulusalcı sol (nasyonalist sosyalizm gibi bir şey!) söylemin ötesine geçememiş ve kendilerine yapılan onca yatırımı önemli ölçüde boşa çıkarmış bir kesimden de bahsediyoruz aynı zamanda. Türkiye’nin dışa kapanmacı bir model izlemesini sağlayan ve üç beş ihtikârcı besleme tekelin ve oligopolün insafına “planlı” olarak teslim eden de bu elitler olmuştur.

Paradoksal olarak Türkiye’yi dış dünyaya açan, özgürlüklerin alanını genişleten, düşünceyi suç sayan yasal engelleri aşan sağ iktidarlar yani çarıklı erkânı harp olmuştur. Mevcut birikim düzeyi ve kapasitesi dikkate alındığında, sağ iktidarların devlet ve toplum tasavvurları ile dünyadaki değişim ve dönüşümü anlayarak benimseme ve yayma kapasitelerinin sola göre sınırlılığını teslim etmek gerekir.

Osmanlıda devşirme ve yeniçeri sistemi, yetki sahibi devlet yöneticilerinin toplumsal kesimlerle organik bağlarını kontrol etmede önemli bir kolaylaştırıcı rolü oynuyordu. Toplumla organik irtibatı olan devlet yöneticilerinin kalkışma imkânı böylece en aza indiriliyordu. Cumhuriyet döneminde bu mekanizma, bu sefer sağ siyasi partilerin toplumla ilişkilerini kontrol etmeyi, gerektiğinde askerî darbelerle kontrol altında tutma şeklinde tezahür etti denebilir. Biraz spekülatif olduğunun farkında olarak belirtmeliyim ki, Osmanlıda Hanedan (Padişah) meşruiyetin tek kaynağı iken, Cumhuriyet döneminde meşruiyetin kaynağı esas itibariyle Anayasa, ikinci sırada ise Anayasa ile çelişmeme şartıyla halktır. Sistematik olarak Osmanlıdaki yapılanmanın farklı bir tezahürü gibi yorumluyorum bunu.

Cumhuriyet eliti, gelişmiş dünyaya yetişme ve entegre olmayı başaramamış veya tercih etmemiş, bunun yerine, “geri”deki kutsalını oluşturarak, onu statükoya dönüştürmeyi ve artık “tarihsel” olanın kısır bir savunusu ile yetinmiştir. Sağ kesim elitleri ise dünyada yükselen değerleri benimseme yönünde açıklanmış tercihleri bulunmadığı için, Batı değerlerinin bayraktarlığına da soyunmamışlardır. Bu nedenle, burada yaptığım tartışmayı sağ elitler bakımından da yapmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Nitekim sağ elitler, halk desteğine elit sınıfı oluşturmaktan daha fazla değer vermektedir. Bu da entelektüel alanda göreli hatta mutlak üstünlüğün hep sol elitlerde olması sonucunu doğurmaktadır.

Yazının başlığındaki soruya dönersek, Türkiye’de sağcılık da  solculuk da ilerleme için yeterli itiyat ve istidada sahip değildir gibi tuhaf bir sonuca ulaşıyorum.

Metin Toprak
+ diğer makaleler

1966 Ardahan doğumlu. İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümünden 1987 yılında mezun oldu. Yüksek lisansı ve doktorasını da bu Üniversitede yaptı. Kırıkkale, Eskişehir Osmangazi, Uluslararası Saraybosna, Türk Hava Kurumu ve İstanbul Üniversitelerinde öğretim üyesi ve yönetici olarak görev aldı. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumunda uzman yardımcısı, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunda Başkan Yardımcısı, Rekabet Kurumunda İkinci Başkan ve ÖSYM’de Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı. Finansal sistem ve ekonomik kalkınma, sosyal politika, yoksulluk ve yükseköğrenim sisteminin reformasyonu başlıca ilgi alanlarıdır.