MAHALLEDEKİ DUVAR
Ömer Çaha –
1970’lerdeki sağ sol ayrışması birçok yerde mahallelerin, hatta köy ve kasabaların ayrışmasına, parsellenmesine yol açmıştı. Sağ veya sol gruplar tarafından kurtarılmış mahalle, köy ve kasabalar vardı. Devletten, güvenlik birimlerinden, asayiş kolluklarından çok, ideolojik gruplar hükmederdi buralara. Mahalle fiili olarak onlardan sorulurdu. Karşı gruptan birinin oraya girmesi neredeyse imkânsızdı.
Bu ayrışma, çevirme ve kurtarma, farklı ideolojiden grupları birbirine karşı kör ve sağır hale getirmişti. Doğru olan sizsiniz, tek hakikat sizindir. Karşı taraf yanlış, iblis ve yok edilmesi gerekendir. Ondan alacağınız, öğreneceğiniz hiçbir şey yoktur. Gücünüzü, varlığınızı onun karşıtlığına borçlusunuz. Varlık nedeniniz onu yok etmek, onun boşluğu üzerinden bir dünya kurmak. En büyük ideal buydu o tarihlerde.
Zaman geldi ideolojik barikatlar yıkıldı, kurtarılmış mahalleler herkese açıldı; girilemeyen mahalleler, köyler, kasabalar herkesin oldu.
Seksenlerde Türkiye katman katman yayılan bir liberal kültürle tanıştı. Bu kültür yaygınlaştıkça demokrasi düşüncesi güç kazandı. Hak ve özgürlük talebi üzerinden yükselen ortak alanlar oluştu. Özgürlüğün herkes için aynı şeyi ifade ettiği, farklı dallarda boy vermesine rağmen aslında hak denen şeyin de herkes için benzer kapıya çıktığı görüldü.
Türkiye’de son otuz kırk yılda ortak kamusal ve siyasal alan, ortak kültürel aura genişledi. Farklı kutuplardan insanlar benzer yazarları, şairleri, edebiyatçıları, hatta gazeteleri ve gazetecileri okudu. Televizyon ekranları farklı uçlardan, kutuplardan insanlara açıldı; farklı seslerin beslediği diyalog ve tartışma alanı gelişti. Tartışma ve diyalog kanalları yayıldıkça insanların birbirini anlaması, derdine kulak kesilmesi mümkün oldu. Dahası, aslında farklı rüyalarda, dünya görüşlerinde, yaşam sularında, ütopyalarda olmalarına rağmen herkesin birbirinin ne kadar aynısı olduğu, ne kadar benzeştiği anlaşıldı.
Ortak yaşam alanı öte yandan piyasa, pazar ve tüketim kalıpları üzerinden ortaklaştı. İstisnaların dışında, toplumun ekserisinin girip çıktığı ortak alışveriş merkezleri, ortak park ve bahçeler, ortak eğlence ve tatil mekânları yaygınlaştı.
Fakat bu hava bir türlü siyaseti gelip bulamadı. Siyaset, kendi haşin ve sert kulvarında akıp giderken toplumu da farklı kutuplara itmeye devam etti. Son yıllarda yeniden 1970’leri andıran farklı mahallelere savrulmuşluk duygusu yaşanıyor. Onca ortaklığa rağmen siyaset, eli kulağında, ayrıştırıcı teranesini okumaya devam ediyor.
Siyaset toplumu farklı kutuplara savurdukça konuşmalar, üsluplar sertleşiyor; edep ve saygı sınırı gevşiyor; hasım üzerinden yükselen nefret ve öfke dalgası köpük gibi kabarıyor. Hasmını mat etmek, lafı ağzına tıkamak, onu silip süpürmek, silip süpürdükçe de zafer kazanmış bir gladyatör gibi sahnede şişinip kabarmak son zamanlarda haz duyulan bir davranış kalıbı haline geldi.
Siyasi ayrışmanın en çok yansıdığı alan medya oldu. Yapılan araştırmalara göre siyasi tercih ile medya tercihi arasında güçlü bir ilişki var. Bu, öteden beri hep var ola gelen bir şey. Fakat bu ilişki son zamanlarda öyle bir noktaya vardı ki, belli partilerle özdeşleşmiş seçmen kitleleri sadece belli medya cemaatlerine hapsolmuş durumdalar. Bu durum, merkezde yer alan partilerin kitleleri için de geçerli. Merkezin sağında ya da solunda konumlanmış partilerin sevenleri bir iki gazeteye, bir iki de televizyon kanalına kitlenmiş durumda. Oradan gelen bilgiyle yetiniyor, avcısının işaret ettiği yere oradan bakıyor, oradan bir ava odaklanıyor. Diğer mahalleden olan medyanın yanından bile geçmiyor. Diğerlerinin televizyon kanalı, avucunun içindeki bir kumanda düğmesi kadar yakın olmasına rağmen orayı teğet geçerek kendi cemaatinin kanalına odaklanıyor.
Bu bir trajedi; zira insanın kendine özgü inşası başkasıyla mümkündür. Buna özgürlüğü de diyebiliriz insanın. Kendi cemaati insanı inşa etmez; olduğu noktada dondurur, en iyi ihtimalle gelebildiği yerdeki varoluşunu pekiştirir. Bu da ne kadar varoluştur, tartışılır.
Toplumları bekleyen önemli bir tehdittir bu aynı zamanda. Marcuse’un tek boyutlu insan dediği şeyden daha öte. Tek boyutlu insanda mesajı alan özne kendini ona katma imkânından yoksun, hepsi bu. Oysa burada anlamlandırılmış mesaj ve formatlanmış bilgiyle mutlak bir hakikat örülüyor; bireyin, başını at yemliğine sokar gibi buradan beslenmesi sağlanıyor. Böylesine inşa edilmiş bir hakikate hapsolmuş insan, kurulmuş bir makine, bir bomba gibidir. Her an bir yerde, birinin elinde ya da başka birinin başında patlayabilir.
Bu durum bir yandan farklı kesimler arasında aşılmaz duvarların yükselmesine yol açıyor; bir yandan da toplumun merkezini uçlara savuruyor; uçları da merkeze taşıyor.
Tüm toplumlarda uçlar daha radikal, daha keskin, daha dar, daha serttir. Merkez ise büyüklüğünün de verdiği özgüvenle daha esnek, daha yumuşak, daha geniştir. Bir toplumun sağlıklı oluşu merkezin daha büyük yer kapsamasına bağlı. Kültürüyle, davranış kipiyle, tüketim alışkanlığıyla, siyasi tercihiyle merkezin toplumun çoğunluğunu kapsayacak kadar geniş olması…
Uçlar merkez olduğunda, toplumlar felakete yuvarlanırlar. Sağın ya da solun uç noktalarından gelip toplumlarını felakete sürükleyen dünya kadar örnek var yeryüzünde.
Korona sürecinde daha önce hiç izlemediğim kadar televizyon izledim, okumadığım kadar gazete okudum. Öteden beri farklı kanallar arasında gezinir, fırsat buldukça farklı gazetelere bakarım. Korona sürecinde küçük hücremden medyayı kolaçan etme eğilimim arttı. Çalışmalarım arasında yoruldukça, dinlenme ihtiyacı hissettikçe medya kanalları arasında dolaşıp durdum.
Spikerlere, sunuculara, muhabirlere acayip aşinalık sağladım. Hangi sunucunun ne zaman nasıl davranacağını artık neredeyse ezberlemiş durumdayım. Duruşları, konulara hâkimiyetleri, misafirlerini ağırlama biçimleri, soru sorma tarzları, gerektiğinde araya girip sözü başkasına verme becerileri, konu dağılmışsa onu yeniden toparlama kabiliyetleri bakımından birbirinden başarılı sunucular.
Özellikle kadınların, her alanda ne denli başarılı olabileceğinin örneğini gösteren o kadar başarılı kadın sunucular, spikerler, program yapımcıları var ki!.. Kadının, yönettiğinde nasıl başarılı olacağını gösteren örnekler. Ekranlar kadar siyaseti, iş dünyasını, bürokrasiyi, kamu kurumlarını da yönetebileceklerinin numunelerini sergiliyorlar.
Medyayı, meselelere bakışları üzerinden kendimce üç gruba ayırmış durumdayım: İleri uçtakiler, orta sahadakiler, defanstakiler. Televizyon kanalları, radyolar, gazeteler aşağı yukarı bu üç sınıfa dağılmış durumda.
İleri uçtakiler genelde her şeye olumsuz bakıyor; beyazı siyah, siyahı beyaz görme eğiliminde. Parçalı bulutlu havayı bulanık görüyor. Bulutların arasından sarkan güneş hüzmelerini umursamıyor bile. Varsa yoksa karanlık, kapkara bulutlar.
Karamsar, kötümser, endişeli, yer yer de öfkeli.
Oldukça politik; her şeyi getirip eninde sonunda politikaya, siyasete dayandırıyor. Sanatın, kültürün, şiirin, edebiyatın, müziğin içine illa ki siyasi bir kılçık geçirme çabasında.
Her daim kaybetmiş bir psikoloji içinde. Sanki vatanını, yurdunu birileri basıp elinden almış gibi ah vah içinde kahrediyor. Buradan devşirdiği bir ruhla dimdik ayakta. İktidardan gelen her şeye muhalif. Onun doğrusu ve yanlışı iktidara endekslidir; iktidar yapmışsa yanlıştır. Bu mahalleden bir yazar bunu açık açık yazıyor; “Benim ölçüm iktidardır, o bir şey yapmışsa bu benim için yanlıştır,” diyor.
Ara renklere, ara katmanlara pek odaklanmaz; bir şey ya siyahtır ya da beyaz. Ya ondansınız ya da benden. Benden değilseniz bu demektir ki ondansınız. Zihni, düşüncesi bu kadar net, bu kadar berraktır.
Defanstakiler dünyaya bambaşka bir pencereden bakıyorlar. Dünyayı hiper gözlüklerinin ardından tozpembe görürler. Gerçeğin gerçeğine odaklanırlar. Biri ikiye, ikiyi üçe, dörde katlarlar. Parçalı bulutlu havayı, Temmuz ayında Moğolistan üzerindeki gökyüzü gibi sanırlar. Böyle sanırlar ve böyle sunarlar. Her şey pasparlaktır onlar için; günahsız, kusursuz, lekesiz. Bazen bu iyimser hava içinde büyük günahları ufak tefek gördükleri için günaha kayıtsız kalırlar. Zamanla doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün, edeple edepsizliğin, nezaketle nezaketsizliğin sınırlarını birbirine karıştırırlar.
Genel olarak mutlu olmakla birlikte onlarda da derinden derine hissedilen bir endişe, bir korku var. Denizin ortasında tabanı sağlam olmayan bir adada yaşadıkları hissindedirler. Nemden kıl kaparlar. Mesela karşı mahalleden birisi, “Bugün başım ağrıyor, doktora gitmeliyim” dese, baş ağrısı ve doktora gitme ifadelerinden, kalkışmaların, meydan okumaların türlü türlü gizli şifrelerini çıkarırlar. Öylesine yanlış yere odaklanırlar ki, gerçek kalkışmalara ve meydan okumalara bigâne kalırlar. Kalkışmaları sinsi planlarda değil, kavillerde, sözlerde ararlar.
Oysa söze dökülen aslında yapılamayacak olandır; bunu bilmezler.
Müthiş biçimde iktidara odaklanmış durumdalar; iktidarı kaybetmeyi sadece kendi hayatlarının değil, dünyanın sonu gibi görürler. Bunun için iktidara yönelen en ufak eleştiriyi her tür ahlaki sınırın ötesine geçen bir ruh haliyle savuşturmaya çalışırlar.
Allahtan medyada orta sahadakiler var. Orta, daima ılımlılık, genişlik, esneklik demektir. İslam, her konuda daima orta yolu tavsiye eder. Aristo, ortayı madenler içinde altına benzetir; en kıymetli cevher odur. Ortalarda olmak, her sese kulak kesilmek demektir. Antenleri hassas, kapsama alanı geniş olur ortadakilerin. Bir ideolojiye, dünya görüşüne, yaşam biçimine körü körüne saplanıp kalmazlar. Orta sahada olmak, masaya yatırmak, enine boyuna tartışmak, müzakere etmek, eğrisini doğrusunu görmek demektir.
Orta sahada toplanan gazetelerin ve televizyonların ekranları daha büyük, kadrajları ve şemsiyeleri daha geniş, hazmetme kapasiteleri daha yüksek olur.
Korona sürecinde, izlediğim bazı programlar bende bağımlılık yaptı. O gün ve saate bir işim yoksa oturup izlerim.
Bunlardan biri Cumartesi günleri öğleden önce yayınlanan “Serhan Asker ile Görkemli Hatıralar” programı. Sunucu, şairlerin, sanatçıların, edebiyatçıların ya kendilerini ya da yakınlarını ekrana çıkarıyor; onların hatıraları etrafında hoş bir kültür sanat programı yapıyor. Sanatçının, edebiyatçının özel yaşamının yanı sıra, çocuklarını, yakınlarını görme imkânı da sunuyor program.
18 Nisan’daki programın konuğu Mazlum Çimen. Bir maraba babanın sanata, ozanlığa uzanan serüveninin meşhur kıldığı soy isim. Bazı soy isimler vardır babadan, dededen kalma. Ama bazı soy isimler de vardır ki, onu örüm örüm ören bir ipekböceği çalışkanlığıyla kendiniz oluşturur, dev gibi bir markaya dönüştürürsünüz. Bunu edebiyat ve sanat üzerinden yapanlara hep hayranlık beslerim. Rol modelimdir bu tür insanlar.
Nesimi Çimen onlardan biri. Anadolu’nun ücra bir kasabasında, kendi halinde bir maraba, bir demirci kalfasıyken eline aldığı curasıyla türküler yakarak toplumsal hareketlilik denen merdivenleri tırmanıp kitlelerin gönlünü kazanmış bir ozan. Ama bu merdiveni deviren trajedi bir yaz mevsiminde yine bir Anadolu şehrinden geldi. Sivas’ta patlayan öfke ve nefret ateşinin içinde can verenlerden biri de o. Adı gibi yüz ifadesiyle de mazlum oğlu, sazıyla, tezenesiyle babasının mirasını yaşatıyor.
Programı izlerken insan psikolojisine, onu oluşturan sosyolojiye gidiyorum. İki şey beni hep ürkütür: İnanç temelli nefret ve azınlık psikolojisi.
İnanç temelli nefret, sınır ve acıma duygusu tanımaz. İnancın şeytanlaştırdığı birini ancak cehennem ateşinde yakarak diner.
Sivas olaylarıyla ilgili çok şey yazıldı çizildi. Başından sonuna kadar karanlık bir tablonun orada hazırlandığına ilişkin çok bulgu çıktı ortaya. Ama ne olursa olsun, kim hazırlamış olursa olsun, dini duygudan beslenen bir öfkenin, insan kavuran bir ateşe dönüşmesinin anlaşılır yanı yoktur.
Aynı ölçüde azınlıkların ruh halinden de korkarım. Azınlıkların zihin kalıbı öfke, kin ve nefretle doludur. Onun için mutsuzdur, her an mağdurdur. Hayal gücü sınırsızdır. Hayal ve onun deltasında uzayıp giden yapay gerçek onun ruh gıdasıdır. İktidara geldiğinde de sert ve acımasızdır. Azınlık olmanın verdiği güvensizlik psikolojisiyle sertleştikçe sertleşir.
Bu ilkeyi alın ülkeler içindeki çatışmalara uyarlayın; ya da azınlık psikolojisiyle hareket eden iktidarların acımasız politikalarına. Ne demek istediğimi o zaman daha iyi anlarsınız.
Sivas olaylarında iki zihin biçimini de görüyoruz ne yazık ki.
Sivas’taki katliamdan üç gün sonra Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyü gece yarısı basılıyor. Evlerden tek tek toplanan 33 seçme erkek köyün meydanında birazdan Tanrılara adanacak kurbanlıklar gibi sıraya diziliyor. Az sonra Sivas’ın intikamı adına tepelerinde vınlayan mekanizmaların boğucu sesi. Ve köy ateşe veriliyor. Sivas’ta yakılan nefret ve öfke ateşi bu kez burada tutuşturuluyor.
Serhan Asker’in programında, benzer programlarda olduğu gibi Sivas olayı lanetleniyor. Ben de bu duyguya eşlik ediyorum. Ama ne yazık ki, resmin sadece yarısına odaklanılıyor. Öteki yarısı görülmüyor; akla bile gelmiyor. Aynı olayların diğer yarısıyla ilgili tek bir kelime edilmiyor. Değerli olan sadece Sivas’taki canlar.
Ya Başbağlar’da can verenler? Onların acısının berikiler için ne anlamı var ki!
Çünkü beriki, azınlık psikolojisiyle meseleye bakıyor; zihni kendinden olmayana karşı kör ve sağır. Onun cehennemi de din temelli öfkenin cehennemi gibi tutuştuğunda vicdan denen şeyi silip atıyor insanın kursağından.
Azınlık psikolojisi, gerçekle ilgili olmaktan çok, gerçeğin kendisini yaşatacak kısmıyla ilgili. Oradan bir destan çıkarıp kin ve öfkesini onun üzerinden asırlara taşımaya çalışır.
Azınlık, sadece etnik ve dini topluluklardan oluşmaz. Bugün çoğunluk olup yarın azınlık durumuna düşebilirsiniz ya da tersi olabilir.
Doğal azınlıkları bir kenara bırakırsanız, sonradan oluşan azınlık ve çoğunluk pozisyonu iktidarla bağlantılıdır. İktidarı paylaşanlar çoğunluk, onun dışında kalanlar genelde azınlıktır. Öyle olmasa bile o psikolojiyi yaşar. Onlardaki azınlık psikolojisini yok etmenin yolu, iktidarın paylaşımından; herkesin kendisini devlet denen servetin, kuvvetin, kudretin içinde bulmasından geçer.
İktidarı, her şeye hükmeden mutlak bir güç olmaktan çıkarırsak, siyaset de daha yumuşak bir kulvarda seyreder. Bir grup iktidara geldiğinde devlet denen aygıtın gücünü kullanarak diğerlerini azınlık durumuna düşürdükçe siyaset de sert sularda akmaya devam eder.
Otoritenin, doğal alanı olan adalet ve güvenlik konusunda kıskanç bir Tanrı gibi olması, geriye kalan alanlarda da herkesin hakkını ve hukukunu koruyan bir zemininde durması önemlidir.
Herkes inancına, diline, kültürüne göre başkası kadar yaşama hakkına, şansına ve imkânına sahip olursa o zaman azınlık psikolojisi denen zemin de yok olur.
Böylece kini, nefreti, öfkeyi besleyen bataklığı kurutur; toplumu barış, özgürlük ve kardeşlik adası haline getirebiliriz.
Sonuçta herkes o kadar aynı ki.
Ömer Çaha
Ömer Çaha, lisansını tamamladığı Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nün ardından Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora çalışmalarını tamamladı. Aynı bölümde araştırma görevliliğiyle akademik hayata atılan Çaha, halen Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Çaha’nın ikisi İngilizce olmak üzere otuzu aşkın kitabı yayınlanmıştır. Çalışmaları genel olarak sivil toplum, demokrasi, siyasi düşünce, din ve siyaset, kadın, siyasal partiler gibi konularda yoğunlaşmaktadır. Yazarın edebiyatla ilgili yayınlanmış üç romanı, bir seyahatnamesi, iki de şiir kitabı bulunmaktadır.