Mustafa Acar –
Devlet olsun mu, olmasın mı? Devlet olmazsa olmaz mı? Devletin sınırları nedir? Devlet nelere karışmalı, nelere karışmamalıdır? Ekonomik ve sosyal hayatta devletin yeri nedir? Devlet mi esastır, birey mi? Birey devlete feda edilebilir mi?
Bunlar insanoğlunun kafasını yüzyıllardır karıştıran ciddi ve önemli sorulardır. Filozoflar, din adamları ve siyaset felsefecileri başta olmak üzere, insan-toplum-devlet ilişkileri üzerine kafa yoran hemen herkes bu konuda epey mesai harcamıştır. Düşünce tarihi boyunca bu konuda ortaya çıkan başlıca görüşlerin kabaca üç kategoride özetlenmesi mümkündür: 1) Ejderha devlet, 2) Anarşizm, 3) Sınırlı devlet. Bu üç yaklaşımı, savunulan birer “ideal model” olarak görebiliriz. İleri sürülen görüşler bu modellerden hangisine daha yakınsa onun kapsamında gruplanır.
Ejderha devlet, gücü her şeye yeten, kolları her yana uzanan, kendisinden izinsiz hiçbir şey yapıl/a/mayan devlettir. Başka bir deyişiyle ejderha devlet, “lâ-yüs’el” devlettir; yani hesap vermez, sorgulanamaz, yargılanamaz. Bu anlayış devleti her türlü sorgulamanın üstünde görür. Buna göre esas olan devlettir; devlet olmadan millet olmaz, toplumsal hayat olmaz. Böyle bir anlayış bireyi devlete feda eden, devlete aşırı yetki tanıyan bir anlayıştır. Buna göre vatandaştan beklenen kayıtsız şartsız devlete itaat etmesidir.
Öte yandan anarşizm yahut anarşist devlet anlayışı bunun tam zıddını savunur. Anarşizm devletin varlığına, şiddet kullanma tekeline sahip merkezî bir otoritenin mevcudiyetine temelden karşıdır. Buna göre devlet neredeyse bütün kötülüklerin ana kaynağıdır, hiç olmaması olmasından daha iyidir. Devletin vergilendirme adı altında vatandaştan para alması bir soygundan başka bir şey değildir. Devletin bizatihi varlığı, özgürlükleri korumak bir yana özgürlüklerin ve güvenliğin önündeki en büyük engeldir.
Ejderha devlet ve anarşizm, devlet konusunda iki aşırı ucu temsil eder. Bu iki aşırılığın savunucuları olsa da yaygın benimsenen görüş, bu ikisinin ortasında bulunan sınırlı devlet yaklaşımıdır.
Sınırlı devlet anlayışı devletin varlığına itiraz etmez. Düzeni sağlayan, gerektiğince cebir kullanan bir merkezî güce ihtiyacın varlığını kabul eder. Ancak bu gücün anayasa ve yasalarla yetkilerinin sınırlandırılması, hareket alanının daraltılması gerektiğini ileri sürer. Devletten beklenen can güvenliğini ve sınır güvenliğini sağlaması ve adalet dağıtmasıdır. Ne üreteceklerine, ne tüketeceklerine, ne yiyip ne giyeceklerine ve nasıl yaşayacaklarına bireylerin kendilerinin karar vermeleri gerektiği düşünülür. Bu anlayışta devlet bireyin güvenliğini sağlayan, özgürlükleri garanti eden, vatandaşın hizmetinde olduğunu hissettiren devlettir. Tüm dünyada giderek daha çok benimsenen sınırlı devlet anlayışıdır. Ne var ki, toplumların krize girdiği, özellikle beklenmedik sorunların ortaya çıktığı dönemlerde siyasi liderlerden beklentilerin arttığını, devlet kurumlarının daha aktif olması taleplerinin yükseldiğini ve sorunların çözümünde devlet merkezli reçetelerin öne çıktığını görmekteyiz.
Bu bağlamda 2008-2009 küresel ekonomik kriziyle birlikte devletçi-müdahaleci görüş yeniden popülarite kazanmışken, bu sefer de 2019 yılında dünya koronavirüs ya da Covid-19 adı verilen bir salgınla karşı karşıya kalmıştır.
İlk defa 2019 yılının sonları ve 2020 yılı başlarında Çin’de görülen ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından Covid-19 adıyla kodlanan koronavirüs, kısa sürede dünyanın bütün kıtalarına yayılmış, tam anlamıyla bir pandemi haline gelmiştir. Bugün (Aralık 2020 sonları) itibariyle koronavirüse yakalanan vaka sayısı dünya çapında 80 milyonu, ölümlerin sayısı ise 1 milyon 754 bini geçmiştir. Yaklaşık 22 milyon kişinin halen aktif olarak koronavirüs hastası olduğu dünyada, eldeki veriler ışığında ortalama ölüm oranı %2,2 olarak hesaplanmaktadır.
Bütün ülkeleri hazırlıksız yakalamış olan koronavirüsünün nereden, kimler tarafından ve ne amaçla çıkarıldığı konusunda dünyada olduğu kadar, ülkemizde de çok sayıda görüş ileri sürülmüştür. Kimileri koronavirüsünün Çin’in yükselişini durdurmak isteyen ABD tarafından üretilip Çin’e salındığını; kimileri de tam tersine ABD’nin dünya egemenliğine son vermek isteyen Çin tarafından üretildiğini öne sürmüşlerdir. Kimileri koronavirüsünün Nazilerin yarım bıraktığı insanlığı kısırlaştırma projesini tamamlamak üzere ortaya konan bir proje olduğunu öne sürerken, kimileri de bunun insanları vücutlarında çiplerle dolaşan, bütün hayatları data madencilerinin elinde, onlardan gelecek talimatlara göre yaşamaya razı yarı robotlar haline getirmek için tasarlanmış dijital bir deney olduğunu iddia etmişlerdir.
Koronavirüs pandemisinin aniden bastırması bütün dünyada ekonomik, sosyal ve kültürel hayatı adeta felce uğratmıştır. II. Dünya Savaşından beri ilk defa 2008-09 küresel ekonomik krizi sırasında daralmış olan dünya ekonomisi, ikinci olarak 2020 yılında daralacaktır. Gerek virüsün yarattığı sağlık sorunları ve ölümlerden kaynaklı işgücü kaybı, gerekse pandeminin yarattığı panik sebebiyle başta turizm, ulaşım, konaklama ve eğlence sektörleri olmak üzere bütün sektörlerde meydana gelen talep daralması bütün ülkelerde ekonomileri felce uğratmıştır. Bütün dünyada hükümetler pandeminin olumsuz etkilerini hafifletebilmek için ciddi önlemler alma gereği duymuşlardır. Bu çerçevede uzun süre sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş; uçak, tren ve otobüs seferleri iptal edilerek seyahatler kısıtlanmış; kendi özel aracıyla bile olsa şehirlere giriş-çıkışlar kontrollü hale getirilmiş; restoran, kafe, sinema, düğün salonu vb. beslenme ve eğlenme mekânları kapatılmıştır. Müşterisiz kalan işyerleri ve şirketlerin iflas etmesini önlemek, işsiz kalanlara ve bakıma muhtaçlara yardım amacıyla yine hükümetlerce bir dizi mali-finansal destekler sunulmuş, bütün dünyada bir mali ve parasal genişleme süreci başlamıştır. Bu çerçevede örneğin faiz oranları düşürülmüş, kredi olanakları genişletilmiş, vergiler ve borçlar ertelenmiş, işten çıkarmalar geçici olarak durdurulmuş, sosyal yardımların kapsamı genişletilmiş, maddi durumu iyi olmayan ailelere maddi destek sağlanmıştır.
Pandemiden kaynaklı bütün bu gelişmeler ekonomik ve sosyal hayatta devletin ağırlığını belirgin ölçüde artırmış, devleti hayatımızın her alanında çok daha görünür hale getirmiştir. Şehir dışına seyahat edebilmek için de, marketten alış-veriş yapabilmek için de, düğün-dernek yapabilmek için de devletten izin alma gereğinin ortaya çıktığı, özgürlüklerin alanının ciddi ölçüde daraltıldığı bir süreç yaşanmıştır. Son zamanlarda devletin bireylerin ekonomik, sosyal ve kültürel hayatında giderek ağırlığının artmasının pandemi nedeniyle bir ölçüde kaçınılmaz olduğu söylenebilir. Ancak, bu sürecin zorunlu kıldığı uygulamalar kurumsallaşıp, devletin bu alanlardaki müdahale ve görünürlüğünün kalıcı hale gelmesinin ima ettiği bazı tehlikelere değinmek mümkündür.
Devletin giderek büyütülmesinin hem ekonomik, hem sosyal, hem de özgürlükleri ilgilendiren bazı siyasal sonuçları olacaktır. Ekonomik anlamda karşılıksız para basmaya dayalı parasal genişleme, uygun araçlarla sterilize edilmediği takdirde enflasyona yol açacaktır. Para basarak enflasyon yaratmanın devlete enflasyon vergisi, senyoraj geliri ve reel olarak borçlarını azaltma gibi bazı faydaları olması yanında tüketici, yatırımcı ve üretici olarak bireylerin hayatını zorlaştıran, örneğin gelir dağılımını bozan, dar ve sabit gelirliyi fakirleştiren, fiyat sinyallerini işlevsizleştiren, kaynak dağılımında etkinliği azaltan, borçlu-alacaklı ile işçi-işveren arasında haksız gelir ve servet transferine yol açan birçok istenmeyen sonuçları da vardır.
Devleti aşırı büyütmenin bir diğer potansiyel tehlikesi şeffaflıktan giderek uzaklaşma, hantallık, verimsizlik, yolsuzluk, rüşvet, adam kayırmacılık ve devlet imkânlarıyla belirli kesimleri zengin etmeye uygun ortam yaratmasıdır. Bu durum ise kamusal kaynakların israf edilmesi ve ülke kaynaklarının verimli kullanılmamasından kaynaklanan bir durgunluk, yavaşlama ve fakirleşme sürecini tetikleyebilir.
Pandemi sürecinde, biraz da zorunlu olarak devletin görünürlüğünün artmasının ve sosyal hayata ilişkin hemen her şeye karışır hale gelmesinin ortaya çıkardığı endişelerden biri de, kişisel bilgilerin kullanımı ile ilgilidir. Bugün devletin resmî kurumlarından kişiye özel bir kod numarası almadan kamu kurumlarının birçoğundan hizmet almak mümkün olmamakta, hatta yüzme havuzları vb. birçok özel tesise bile girilememektedir. Koronavirüse yakalanan insanlar kodlanmakta, evleri ve yaşadıkları yerler elektronik ortamda kırmızı renkle “tehlike bölgesi” olarak işaretlenmektedir. İnsanlar yakınlarının cenazesine katılma konusunda sıkıntılar yaşamakta, düğünler ertelenmektedir. Gerek zorunlu sebeplerle sağlık sistemi gerekse iletişim ve eğlence gibi sağlık dışı amaçlarla başvurulan sosyal medya üzerinden derlenen kişisel verilerin kimlerle paylaşılıp paylaşılamayacağı konusunda ciddi soru işaretleri ve kafa karışıklıkları söz konusudur. Kötü niyetli olarak veya ticari amaçlarla kişisel verilerin üçüncü şahıslar ve şirketlerle paylaşılması, bu bilgilerin ilgili kurumlarla paylaşılma amacı dışında kullanılmasına yol açabilecek bir potansiyel tehlike kaynağıdır. Bu bağlamda koronavirüse karşı etkili olacak bir aşı üretmeye çalışan resmi ve özel kurumlar başta olmak üzere, dünya çapındaki faaliyetleriyle tanınan çokuluslu büyük şirketlerin faaliyetlerinin kapsamı ve yetki sınırlarıyla ilgili sorunlar, haklı olarak çoğu insanı endişelendirmektedir. Dev şirketlerin devletlerle içli-dışlı ilişkileri, siyasi karar mekanizmalarını etkileme ve manipüle etme kapasiteleri yaygın bir rahatsızlık kaynağıdır.
Bu rahatsızlık kaynaklarından biri de uluslararası veya ulus-üstü örgütlerin pozisyonu ve artan gücüdür. Özellikle Birleşmiş Milletler teşkilatı çatısı altında faaliyet yürüten örgütlerin, örneğin pandemi döneminde Dünya Sağlık Örgütünün, hem dünya kamuoyunu hem de devletleri etkileme güçleri artmaktadır. Bu örgütlerin merkezî olarak alınan kararların dünya çapında uygulanmasını sağlama konusunda elde ettikleri yeni konumun, olumlu yanları kadar yıkıcı yanlarının da olabileceği göz önüne alınmalıdır. Adının Dünya Sağlık Örgütü olması, ona sağlık alanındaki tespit ve önerilerinde mutlak yanılmazlık veya hiçbir güç odağı tarafından etkilenemezlik statüsü kazandırmaması gerektiği açıktır. Pandemi süreci gibi olağanüstü dönemlerde ulus-üstü örgütlerin bu şekilde yapıcı etkileri kadar yıkıcı etkilerinin de gücü artmaktadır. Ulus devletlerin merkezî karar süreçlerine yönelmesi, bu bağlamda devletin genişlemesi yanında ulus-üstü örgütlerin kararlarının da olası olumsuz sonuçları dikkatten kaçırılmamalıdır.
Bu çerçevede örneğin genetiğiyle oynanmış, yaygın adıyla GDO’lu ürünlerin üretimi, ithalatı ve ticaretine izin verilmesi, bunların insan sağlığı üzerindeki etkileri ve potansiyel tehlikeleri konusunda yeterince şeffaf olmayan süreçlerden söz edilmektedir. Virüse karşı ilaç geliştirme sürecinde denek olarak kullanılan insanlarla ilgili yeni sağlık sorunları bir endişe kaynağıdır. Sosyal medya gezintilerinin yanı sıra, pandemi sürecinde öne çıkan internet üzerinden alışverişlerin imkân verdiği büyük veriler ve data madenciliğinin, tedbir alınmadığı takdirde kişisel verilerin bireylerin rızası dışında paylaşılması üzerinden özel hayatın mahremiyetini tehdit eden boyutlar taşıdığı aşikârdır. Bu bağlamda pandeminin etkisi ve devletin yönlendirmesiyle ar-ge çalışmalarının bundan sonra izleyeceği seyir, devlet eliyle sağlık sektörünün ağırlığının çok artırılması, kaynak dağılımının piyasa mekanizması yoluyla değil devlet eliyle yapılır hale gelmesi, bunun sonucu olarak özel girişimcilerin hareket kabiliyeti ve yatırım seçeneklerinin daraltılması bu bağlamda sayılabilecek bazı potansiyel olumsuzluklardır.
Toparlamak gerekirse, koronavirüs pandemisi nedeniyle dünya muhtemelen II. Dünya Savaşından sonraki en olağanüstü dönemini yaşamaktadır. Hızla yayılma kabiliyeti olan virüsün yayılma hızını yavaşlatmak, ölümleri azaltmak ve “yeni normal”e uyum, korona günlerinde hayatta kalma mücadelesine destek gibi makul gerekçelerle bütün dünyada devletler, hükûmetler ve bunlara bağlı resmî kurumlar eskisine kıyasla çok daha görünür hale gelmiş, ekonomik, sosyal ve kültürel hayatın her cephesine müdahil olmaya başlamıştır. Bu süreçte serbest piyasa söylemi zayıflamış, ekonomik-milliyetçi, kendine yeterlikçi, devlet merkezli uygulama ve söylemler güçlenmiştir. Ancak devletin görünürlüğü ve ağırlığının gereğinden fazla artması, hele pandemi gerekçesiyle devletin hayatın pandemi ile ilgili olamayan her alanına müdahil olmasının bu döneme özgü ve geçici değil kurumsal ve kalıcı hale getirilmesinin özel hayatın mahremiyetinden temel hak ve özgürlüklere, bireylerin önündeki seçeneklerin azaltılmasından girişim gücünün törpülenmesine uzanan birçok tehlikeleri olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Bir tehditle mücadele edelim derken başka tehlikelere maruz kalmamak, yağmurdan kaçarken doluya yakalanmamak için piyasa ile devlet, özel sektör ile kamu sektörü, nihayet özgürlük ile güvenlik arasındaki dengelerin hassasiyetle gözetilmesinde, olağanüstü dönemlerdeki “olağan” görülen tedbirlerin, olağan dönemlere aynen taşınması halinde oluşabilecek riskleri önceden görmenin ve bunlara karşı tedbirli olmanın büyük yararları vardır.