Mustafa Acar –

Devlet olsun mu, olmasın mı? Devlet olmazsa olmaz mı? Devletin sınırları nedir? Devlet nelere karışmalı, nelere karışmamalıdır? Ekonomik ve sosyal hayatta devletin yeri nedir? Devlet mi esastır, birey mi? Birey devlete feda edilebilir mi?

Bunlar insanoğlunun kafasını yüzyıllardır karıştıran ciddi ve önemli sorulardır. Filozoflar, din adamları ve siyaset felsefecileri başta olmak üzere, insan-toplum-devlet ilişkileri üzerine kafa yoran hemen herkes bu konuda epey mesai harcamıştır. Düşünce tarihi boyunca bu konuda ortaya çıkan başlıca görüşlerin kabaca üç kategoride özetlenmesi mümkündür: 1) Ejderha devlet, 2) Anarşizm, 3) Sınırlı devlet. Bu üç yaklaşımı, savunulan birer “ideal model” olarak görebiliriz. İleri sürülen görüşler bu modellerden hangisine daha yakınsa onun kapsamında gruplanır.

Ejderha devlet, gücü her şeye yeten, kolları her yana uzanan, kendisinden izinsiz hiçbir şey yapıl/a/mayan devlettir. Başka bir deyişiyle ejderha devlet, “lâ-yüs’el” devlettir; yani hesap vermez, sorgulanamaz, yargılanamaz. Bu anlayış devleti her türlü sorgulamanın üstünde görür. Buna göre esas olan devlettir; devlet olmadan millet olmaz, toplumsal hayat olmaz. Böyle bir anlayış bireyi devlete feda eden, devlete aşırı yetki tanıyan bir anlayıştır. Buna göre vatandaştan beklenen kayıtsız şartsız devlete itaat etmesidir.

Öte yandan anarşizm yahut anarşist devlet anlayışı bunun tam zıddını savunur. Anarşizm devletin varlığına, şiddet kullanma tekeline sahip merkezî bir otoritenin mevcudiyetine temelden karşıdır. Buna göre devlet neredeyse bütün kötülüklerin ana kaynağıdır, hiç olmaması olmasından daha iyidir. Devletin vergilendirme adı altında vatandaştan para alması bir soygundan başka bir şey değildir. Devletin bizatihi varlığı, özgürlükleri korumak bir yana özgürlüklerin ve güvenliğin önündeki en büyük engeldir.

Ejderha devlet ve anarşizm, devlet konusunda iki aşırı ucu temsil eder. Bu iki aşırılığın savunucuları olsa da yaygın benimsenen görüş, bu ikisinin ortasında bulunan sınırlı devlet yaklaşımıdır.

Sınırlı devlet anlayışı devletin varlığına itiraz etmez. Düzeni sağlayan, gerektiğince cebir kullanan bir merkezî güce ihtiyacın varlığını kabul eder. Ancak bu gücün anayasa ve yasalarla yetkilerinin sınırlandırılması, hareket alanının daraltılması gerektiğini ileri sürer. Devletten beklenen can güvenliğini ve sınır güvenliğini sağlaması ve adalet dağıtmasıdır. Ne üreteceklerine, ne tüketeceklerine, ne yiyip ne giyeceklerine ve nasıl yaşayacaklarına bireylerin kendilerinin karar vermeleri gerektiği düşünülür. Bu anlayışta devlet bireyin güvenliğini sağlayan, özgürlükleri garanti eden, vatandaşın hizmetinde olduğunu hissettiren devlettir. Tüm dünyada giderek daha çok benimsenen sınırlı devlet anlayışıdır. Ne var ki, toplumların krize girdiği, özellikle beklenmedik sorunların ortaya çıktığı dönemlerde siyasi liderlerden beklentilerin arttığını, devlet kurumlarının daha aktif olması taleplerinin yükseldiğini ve sorunların çözümünde devlet merkezli reçetelerin öne çıktığını görmekteyiz.

Bu bağlamda 2008-2009 küresel ekonomik kriziyle birlikte devletçi-müdahaleci görüş yeniden popülarite kazanmışken, bu sefer de 2019 yılında dünya koronavirüs ya da Covid-19 adı verilen bir salgınla karşı karşıya kalmıştır.

İlk defa 2019 yılının sonları ve 2020 yılı başlarında Çin’de görülen ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından Covid-19 adıyla kodlanan koronavirüs, kısa sürede dünyanın bütün kıtalarına yayılmış, tam anlamıyla bir pandemi haline gelmiştir. Bugün (Aralık 2020 sonları) itibariyle koronavirüse yakalanan vaka sayısı dünya çapında 80 milyonu, ölümlerin sayısı ise 1 milyon 754 bini geçmiştir. Yaklaşık 22 milyon kişinin halen aktif olarak koronavirüs hastası olduğu dünyada, eldeki veriler ışığında ortalama ölüm oranı %2,2 olarak hesaplanmaktadır.

Bütün ülkeleri hazırlıksız yakalamış olan koronavirüsünün nereden, kimler tarafından ve ne amaçla çıkarıldığı konusunda dünyada olduğu kadar, ülkemizde de çok sayıda görüş ileri sürülmüştür. Kimileri koronavirüsünün Çin’in yükselişini durdurmak isteyen ABD tarafından üretilip Çin’e salındığını; kimileri de tam tersine ABD’nin dünya egemenliğine son vermek isteyen Çin tarafından üretildiğini öne sürmüşlerdir. Kimileri koronavirüsünün Nazilerin yarım bıraktığı insanlığı kısırlaştırma projesini tamamlamak üzere ortaya konan bir proje olduğunu öne sürerken, kimileri de bunun insanları vücutlarında çiplerle dolaşan, bütün hayatları data madencilerinin elinde, onlardan gelecek talimatlara göre yaşamaya razı yarı robotlar haline getirmek için tasarlanmış dijital bir deney olduğunu iddia etmişlerdir.

Koronavirüs pandemisinin aniden bastırması bütün dünyada ekonomik, sosyal ve kültürel hayatı adeta felce uğratmıştır. II. Dünya Savaşından beri ilk defa 2008-09 küresel ekonomik krizi sırasında daralmış olan dünya ekonomisi, ikinci olarak 2020 yılında daralacaktır. Gerek virüsün yarattığı sağlık sorunları ve ölümlerden kaynaklı işgücü kaybı, gerekse pandeminin yarattığı panik sebebiyle başta turizm, ulaşım, konaklama ve eğlence sektörleri olmak üzere bütün sektörlerde meydana gelen talep daralması bütün ülkelerde ekonomileri felce uğratmıştır. Bütün dünyada hükümetler pandeminin olumsuz etkilerini hafifletebilmek için ciddi önlemler alma gereği duymuşlardır. Bu çerçevede uzun süre sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş; uçak, tren ve otobüs seferleri iptal edilerek seyahatler kısıtlanmış; kendi özel aracıyla bile olsa şehirlere giriş-çıkışlar kontrollü hale getirilmiş; restoran, kafe, sinema, düğün salonu vb. beslenme ve eğlenme mekânları kapatılmıştır. Müşterisiz kalan işyerleri ve şirketlerin iflas etmesini önlemek, işsiz kalanlara ve bakıma muhtaçlara yardım amacıyla yine hükümetlerce bir dizi mali-finansal destekler sunulmuş, bütün dünyada bir mali ve parasal genişleme süreci başlamıştır. Bu çerçevede örneğin faiz oranları düşürülmüş, kredi olanakları genişletilmiş, vergiler ve borçlar ertelenmiş, işten çıkarmalar geçici olarak durdurulmuş, sosyal yardımların kapsamı genişletilmiş, maddi durumu iyi olmayan ailelere maddi destek sağlanmıştır.

Pandemiden kaynaklı bütün bu gelişmeler ekonomik ve sosyal hayatta devletin ağırlığını belirgin ölçüde artırmış, devleti hayatımızın her alanında çok daha görünür hale getirmiştir. Şehir dışına seyahat edebilmek için de, marketten alış-veriş yapabilmek için de, düğün-dernek yapabilmek için de devletten izin alma gereğinin ortaya çıktığı, özgürlüklerin alanının ciddi ölçüde daraltıldığı bir süreç yaşanmıştır. Son zamanlarda devletin bireylerin ekonomik, sosyal ve kültürel hayatında giderek ağırlığının artmasının pandemi nedeniyle bir ölçüde kaçınılmaz olduğu söylenebilir. Ancak, bu sürecin zorunlu kıldığı uygulamalar kurumsallaşıp, devletin bu alanlardaki müdahale ve görünürlüğünün kalıcı hale gelmesinin ima ettiği bazı tehlikelere değinmek mümkündür.

Devletin giderek büyütülmesinin hem ekonomik, hem sosyal, hem de özgürlükleri ilgilendiren bazı siyasal sonuçları olacaktır. Ekonomik anlamda karşılıksız para basmaya dayalı parasal genişleme, uygun araçlarla sterilize edilmediği takdirde enflasyona yol açacaktır. Para basarak enflasyon yaratmanın devlete enflasyon vergisi, senyoraj geliri ve reel olarak borçlarını azaltma gibi bazı faydaları olması yanında tüketici, yatırımcı ve üretici olarak bireylerin hayatını zorlaştıran, örneğin gelir dağılımını bozan, dar ve sabit gelirliyi fakirleştiren, fiyat sinyallerini işlevsizleştiren, kaynak dağılımında etkinliği azaltan, borçlu-alacaklı ile işçi-işveren arasında haksız gelir ve servet transferine yol açan birçok istenmeyen sonuçları da vardır.

Devleti aşırı büyütmenin bir diğer potansiyel tehlikesi şeffaflıktan giderek uzaklaşma, hantallık, verimsizlik, yolsuzluk, rüşvet, adam kayırmacılık ve devlet imkânlarıyla belirli kesimleri zengin etmeye uygun ortam yaratmasıdır. Bu durum ise kamusal kaynakların israf edilmesi ve ülke kaynaklarının verimli kullanılmamasından kaynaklanan bir durgunluk, yavaşlama ve fakirleşme sürecini tetikleyebilir.

Pandemi sürecinde, biraz da zorunlu olarak devletin görünürlüğünün artmasının ve sosyal hayata ilişkin hemen her şeye karışır hale gelmesinin ortaya çıkardığı endişelerden biri de, kişisel bilgilerin kullanımı ile ilgilidir. Bugün devletin resmî kurumlarından kişiye özel bir kod numarası almadan kamu kurumlarının birçoğundan hizmet almak mümkün olmamakta, hatta yüzme havuzları vb. birçok özel tesise bile girilememektedir. Koronavirüse yakalanan insanlar kodlanmakta, evleri ve yaşadıkları yerler elektronik ortamda kırmızı renkle “tehlike bölgesi” olarak işaretlenmektedir. İnsanlar yakınlarının cenazesine katılma konusunda sıkıntılar yaşamakta, düğünler ertelenmektedir. Gerek zorunlu sebeplerle sağlık sistemi gerekse iletişim ve eğlence gibi sağlık dışı amaçlarla başvurulan sosyal medya üzerinden derlenen kişisel verilerin kimlerle paylaşılıp paylaşılamayacağı konusunda ciddi soru işaretleri ve kafa karışıklıkları söz konusudur. Kötü niyetli olarak veya ticari amaçlarla kişisel verilerin üçüncü şahıslar ve şirketlerle paylaşılması, bu bilgilerin ilgili kurumlarla paylaşılma amacı dışında kullanılmasına yol açabilecek bir potansiyel tehlike kaynağıdır. Bu bağlamda koronavirüse karşı etkili olacak bir aşı üretmeye çalışan resmi ve özel kurumlar başta olmak üzere, dünya çapındaki faaliyetleriyle tanınan çokuluslu büyük şirketlerin faaliyetlerinin kapsamı ve yetki sınırlarıyla ilgili sorunlar, haklı olarak çoğu insanı endişelendirmektedir. Dev şirketlerin devletlerle içli-dışlı ilişkileri, siyasi karar mekanizmalarını etkileme ve manipüle etme kapasiteleri yaygın bir rahatsızlık kaynağıdır.

Bu rahatsızlık kaynaklarından biri de uluslararası veya ulus-üstü örgütlerin pozisyonu ve artan gücüdür. Özellikle Birleşmiş Milletler teşkilatı çatısı altında faaliyet yürüten örgütlerin, örneğin pandemi döneminde Dünya Sağlık Örgütünün, hem dünya kamuoyunu hem de devletleri etkileme güçleri artmaktadır. Bu örgütlerin merkezî olarak alınan kararların dünya çapında uygulanmasını sağlama konusunda elde ettikleri yeni konumun, olumlu yanları kadar yıkıcı yanlarının da olabileceği göz önüne alınmalıdır. Adının Dünya Sağlık Örgütü olması, ona sağlık alanındaki tespit ve önerilerinde mutlak yanılmazlık veya hiçbir güç odağı tarafından etkilenemezlik statüsü kazandırmaması gerektiği açıktır. Pandemi süreci gibi olağanüstü dönemlerde ulus-üstü örgütlerin bu şekilde yapıcı etkileri kadar yıkıcı etkilerinin de gücü artmaktadır. Ulus devletlerin merkezî karar süreçlerine yönelmesi, bu bağlamda devletin genişlemesi yanında ulus-üstü örgütlerin kararlarının da olası olumsuz sonuçları dikkatten kaçırılmamalıdır.

Bu çerçevede örneğin genetiğiyle oynanmış, yaygın adıyla GDO’lu ürünlerin üretimi, ithalatı ve ticaretine izin verilmesi, bunların insan sağlığı üzerindeki etkileri ve potansiyel tehlikeleri konusunda yeterince şeffaf olmayan süreçlerden söz edilmektedir. Virüse karşı ilaç geliştirme sürecinde denek olarak kullanılan insanlarla ilgili yeni sağlık sorunları bir endişe kaynağıdır. Sosyal medya gezintilerinin yanı sıra, pandemi sürecinde öne çıkan internet üzerinden alışverişlerin imkân verdiği büyük veriler ve data madenciliğinin, tedbir alınmadığı takdirde kişisel verilerin bireylerin rızası dışında paylaşılması üzerinden özel hayatın mahremiyetini tehdit eden boyutlar taşıdığı aşikârdır. Bu bağlamda pandeminin etkisi ve devletin yönlendirmesiyle ar-ge çalışmalarının bundan sonra izleyeceği seyir, devlet eliyle sağlık sektörünün ağırlığının çok artırılması, kaynak dağılımının piyasa mekanizması yoluyla değil devlet eliyle yapılır hale gelmesi, bunun sonucu olarak özel girişimcilerin hareket kabiliyeti ve yatırım seçeneklerinin daraltılması bu bağlamda sayılabilecek bazı potansiyel olumsuzluklardır.

Toparlamak gerekirse, koronavirüs pandemisi nedeniyle dünya muhtemelen II. Dünya Savaşından sonraki en olağanüstü dönemini yaşamaktadır. Hızla yayılma kabiliyeti olan virüsün yayılma hızını yavaşlatmak, ölümleri azaltmak ve “yeni normal”e uyum, korona günlerinde hayatta kalma mücadelesine destek gibi makul gerekçelerle bütün dünyada devletler, hükûmetler ve bunlara bağlı resmî kurumlar eskisine kıyasla çok daha görünür hale gelmiş, ekonomik, sosyal ve kültürel hayatın her cephesine müdahil olmaya başlamıştır. Bu süreçte serbest piyasa söylemi zayıflamış, ekonomik-milliyetçi, kendine yeterlikçi, devlet merkezli uygulama ve söylemler güçlenmiştir. Ancak devletin görünürlüğü ve ağırlığının gereğinden fazla artması, hele pandemi gerekçesiyle devletin hayatın pandemi ile ilgili olamayan her alanına müdahil olmasının bu döneme özgü ve geçici değil kurumsal ve kalıcı hale getirilmesinin özel hayatın mahremiyetinden temel hak ve özgürlüklere, bireylerin önündeki seçeneklerin azaltılmasından girişim gücünün törpülenmesine uzanan birçok tehlikeleri olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Bir tehditle mücadele edelim derken başka tehlikelere maruz kalmamak, yağmurdan kaçarken doluya yakalanmamak için piyasa ile devlet, özel sektör ile kamu sektörü, nihayet özgürlük ile güvenlik arasındaki dengelerin hassasiyetle gözetilmesinde, olağanüstü dönemlerdeki “olağan” görülen tedbirlerin, olağan dönemlere aynen taşınması halinde oluşabilecek riskleri önceden görmenin ve bunlara karşı tedbirli olmanın büyük yararları vardır.

Zekiye Demir –

Genel anlamda çalışmak bir şeyler üretmek, kendi ve diğer insanların hayatına değer katmak, kendisinden başlayarak etrafındaki canlılara ve doğaya faydalı olmaktır. Çalışmak, sağlıklı insandan beklenen bir faaliyetler kümesidir. İslam inancı da bizi çalışmaya sevk eder ve kadın erkek ayrımı yapmaksızın insana ancak çalışmasının karşılığı olduğunun (Necm, 53/39 ve 40), insanın elinin emeğinden daha hayırlı bir rızkın olmadığının (Buhari, Büyü, 15) uyarasını yapar.

Kadın ve erkek insanlık var olduğundan beri birlikte çalışmışlardır. Ancak zamanın, zeminin ve toplumun ihtiyaçlarına göre bu çalışmaların niteliği ve bunlara atfedilen değerler farklılık göstermiştir. Özellikle sanayileşme sonrasında çalışmanın karşılığının ücretle ölçülmesiyle birlikte çalışmak, ücretle ilişkili faaliyetlerle birlikte anılmaya başlamıştır. Yani karşılığında ücret yoksa bu çalışmanın değerini belirlemek güçleşmiş ve ücret karşılığı olmayan emek yoğun faaliyetlerin değeri düşmeye başlamıştır. Bu konuda kadının ve erkeğin emeği arasında fazla bir fark yoktur. Bir erkek ne kadar güzel bir duvar ustası olursa olsun, ördüğü duvardan parasal bir karşılık alamıyorsa, bu yolla evinin geçimini sağla(ya)mıyorsa, çalışmasına yeterli önem atfedilmiyor demektir. Gün boyu yoğun bir çaba içinde olması ona çalışan unvanını kazandırmaya yetmez. Büyük bir ihtimalle çalışan kategorisinde görülmez. Aynı durum daha fazlasıyla kadın için söz konusudur. Para kazandıran emek ile kazandırmayan emeğin giderek kesin çizgilerle ayrılmasından sonra, kadının bir eş, bir anne, bir birey olarak ürettiği değerin ve çalışmasının karşılığında parasal bir karşılık olmadığından, yapılan katkı çalışma kategorisi dışında kalmıştır.

Bunu en kesin biçimde ‘ev kadını’ ile ‘çalışan kadın’ ayrımında görmek mümkündür. Her gün evinin temizlik, ütü ve yemek işlerini yapan kadın ev kadınıdır, ama bir fabrika veya yerinde aşçı, ütücü veya temizlikçi olup aynı işleri ücret karşılığı yapan kadın ‘çalışan’ kadındır. Matematik bölümü mezunu olduğu halde öğretmenlik yapmayan ve para kazanmayan kadın, kendi çocuğuna matematik dersi verirse ev kadınıdır, ama başka çocuklara ücret karşılığı aynı dersi verdiğinde çalışan kadındır. Yani çalışan kadın dendiğinde, evinde çalışan kadın değil para kazanan kadın kastedilmektedir. Çalışma kavramı, çalışmanın bir türü olan ücret karşılığı çalışma ile özdeşleşmiş durumdadır. Yapılan bir alan araştırmasında ‘çalışan kadın’ ifadesinden toplumun %70’i “ücret karşılığı bir yerinde çalışan kadını” anladıklarını bildirmişlerdir. Bu kullanımda, kendisini dindar olarak görenler ile dine mesafeli olarak görenler arasında önemli bir fark bulunmamaktadır.

Bu durumda ‘çalışmak’ kavramının insanların zihninde yararlı yapma yerine ‘ücret karşılığı çalışmak’ ile özdeşleşmiş olduğunu, bu bağlamda ‘çalışan kadın’ ifadesinin ‘ücret karşılığı çalışan kadın’ şeklinde anlaşıldığını söyleyebiliriz.

Açıklığa kavuşturulması gereken diğer kavramımız ise ‘dindar kadın’dır. Kuşkusuz dindarlık algısı özneldir ve kimin ne düzeyde dindar olduğunun tespiti kendi beyanı dışında hayli zordur. Ancak dindar olup olmamak tümüyle bilinemez ve belirsiz bir durum da değildir. Bir dinin inanç ve ibadetlerini yapmada daha istekli, gayretli ve uygulamada bunu başaranların daha dindar olduğunu söylemede bir mahsur yoktur. Sadece bayram namazını kılanın Cuma namazlarını kılana göre, sadece Cuma namazlarını kılanların günde beş vakit düzenli namaz kılana göre davranış bakımından daha az dindar olduğunu söylemek çok mahsurlu olmasa gerektir. Ancak burada meramımızı kolay ifade etmek için kullandığımız kavramların önümüzdeki insan çeşitliliğini biraz daralttığını, bütün kategoriler gibi kadın kategorisinin, hatta dindar kadın kategorisinin de tek tip olmadığını söyleyebiliriz. Nasıl ki kadınlar biyolojik olarak kadın olmak yönüyle aynı olsalar da eğitim, medeni durum, sosyal statü, yaşanılan yer gibi özelliklere göre farklı sınıflandırılabilmeleri ve konumlandırılmaları mümkünse aynı şekilde dinî duyarlılığı ve yaşantısı açısından da konumlandırılabilir. Bu açıdan başörtülü (tesettürlü) ve başörtüsüz dindar kadın diye de konumlandırılabilir. Dindar kadının birçok tezahürü olabilir: İslam’ın bütün inanç ilkelerine inanan, hatta ibadetlerini de düzenli yapan ancak günlük yaşamında tesettüre tam uygun giyinmeyen; buna karşılık tesettüre tam riayet eden ancak ibadetlerini düzenli yapmayan vb. Yani dindar kadının da farklı tezahürleri bulunmaktadır.

Türkiye’de yakın tarihe kadar dindar kadınların önce eğitim sonra çalışma hayatı açısından kamusal hayatla ilişkilerinde başörtüsü önemli bir ayrıştırıcı unsur olmuştur. Bir Müslüman kadının dindarlığını en görünür kılan onun kılık kıyafeti yani başörtülü olup olmamasıydı. Başörtülü kadınların üniversite eğitimi ile kitlesel olarak görünürlüğünün arttığı dönem, özellikle 1980 sonrasıdır. Bu tarihten itibaren üniversitelerde başörtülü öğrenciler katı eğitim yasakları ile karşılaşmışlardır. Yasakları bir şekilde aşarak eğitimini tamamlayan kadınlar çalışma hayatına dâhil olmak istediklerinde karşılaştıkları engeller ise eğitim hayatında karşılaştıklarından daha katı ve dışlayıcı olmuştur. Ülkemiz tarihinin bu hüzün verici döneminde dindarlık işareti olarak görülüp dışlanan başörtülü kadınların uğradıkları insan hakları ihlalleri karşında, özellikle kadın hakları savunucularının büyük ekseriyetinin sessiz kalması, hatta dışlayıcı uygulamalara hararetle destek vermeleri, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Bu dönemde, kadınlar ve erkekler yanında başörtüsü ile temayüz eden dindar kadınlar, adeta “üçüncü bir cins” muamelesi görmüşlerdir. Kadın olmak yönüyle karşılaştıkları zorluklara bir de “başörtülü kadın olmak” nedeniyle ilave zorluklar eklenmiştir.

Kadınların hem eğitim (2008) hem hayatında (2013) başörtüsü ile var olabilmesinin yasal engellerinin kalkması çok yakın bir tarihte gerçekleşmiştir. Günümüzde eski ayrımcı yaklaşımların devam ettirildiği bazı sektörler olmakla birlikte başörtüsünün kadınların eğitim ve istihdamında ayrımcılık aracı olmadığını söyleyebiliriz. Bunu ülkemiz açısından önemli bir ayıbın tarihe gömülmesi olarak değerlendirebiliriz.

Eğitim, özellikle üniversite eğitimi kız çocuklarını da içine alacak biçimde tabana yayıldıkça ve bu yolla kadınların da eğitim düzeyi yükseldikçe, kadınların çalışma hayatına katılması her geçen gün artmaktadır. Buna bağlı olarak da kadınların ücretli işlerde çalışması konusundaki değer yargıları değişmektedir. Önceleri başta muhafazakâr çevrelerde olmak üzere kadınların ücretli işlerde çalışması kısmen yadırganırken zamanla bunun ortadan kalktığı görülmektedir. Buna rağmen hâlen aile ve çocukların ihmal edildiği, boşanmaların artışına yol açtığı veya erkeklerin işsizlik oranını yükselttiği gibi gerekçelerle kadının ücretli hayatına katılmasına karşı duranlar da bulunmaktadır.

Günümüzde ülkemizde kadının ücret karşılığı çalışması tartışmalarına bir de ‘dindar kadın’ boyutu eklenmiştir. Bu durumda dindar kadının hem kadın olduğu hem de dindar olduğu için çalışma hayatından dışlanmaması veya kabul görmesi gerekmektedir. Bir kadının sırf kadın olması nedeniyle çalışma hayatına dâhil olması hâlinde erkeklere kıyasla bazı ilave zorlukları bulunmaktadır. Çalışma hayatı ile ailesi, eşi ve çocukları arasında iyi bir denge kurması, bunların hiç birini ihmal etmemesi beklenmektedir. Üstelik işe girerken ve çalışırken aynı işi yapan erkeklerden daha iyi olmalıdır ki çalıştığı için erkeklerin işsizliğine yol açmakla suçlanmasın. Kadın olması nedeniyle ona yüklenen sosyal rolleri aksatmaması şartıyla ücretli işlerde çalışmasının kabul görmesinin ortaya çıkardığı engelleri aşan dindar kadınlar için bu sefer, “dindar kadın çalışır mı” sorusu gündeme gelmektedir. Bu konuda İslam dini nasıl bir çerçeve sunmaktadır? Hem kitleler nezdinde hem de bu konuyu ele alan düşünürlerin kadının ücretli işlerde çalışması konusunda genelde kısıtlayıcı, değişik şartlara bağlı bir tutum takınıldığını tahmin etmek zor değildir.

Dindarlığı ile temayüz etmeyen kadın sadece kadın olmak yönüyle çalışma hayatında bazı engellerle karşılaşmaktadır. Dindar kadın ise buna ek olarak iki engelli bir kulvara girmektedir. İlk etapta dindar kadının dindarlığının görünürlüğünün onun çalışmasına bir engel oluşturmadığı kabul edilmeli, yani kamusal alanda başörtüsü ile çalışmasına izin verilmelidir. Bu etap geçildiğinde ise kendi mahallesinde de yani dindar camiada da çalışmasına yönelik itirazları aşmalıdır. Son konuyu biraz açmak gerektiği kanısındayım.

Müslüman toplumlarda genelde kadının ücretli işlerde çalışmasına negatif bir tutum takınılmasının ardındaki gerekçeleri kültürel ve dinî olmak üzere ikiye ayırmak gerekir. Bu iki gerekçenin ayrıntılarına bakıldığında iç içe geçtikleri ve kültürel ögelerin baskın geldiği görülmektedir.

Kadının çalışmasının ve yönetici olmasının dinî hükmü ile ilgili soruların yoğunlaşması üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu 2002 yılında ‘Kadınların İş Hayatında ve Yönetimde Yer Almaları’ başlıklı Kurul Kararı almıştır. Karanın özeti 3 maddede toplanmıştır:

  1. İslam’da erkeklere tanınan temel hak ve hürriyetler, aynı derecede kadınlara da tanınmış olup kadın olmak hak ve fiil ehliyetini daraltan bir sebep değildir.
  2. İslam’ın öngördüğü temel prensip ve hükümlere göre, genel ahlak kurallarına uymak kaydıyla, kadın-erkek herkes çalışma, ticaret yapma ve hayatına katılma hakkına sahiptir.
  3. Fıtri donanıma haiz liyakatli kadınların, devlet başkanlığı da dâhil her türlü yönetimde görev almasında dinî açıdan bir sakınca yoktur (DİYK, 2002).

Her ne kadar Kurul Kararı, kadının çalışmasını engelleyici dinî bir hüküm bulunmadığı yönünde olsa da pratikte dindar kadının çalışmasını onaylamayan bazı görüşlerin bulunduğu da görülmektedir. Bu görüşlerin genelde iki temel gerekçesi vardır: Birincisi, tüm kadınlar için söz konusu olan ve evrensel bir gerekçe olarak ileri sürülen kadının ev sorumluluğunun ev dışında çalışmasına engel oluşturduğudur. Yani kadının dışarda çalışmasının ona yüklenen aile sorumluluğunu yerine getirmede zafiyet oluşturacağıdır. İkincisi ise, dinî inançtan kaynaklanmaktadır. Yani İslam dininin kadının ücret karşılığı çalışmasını tasvip edip etmeyeceğine dair zihinlerdeki belirsizliktir. Bundan dolayı Din İşleri Yüksek Kurulu’na “Kadın kazanç getiren bir işte çalışabilir mi?” soruları gelmektedir.

Yukarı belirtilen Kurul Kararında dindar kadının çalışmasının erkekten farklı her hangi bir şarta bağlanmadığı açıkça görülmektedir. Ancak bazı din ve dindarlık merkezli tartışmalarda, kadının çalışmasını bir takım şartlara bağlama eğilimi görülmektedir. Bu şartlar genelde üç başlık altında toplanabilir: Koca izni, kadının bakıma muhtaç çocuğunun olmaması ve evi geçindirecek bir erkeğin olmaması. Bu şartların dinî ilkelerden beslendiği tartışmalıdır. Peygamberimizin eşlerinden Hz. Hatice iyi bir tüccar, Hz. Zeynep iyi bir zanaatkâr, Hz. Aişe iyi bir ilim kadını, Hz. Sevde ise öğretmen olarak bilinir. Bu durumda çalışıp meslek edinmek, ilim sahibi olmak ve bunları icra etmek isteyen eşine Müslüman erkeğin izin verip vermeme hakkına sahip olmasının dayanağının kültürel olduğunu söylemek gerekir. Bu konuda tercihin kadına bırakılması en makul yoldur. Ücret karşılığı çalışıp çalışmamak bizzat kadının isteği ve yeteneği ile kendi tercihine bırakılmalıdır.

İkinci konu ‘bakıma muhtaç küçük çocuk meselesi’: Hiçbir anne çocuğunu mağdur etme pahasına çalışmak istemez. Küçük çocuğu olan kadının çalışması öznel şartlarına göre değişir. İşi uygunsa çocuğu ile çalışabilir, maddi sıkıntısı yüksekse çocuğuna rağmen çalışmak isteyebilir, hem maddi ihtiyaç hissetmez hem küçük çocuğunu bırakmak istemezse çalışmaya bir süre ara verebilir. Annenin çocuğunu düşünmeyeceğini varsayıp ona kısıtlama getirmek doğru bir yaklaşım olarak görülemez.

Son konu ise ‘evin geçimini sağlayacak erkeğin olmaması’ gerekçesidir. Bu gerekçe, çalışmayı sadece gelir getirici bir faaliyet ile eşleştirdiği için sakattır. Bir mesleği icra etmek, hayatını başka türlü idame ettirememe şartına bağlanamaz. Kişi, mali durumunu daha da iyileştirmek, sosyal saygınlık kazanmak veya kazancı ile toplum yararına işler yapmak için de çalışabilir. Ayrıca birçok meslek uzun süre içinde edinilmektedir. Bireyin bugün için elde edeceği gelire ihtiyacı olmaması, yarın da olmayacağı anlamına gelmez. Ancak zamanında dünyasında yerini almadığında, ihtiyaç duyduğunda çok istese de uygun bulmayacağı için sadece bugünü hesaba katmak isabetli değildir. Lise mezunu 40 yaşlarında bir kadınla tanışmıştım. Düşük gelirli bir ailenin kızı ve memuriyetinin başlarında maddi durumu iyi birisiyle evlenmiş. Eşi “çalışmana gerek yok” diyerek işini bıraktırmış. Yıllar sonra eşi iflas etmiş ve sahte fatura gibi sebeplerle hapse düşmüş. Haciz vs. derken kadının elinde hiçbir şey kalmamış. Kadıncağız iki oğlunu özel liseden alıp devlet lisesine verdikten sonra evlere temizliğe giderek hayata tutunmaya çalışmaktaydı.

Dindar kadının çalışmasında ileri sürülen çekincelerden biri de ‘kadının çalışması durumunda dindarlığının azalacağı’ düşüncesidir. Bu düşününceye göre kadının evden çıkması ve çalışma hayatına dâhil olması dindarlığına meydan okuyacak çeldiricilerle karşılaşma riskini artıracak, bu da dindarlığını zayıflatacaktır. Bu nedenle mümkünse bu yola girmemelidir. Ancak yapılan araştırmalar ve gözlemler kadının çalışması ile dindarlığının zayıflamasından ziyade boyut değiştirdiğini göstermektedir. Şöyle ki, evde iken daha çok namaz oruç gibi nafile bedeni ibadet yapma imkânı varken çalıştığında sadaka, zekât ve umre gibi maddi güce dayanan ibadet imkânları artmaktadır. Ayrıca sosyal hayatla iç içe olması dinî konularda daha çok bilgilenmesine ve bilgi boyutlu dindarlığının artmasına yol açmaktadır. Bu konudaki önyargının, kesin ve doğru bir tespit gibi ileri sürülmesi yanlıştır. Yani, aynen erkekler gibi kadınların da çalışma hayatı içinde sosyal ve dinî kimlikleri ile var olmaları, kendilerini dindarlıktan uzaklaştıracak çeldiricilerle baş etmeyi öğrenerek daha güçlü bir dindar kimlik edinmeleri de mümkündür.

Ayrıca ifade edelim ki, eğer dindarlığa meydan okuyan çeldiricilerle karşılaşma dindarlığı zayıflatan bir etkense karşılaşan kişinin kadın veya erkek olması niçin farklı sonuçlara yol açsın; bu durumla karşılaşan erkeklerde de dindarlık neden zayıflamasın?

Sonuç olarak, genelde kadının, özelde ise dindar kadının ücretli işlerde çalışması güncel bir tartışma konusudur. Tüm dünyada kadınların ücretli çalışma hayatına girmeleri zorlu süreçlerden geçmiştir, geçmektedir. Bu süreçte ülkemizdeki dindar kadınlar için bazı ilave zorlukların ortaya çıktığını görmekteyiz. Burada birbirinden farklı iki tür zorluk söz konusudur. Bu ilave zorluklardan biri çalışma hayatına dair düzenleme ve normlardan, diğeri ise bu alandaki dinî yorumlardan kaynaklanmaktadır. İlk sorun, başta başörtüsü olmak üzere belirgin dindar kimlikle kadının (eğitim ve) çalışma hayatından dışlanmasıdır. Bazı sektörler bir hazım süreci yaşasa da bu sorun yakın dönemde büyük oranda aşılmıştır. İkincisi, kadının ücretli işlerde çalışmasının bir zayıf dindarlık göstergesi olduğu algısıyla mücadele etmektir. Bu tartışmaların detayına bakıldığında aslında çalışma hayatına girişte kadının önünde yer alan zorlukların İslam dininin ilkelerinden ziyade kültürel alışkanlıklardan beslendiği söylenebilir. Bu bağlamda kadının çalışma hayatındaki yerine dair yerleşik değer yargılarında, erkeklerin konumlarını etkilemeyen seçeneklere daha kolay, etkileyenlere ise daha zor izin verilen bir değişim sürecinin yaşandığı görülmektedir. Bir genel gözlem olarak günümüzdeki çalışma hayatında kadının yeri konusunda meydana gelen toplumsal değişime ve yeni ortaya çıkan sosyal rollere uyum sağlamada, genel olarak erkeklerin kadınlara, özelde de dindar erkeklerin dindar kadınlara göre daha statükocu tutum ve davranışlar gösterdiği söylenebilir. 1


  1. Bu konuların detaylı tartışması için bkz. DEMİR, Zekiye; “İş”te Kadın: Çalışma Hayatında Kadın ve Dindarlık, Sentez Yayınları, 2020.