Mehmet Vural –

Gelenek, aslında insan varoluşunun en temel koşullarından birisidir. İnsan, her zaman bir geleneğin içinde doğar, büyür ve gelişir. Bu gelişimi sağlayan en önemli araç ise dildir. Dil vasıtasıyla geleneksel birikim nesilden nesile aktarılır. Dolayısıyla insan, geleneğin bir parçası olduğu gibi, gelenek de insanlığın bir parçasıdır. XVIII. yüzyıla kadar gelenekle iç içe yaşayan insan, bu yaşam şekli nedeniyle gelenekçilik ve modernizm gibi ayrımların farkına varıp bu yaşamı farklı bir adlandırmaya ihtiyaç hissetmemiş, ancak Aydınlanma Çağı ile bu kopuşu açık bir şekilde gözlemleyebilmiştir. Özellikle Aydınlanma Çağı sonrasında Batının gelenekten kopuşunu eleştiren isim gelenekçi ekolün kurucusu da sayılabilecek Fransız düşünür René Guénon’dur. Seylanlı bilgin Ananda Coomaraswamy ve İranlı düşünür Seyyid Hüseyin Nasr dışında, bu ekolün temsilcilerinin çoğunluğu, özellikle tabii bilimler alanında eğitim almış ve bir kısmı İslamiyet’i sonradan kabul etmiş Batılılardan oluşmaktadır. İlginçtir paradoksal bir biçimde, modern Batı düşüncesini eleştiren ve ona ciddi muhalefet edenler Batılılar olmuştur. Bu alanda öne çıkan diğer isimler olarak Frithjof Schuon, Titus Burckhardt, Martin Lings, Leo Schaya ve Gai Eaton sayılabilir.

Gelenekçi ekolün temel düşüncesi, tüm otantik dinî gelenekleri, aynı biricik kaynaktan ortaya çıktıkları için sahih/gerçek inanç saymalarıdır. Buna göre, Tanrı tek iken; Tanrı’ya giden değişik yollar olabilmektedir. Antropologların da ortaya koyduğu gibi, bilinen her toplumda mutlak iki şey olagelmiştir: İlim ve din. Dolayısıyla bütün çağlar boyunca dinler, dolayısıyla vahiy ve hikmet hep var olagelmiştir. Bu yüzden gelenekçi ekole, ezelî bilgeliğin taşıyıcısı anlamında Perennializm veya Sophia Perennis ismi de verilmektedir.

Gelenekçi düşünürlerden Lord Northbourne’un ifadeleriyle “kopmaz bir gelenek zinciriyle otantik vahye bağlı olan dinler, aynı zirveye götüren yollar gibidir.” 1 Bunlara göre hakikat ezelî, ebedî, değişmez ve evrenseldir; ama farklı form ve biçimlerde tezahür edebilir: Tıpkı güneş ışığının yağmur damlalarında kendini farklı renklerde göstererek gökkuşağı oluşturması gibi. Bu bir ve tek olan hakikat de kendini değişik dinî formlar biçiminde göstermiştir. 2Kaynağı yaratıcı ilke olan ezoterik bilgiyi içeren geleneğe ancak gerçek manada ehil kişiler nüfuz edebilir. Din ise, ezoterik bilginin aksine, geleneğin daha çok zahirî ve dışsal yönünü içermektedir.

Bu ekolün en önde gelen bir diğer ismi olan Seyyid Hüseyin Nasr’a göre ise gelenek, “… tüm insanlığa ve hatta tüm kozmik katmana haberciler, peygamberler, avatarlar, Logos ve diğer nakil vasıtasıyla gönderilen ilahi hakikatler, yahut ilkeler ile bu ilkelerin hukuk ve toplumsal yapı, sanat, sembolizm, bilimler gibi değişik alanlardaki tezahürleri”dir. 3Yine onun bir başka tanımına göre gelenek, kadim, ezelî ve değişmez kutsal hakikati, ezelî hikmeti ve bu değişmez prensiplerin farklı zaman ve mekânda süregelen uygulamalarını içerir. Bu ekole göre, günümüzde de varlığını sürdüren birçok manevi gelenek, asıl itibarıyla aynı metafizik ilkeye dayanmaktadır. Bunlar zahiren farklı özellikler gösterse de bâtıni yönden aynı ilahi kökten beslendikleri için hepsi sahihtir.

Aydınlanma’ya ve onun akıl anlayışına gelenekçi ekol şiddetli eleştiriler yöneltmiştir. Buna göre, antik dönemde “hikmet” anlamına gelen logos, Aydınlanma döneminde “akıl”ın; günümüzde ise modern yaşam tarzı anlamına gelen “medeniyet”, dinin ve hikmetin yerini almıştır. Dolayısıyla günümüz insanı, kaybolan hikmetin yerini alan medeniyet gibi seküler hurafelere sarılmaya başlamıştır. 4Bu portrede modern insan karanlıkta yürümektedir. Bunun için Tanrı’ya inanç yeniden geliştirilmelidir. Nasr’ın ifadeleriyle, modern dünyanın ihtiyacı daha çok rasyonalite değil, daha fazla maneviyattır.

Gelenekçi ekole göre modern bilim, varlığın kaynağı ve merkezi olan Tanrı’dan gelen bilgiden bağını kopararak, tamamen beşerî bilgi kaynaklarına dayanmak suretiyle hakikati ve hikmeti kaybederek, parçalı ve yüzeysel bir bilgiye dönüşmüştür. Oysa geleneksel bilim, değişmez hakikatlere (ezelî hikmet) dayandığı için, âlemi bir bütün olarak, yani varlık katmanlarını birbiriyle olan ilişkileri çerçevesinde inceler. 5Rönesans’la başlayan süreçte Tanrı-merkezli âlem (teocentric) anlayışı terk edilerek, insan-merkezli âlem (hümanizm) anlayışına geçilmiştir. Böylece insan, varlığın merkezi olan Tanrı’dan koparılarak, “kendi başına varlık” olarak ele alınmaya başlanmıştır. Bu durum hakikatin, ahlakın, değerin, hatta doğru bilginin sahibi olmanın imkânsızlaştığı, her şeyin öznelleştiği bir dünyaya kapı aralamıştır. Bu duruma tepki olarak nihilizm, varoluşçuluk ve en son da postmodernizm gibi akımların doğmasına neden olmuştur.

İnsanı Tanrı’dan kopararak, onu tek boyutlu fiziksel bir makine seviyesine düşüren modern Batı düşüncesi, böyle yapmakla bilgiyi hakikatten uzaklaştırarak malumat düzeyine indirmiş ve bilimi de hikmetten koparmak suretiyle onu duyusallık alanına hapsetmiştir. Aslında Rönesans’la başlayan süreç insanlığa, âlemin sırlarının keşfedileceğini, modern ilim ve teknoloji sayesinde insanlığın daha önce yaşamadığı mutluluğu, refahı ve zenginliği yaşayacağını vaat etmişti. Max Weber’in deyimiyle, modernleşme süreci ile birlikte dünyanın büyüsünün bozulduğu (Entzauberung) bu süreçte, maddi açıdan bir kısım başarılar elde edilse de manevi açıdan sonuç hüsran olmuştur. Üstelik bu sürecin, dünyanın hızla kirlenmesine, ekolojik dengenin bozulmasına neden olduğu, hatta manevi bozulmanın sadece bölgesel olmadığı, bütün dünyayı tehdit eden küresel ölçekte olduğu görülmektedir. Bu yüzden gelenekçi ekol, günümüzde hâlâ rağbet gören pozitivizm, evrimcilik, ilerlemecilik, bilimcilik ve psikolojizm gibi modern akımlara şiddetle karşı çıkmaktadır. Bu akımların öncüsü olan ve gelenekçi ekol tarafından sahte-peygamberler olarak da adlandırılan Comte, Darwin, Marks ve Freud gibi düşünürlerin açtığı paradigmanın yanlışlığı vurgulanarak, bu düşünürlerin hakikat düşüncesini ortadan kaldırdıkları, hikmet ve gelenekle olan bağı kopardıkları düşünülmektedir.

Sadece gelenekçi ekol değil, postmodernistler ve kimi sosyologlar da Batıdaki Aydınlanma ve Sanayi Devrimi sonrasındaki gelenek-karşıtı sürece önemli eleştiriler yöneltmişlerdir. Batı toplumunun içinde bulunduğu krize dikkat çekenlerden birisi de Jean Baudrillard’dır. Ona göre, Batı dünyasında birçok alanda gerçek ve hakikat yer değiştirmiştir. Bir resmin taklidi, yorumu veya tarihî bir eserin kopyası tüm aurasını yitirerek aslının yerine geçebilmektedir. Günümüzde gelenekten kopuşun farkına varan Batı dünyası, kendi kültürel değerlerinden kül olmayanlarını açık hava ve etnografya müzelerinde sergilemeye başlamıştır. Bütün bu sergiler, müzeler, belgeseller vb. hatırlatmaktan çok unutturmak; hakikat arayışı ve sanatsal kaygılardan çok tüketmek için vardır. Yok olanlar ise küllerinden yeniden yaratılmaya çalışılır ve kendi gerçekliğinden tamamen yabancılaştırılarak bir müze nesnesi hâline getirilir; Baudrillard’ın deyimiyle simülasyon edilir.6

Gelenek, insanların iradelerinden bağımsız olarak, sosyal ve siyasal yaşamı idare eden, tarihsel ve tecrübi birikim ve değerlere dayalı uygulamaları içermektedir. Bu anlamda din ile gelenek çok yakın ilişki içerisindedir. Fakat bu durum din ile geleneğin aynı şeyler olduğu anlamına gelmemektedir. Din, insanı kaynağına, yani Tanrı’ya bağlayan asli bir bağken; gelenek, gerçekliğin dışa dönük maddi ve parçalı yüzünü oluşturur. Bu yüzden “Din, geleneğin otantik sesidir.” denilmektedir. Benzer şekilde Edward Shils de geleneğin meydana gelişini formüle ederken, bir geleneğin var olması için, en az üç kuşak -bunların uzun veya kısa olmasının önemi olmaksızın- sürmesi gerektiğini belirtmektedir. Ona göre, asgari düzeyde üç kuşak üzerindeki iki intikal, gelenek sayılabilecek bir inanç veya eylem kalıbını gerektirmektedir.7

Semavî kökenli bir mesaj olan din, inançlar ve pratikleri canlandırırken; gelenek daha çok bu inanç ve pratiklerin çağlar boyunca bilfiil aktarılmasıyla ilgilidir. Din ve gelenek ilişkisinde en temel fark din, aşkın olandan peygamberler aracılığıyla mesajın dikey bir şekilde insanlığa indirilmesi (inzâl/nüzûl) iken; gelenek, bu dinin zaman ve mekân matrisi içerisinde yatay bir süreklilik göstermesidir. Buna göre gelenek, tarihsel yönüyle hem biçimlerin iletimini hem de belli bir dinin değişik dönemlerdeki manevi yenilenmesini sağlar. Aşkın olana bağlılık ve tabiatüstü özellikleriyle gelenek, örf, âdet ve görenekten ayrılır. Böylece gelenek bize, günümüz dünyasının tüm yönlerini ve ideolojilerini değerlendirebileceğimiz, hem entelektüel hem de manevi tabiatlı güçlü bir ışık temin eder. 8

Gelenek, sosyal kurumlara yansıdığı zaman aktarma, elden ele nakletme anlamları ön plana çıkmaktadır. Bu anlamda gelenek, kuşaktan kuşağa aktarılan uygulamalar, inançlar, sanatlar, kurumlar ve deneyimlerin aktarıldığı, kuşakların bu bilgi birikimi sayesinde öğrendiği araçtır. Aynı zamanda bu şekilde aktarılan kültür öğelerinden bazıları için de gelenekten söz edilir. Bu anlamda bireyin değil, grubun ürettiği bir davranış biçimi, değer yahut standart gelenek adını alır ve grup bilincini ve asabiyetini güçlendirmeye hizmet eder. 9 Jaroslav Pelikan’ın özlü ifadesiyle “Gelenek, ölülerin canlı inancı; gelenekçilik ise canlıların ölü inancıdır.” 10Bir başka deyişle gelenek, yaşayanları ölülerin ruhunda, ölüleri de yaşayanların bedenlerinde sürekli olarak yeniden inşa eder. Bu süreç, geçmiş ile geleceğin sürekli olarak iç içe geçmesini sağlar.

Geleneğe yönelik eleştirilerin bir kısmı da modernist akımdan gelmektedir. Fazlur Rahman, Hasan Hanefî, Nasr Hâmid Ebû Zeyd gibi modernist olarak niteleyebileceğimiz isimler de geleneğe hep ihtiyatlı ve eleştirel yaklaşmışlardır. Örneğin bu akım içerisinde değerlendirilebilecek olan Hasan Hanefî’ye göre gelenek (kültürel miras), herkesin işine ya da hoşuna gideni aldığı bir süpermarket gibidir. Yine geleneğe ilişkin bir diğer eleştiri de kutsal sayılan gelenek ile moda (revaçta) olan arasındaki ilişkinin belirsiz olmasıdır. Bu konuda dile getirilen, bir şeyin gelenek olabilmesi için üç neslin geçmesi kuralı da sorunu çözmemektedir. Gelenekçiler saatleri geri almak gibi aslında imkânsızı istemektedirler. Dolayısıyla gelenekçilikte öne çıkan özellik öznelliktir. Bu durumda geçmişi kutsayan, bir tür Altın Çağ hayali kuran geriye yönelimli (retrospektif) bakış mı doğru; yoksa geçmişe bakmanın, gelenekten ilham almanın anlamsız ve bizi ileriye götürmeye engel gören modernistlerin bakış açısı mı doğru sorusu akla gelmektedir. Ayrıca geleneğin kendiliğinden bir süreçte oluşması mı; yoksa akılla, istenildiği zaman icadı mümkün mü akla gelen bir diğer sorudur.


  1. Northbourne, Lord, Modern Dünyada Din, çev. Şahabeddin Yalçın, İstanbul: İnsan Yayınları, 1995, s. 12.

  2. Yalçın, Şahabettin, “Gelenekçi Ekol’de Akıl, Hikmet ve Bilim”, Modernizm ve Gelenekselcilik Arasında Din, Ankara: Hece Yayınları, 2013, s. 40.

  3. Nasr, Seyyid Hüseyin, Knowledge and the Sacred, Albany ve New York: State University of New York, 1989, s. 67.3

  4. Gencer, Bedri, Hikmet Kavşağında Edmund Burke ile Ahmet Cevdet, İstanbul: Kapı Yayınları, 2011, s. vii.

  5. Yalçın, s. 42.

  6. Baudrillard, Jean, Simülakrlar ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, Ankara: Doğu-Batı Yayınları, 2003, s. 15.

  7. Shils, Edward, “Gelenek”, çev. Hüsamettin Arslan, Doğu-Batı, sy. 25, 2003, s. 113.

  8. Danner, Victor, “Din ve Gelenek”, Kutsalın Peşinde, ed. Seyyid Hüseyin Nasr ve Katherine O’Brien, çev. S. Erol Gündüz, İstanbul: İnsan Yayınları, 1995, s. 30.

  9. Gould, Julius ve Kolb, William L. (ed.), A Dictionary of Social Sciences, New York: The Free Press, 1964, s. 723.

  10. Tradition is the living faith of the dead; traditionalism is the dead of the living.” Bk. Shils, s. 113.

Metin Toprak –

Bitmeyen hikâye: Döviz darboğazı

Türkiye’de Osmanlıdan bu yana döviz darboğazı hep olagelmiştir. Bu da şunu gösteriyor: Türkiye’nin döviz kazancı döviz harcamasından daha az. Sadece 1933-45  arası dönemde Türkiye dış ticaret açığı vermemiştir. Bu dönemde, kamu dengesinin de fazla verdiği not edilmelidir. Bu döneme ilişkin verilerin sıhhatine ilişkin çeşitli spekülasyonlar yapılsa da resmi rakamlar, düşük de olsa dış ticaret fazlasını gösteriyor. Döviz açığı veya fazlası, yerine göre bir ülke ekonomisinin rekabetçiliğini de gösterir. Örneğin Suudi Arabistan, Rusya, Körfez ülkeleri ve doğal gaz, petrol ve diğer doğal kaynaklar zengini ülkelerin dış ticaretlerindeki döviz fazlası rekabetçilikleriyle ilgili bir gösterge değilken; Almanya, Japonya, Kore ve Çin gibi ülkelerin döviz fazlası rekabet üstünlüğüne işaret eder.

Türkiye’nin ithalatı olmasa, üretim ve ihracatı darboğaza girer

Türkiye ithalatının yüzde 85’inden fazlası hammadde, ara malları ve yatırım mallarından oluşuyor. İthalat harcamasının sadece yüzde 14 ila 15’i tüketim mallarına gidiyor. Bu durumda, ülkemizin üretiminde ithalatın önemli oranda belirleyici bir etkisi vardır. İthalat yapılmadan üretim yapılması da güç görünüyor. Ulusal üretimimizin bir kısmını ihraç ettiğimize göre, ihracatımız ithalatımızın bir fonksiyonu haline gelmiş oluyor. Oysa ders kitaplarının basitleştirilmiş gösterimlerinde ithalatın yurtiçi harcamalar bakımından bir sızıntı olduğu ve millî geliri negatif etkilediği anlatılır. Tabi pedagojik amaçlarla bu tür varsayımlara başvurmak çoğunlukla gerekli oluyor. Sonuçta, döviz harcamasını kısarak ekonomiyi büyütemeyiz ve döviz harcamasını önemli ölçüde azaltacak kapasitede alternatif ticaret ortaklarını bulmak da kolay değil.

Döviz fiyatını artırarak ihracatı artırmak uzun dönemde izlenecek bir politika değil

Döviz fiyatının artması (TL’nin ucuzlaması), Türk ihraç ürünlerinin fiyatını düşürdüğü için, ihracatı artırmakta ve ithalatı caydırmaktadır. İhraç ürünlerinin talep esnekliği birden büyüktür. Bu da kısmen şunu gösteriyor: Türkiye’nin ihraç ürünlerini satın alan ülkeler, fiyat yükselişlerinde Türk ürünlerini kolaylıkla ikame edilebilmekte ve diğer ihracatçı ülkelere yönelmekteler. Yapılmış birçok çalışma, döviz kurlarıyla oynayarak ihracatı artırıp ithalatı azaltarak döviz tasarrufu sağlamanın sadece kısa dönemde işe yaradığını, uzun dönemde ise ters yönlü bir ilişkinin dahi ortaya çıktığını, ancak genellikle etkisiz bir durumla karşılaşıldığını göstermektedir.

İhracatın ithalat bileşimi, beklendiği kadar yüksek değil

İthalatımızın yüzde 85-87’si üretim girdilerinden oluşunca, ihracatımızın da önemli ölçüde ithalata dayandığı öngörülebilir. Ne var ki, durum tam da sanıldığı gibi değil. OECD hesaplamasına göre Türkiye’de ihracatın ithalat bileşimi yüzde 17-18 civarındadır. Yani ihraç edilen ürün değerinin sadece yüzde 17’si ithalattan oluşmaktadır. Geriye kalan 83 puanlık ithalat ise yurt içinde üretimde kullanılmakta veya tüketime gitmektedir. Bireysel araştırmacıların ulaştıkları bulgular ise OECD hesaplamasından önemli ölçüde farklılaşmakta ve ihracatın ithalat bileşimini yüzde 25-35 arasında tahmin etmektedir. Görüldüğü gibi ithalatın ağırlıklı olarak girdilerden oluşması ile ihracatın ithalata bağımlılık ilişkisi birebir düzeyinde güçlü değildir. Bu da, yurt içi pazarı hedefleyen tüketim bakımından da ithalatın çok önemli olduğuna işaret eder.

Finans piyasalarının serbestleşmesi ve istikrarlı para

Türkiye 1980 yılında dünyadaki serbest piyasa devrimiyle reel sektörünü, 1990 yılında sosyalist blokun çözülmesi ve finansal serbestleşme dalgasıyla birlikte finans piyasalarını dışa açmış ve kambiyo kontrollerini kaldırmıştır. Finans piyasalarındaki serbestleşmeden itibaren, ekonomik ve finansal kırılganlıkları zayıf olan Türkiye gibi ülkeler, sık aralıklarla para ve finans krizlerine maruz kalmıştır. Söz konusu krizler, esasında ülke yönetimlerinin ve ekonomilerindeki işletim mekanizmasının gelişmiş dünyayla uyumda başarısız olmalarını da göstermektedir. Bu krizlerden çıkışta genelde IMF ve diğer uluslararası finans kuruluşları etkili olmuştur. Krizler bir nevi piyasanın kendini düzeltmesi olarak da nitelenmektedir. Ancak, her 5 yılda bir meydana gelen krizler düzeltme olmaktan çıkmış ve bir tahribata dönüşmüş durumdadır. Bu da ülkelerin ekonomi yönetimlerinin yetersiz olması, ekonomik yapılarının zayıf ve kırılgan olması, ekonomide yapısal dönüşümlerin gerçekleşmemesi, zayıf insan kaynakları gibi nedenlerle açıklanmaktadır.

Her şey dövizle

Türkiye, mal ve hizmet piyasaları ile finans piyasaları bakımından gelişmiş ekonomilerle önemli ölçüde entegre olmuş durumdadır. Finans piyasalarına erişimi sınırlı olan kesimler ile dış ticarete konu olmayan ekonomik faaliyetlerde bulunan kesimler dışarıda tutulduğunda (ki bu kesimler de dövizle alınan ithal girdiler kullanabilmektedir), Türkiye’de dış ticaret ekonominin hayat damarı sayılır. Yine, Türk bankacılık sektöründe yabancı sahipliği veya yabancı kontrolü çok yüksek ve etkilidir. Bunu bir olumsuzluk olarak belirtmiyorum; aksine, bu yabancı bağlantısı Türk ekonomisindeki istikrarın en önemli ayaklarından biridir. Daha önce yaptığım bir analize göre, krizlerde aynı istikamette en fazla tepki veren bankalar yerli sahipli bankalar iken, en az tepkiyi verenler yabancı sahipli bankalardır. Bir ekonominin yabancı ekonomiler ve finans piyasalarıyla olan bağlantısı ne kadar güçlüyse, çalkantı dönemlerini atlatması, bu çeşitlilikten ötürü, o kadar kolay olabilmektedir.

Türkiye’nin ihracat, ithalat, yurt dışı yatırımları, yurt içi üretimde girdi kullanımı, yabancı yatırımlar, Türkiye’de sürekli ve geçici ikamet eden yabancılar, yurt dışında sürekli ve geçici ikamet eden Türk vatandaşları ve yurt dışına borcumuz ve yurt dışından alacağımız göz önüne alındığında, uluslararası referans paralara olan girift bağlılık daha açık görülür. Ancak istikrarsız TL ve finans piyasalarından dolayı dövize olan rağbet ve nihayet kripto paraların yaygınlaşmaya başlaması, ulus devletleri olduğu gibi Türkiye’yi de büyük ölçüde etkileyen faktörler olmaya başlamıştır.

WhatsApp’tan sonra Libra: Önce iletişim sonra alışveriş!

Facebook yeni bir sloganını duyuruyor: bağlantılı dünya için bağlantılı cüzdan. Bugün WhatsApp uygulamasının dünyayı nasıl birbirine bağladığını düşünürsek, Facebook dijital parasının da benzer şekilde para transferlerinde bir süper kolaylaştırıcı olarak işlev göreceğini öngörebiliriz. Facebook dijital para olarak Libra’yı sunmaya hazırlanıyor. Muhtemelen, sadece ulusal paralarının değerini korumada başarısız olanların değil, görece başarılı ulus devletlerin de sahayı terk etmeleri veya sahalarını daraltmalarını gerektirecek bir dönüşüm yaşanmaya başlayacak.

Para politikası etkili olamıyor

Yabancı reel ve finansal piyasalarla bağlantıları güçlü olan bir ekonomide, dikkat edilecek en önemli konu nedir denirse, ben öngörülebilirlik ve istikrar cevabını veririm. Çünkü ülke artık yabancı yatırımcıların, devletlerin, ve ticarî ortakların radarına girmiş olduğu için, özellikle politikalarının öngörülebilir olması en önemli mesele haline gelmektedir. Bizde Merkez Bankasının son 20 yılda çok da başarılı bir performans sergilediği söylenemez (daha önceki yıllarda performans daha da düşüktü). Örneğin, enflasyon hedefleri ve gerçekleşmelerine bakıldığında, sapmanın yüzde 50 ile yüzde 100 arasında olduğu görülmektedir. Bu da, Merkez Bankasının ya öngörü yapmada başarısız olduğunu ya da uygulanan politikalardan bağımsız bir ekonomik gidişatın olduğunu gösterir. Samimi olmak gerekirse, Türkiye’nin son yirmi yıllık başarısında veya başarısızlığında IMF ve Dünya Bankası programlarının belirleyici bir etkisinin olduğunu teslim etmek gerekir. Uluslararası kurumlarla yürütülen programlar tamamlandıktan sonra program-bağımsız bir döneme girildi ve öyle de devam ediyor. Ekonomide para politikasının uzun dönemde etkisiz olduğu, kısa dönemde ise sürpriz veya şok etkisi yapacaksa etkili olduğu genel kabul görür. Tabi bir politikayı bir kere sürpriz diye uygulamak mümkün, aynı şeyi her gün yaparsanız sürpriz olmuyor ve doğal olarak sonuç da vermiyor.

Bütün dünyada ekonomi ve toplumda bir dönüşüm gerekiyor

Bütün dünya, son çeyrek yüzyılda giderek artan bir yoğunlukta dijitalleşmeye maruz kalıyordu. Covid-19 ile bu dönüşüm sistemik bir hale geldi. Eğitim, üretim, ticaret, modelleri, kamu kesimi görme tarzları, devlettoplum ilişkileri, ulus devlet tasarımı gibi konularda büyük dalgalar oluşmaya başlıyor. Bir ülkede sanal âlem ulus devletin kontrolünde olmadığında, dijitalleşme ile yaygınlaşan sanal âlemin ulus devlete rağmen toplumu ne yönde etkileyeceğini ve yönlendireceğini kestirmek giderek zorlaşıyor ve gidişatı yönlendirmek kontrolden çıkıyor. Dolayısıyla, enflasyonla mücadele, para politikası ve döviz kuru politikası alanlarında da ulusal inisiyatif giderek kayboluyor.

Devlet başarısızlığı, piyasa başarısızlığı ve sivil toplum başarısızlığı

Literatürde devletin başarısızlığı (government failure), piyasa başarısızlığı (market failure) ve sivil toplum başarısızlığı (voluntary failure) kavramları giderek daha çok kullanılacak. Eskiden sadece devlet veya piyasa başarısızlığından söz edilir ve özel sektöre veya devlet müdahalesine neden ihtiyaç duyulduğu bununla gerekçelendirilirdi. Şimdi ise sivil toplum başarısızlığı gündemde! Sivil toplumunu geliştirmeyen ve hatta gelişmesine fırsat vermeyen devletlerin, dijital istila ile zeminlerinin önemli ölçüde sarsılacağı söylenebilir. Mesele, bir para politikası veya enflasyon meselesi olmanın çok ötesine geçmiş durumda. Bütün dünya dönüşüyor, dönüştürülüyor. Bu sert ve güçlü akıma karşı durmak sadece akıbeti hızlandırır. Devlet, özel sektör ve sivil toplum örgütleri bakımından çağdaş gelişmeleri anında izleyip uygulayan, kurumlarının (devlet, özel sektör ve STK) kapasitesini artırmada proaktif davranan toplumlar başarılı bir şekilde hayatta kalacak gibidir. Bunun dışında varlığını sürdürecek toplumlar ise kahramanlık hikâyeleri yazmaya devam edecek gibi görünüyor.