Mehmet Vural –
Gelenek, aslında insan varoluşunun en temel koşullarından birisidir. İnsan, her zaman bir geleneğin içinde doğar, büyür ve gelişir. Bu gelişimi sağlayan en önemli araç ise dildir. Dil vasıtasıyla geleneksel birikim nesilden nesile aktarılır. Dolayısıyla insan, geleneğin bir parçası olduğu gibi, gelenek de insanlığın bir parçasıdır. XVIII. yüzyıla kadar gelenekle iç içe yaşayan insan, bu yaşam şekli nedeniyle gelenekçilik ve modernizm gibi ayrımların farkına varıp bu yaşamı farklı bir adlandırmaya ihtiyaç hissetmemiş, ancak Aydınlanma Çağı ile bu kopuşu açık bir şekilde gözlemleyebilmiştir. Özellikle Aydınlanma Çağı sonrasında Batının gelenekten kopuşunu eleştiren isim gelenekçi ekolün kurucusu da sayılabilecek Fransız düşünür René Guénon’dur. Seylanlı bilgin Ananda Coomaraswamy ve İranlı düşünür Seyyid Hüseyin Nasr dışında, bu ekolün temsilcilerinin çoğunluğu, özellikle tabii bilimler alanında eğitim almış ve bir kısmı İslamiyet’i sonradan kabul etmiş Batılılardan oluşmaktadır. İlginçtir paradoksal bir biçimde, modern Batı düşüncesini eleştiren ve ona ciddi muhalefet edenler Batılılar olmuştur. Bu alanda öne çıkan diğer isimler olarak Frithjof Schuon, Titus Burckhardt, Martin Lings, Leo Schaya ve Gai Eaton sayılabilir.
Gelenekçi ekolün temel düşüncesi, tüm otantik dinî gelenekleri, aynı biricik kaynaktan ortaya çıktıkları için sahih/gerçek inanç saymalarıdır. Buna göre, Tanrı tek iken; Tanrı’ya giden değişik yollar olabilmektedir. Antropologların da ortaya koyduğu gibi, bilinen her toplumda mutlak iki şey olagelmiştir: İlim ve din. Dolayısıyla bütün çağlar boyunca dinler, dolayısıyla vahiy ve hikmet hep var olagelmiştir. Bu yüzden gelenekçi ekole, ezelî bilgeliğin taşıyıcısı anlamında Perennializm veya Sophia Perennis ismi de verilmektedir.
Gelenekçi düşünürlerden Lord Northbourne’un ifadeleriyle “kopmaz bir gelenek zinciriyle otantik vahye bağlı olan dinler, aynı zirveye götüren yollar gibidir.” 1 Bunlara göre hakikat ezelî, ebedî, değişmez ve evrenseldir; ama farklı form ve biçimlerde tezahür edebilir: Tıpkı güneş ışığının yağmur damlalarında kendini farklı renklerde göstererek gökkuşağı oluşturması gibi. Bu bir ve tek olan hakikat de kendini değişik dinî formlar biçiminde göstermiştir. 2Kaynağı yaratıcı ilke olan ezoterik bilgiyi içeren geleneğe ancak gerçek manada ehil kişiler nüfuz edebilir. Din ise, ezoterik bilginin aksine, geleneğin daha çok zahirî ve dışsal yönünü içermektedir.
Bu ekolün en önde gelen bir diğer ismi olan Seyyid Hüseyin Nasr’a göre ise gelenek, “… tüm insanlığa ve hatta tüm kozmik katmana haberciler, peygamberler, avatarlar, Logos ve diğer nakil vasıtasıyla gönderilen ilahi hakikatler, yahut ilkeler ile bu ilkelerin hukuk ve toplumsal yapı, sanat, sembolizm, bilimler gibi değişik alanlardaki tezahürleri”dir. 3Yine onun bir başka tanımına göre gelenek, kadim, ezelî ve değişmez kutsal hakikati, ezelî hikmeti ve bu değişmez prensiplerin farklı zaman ve mekânda süregelen uygulamalarını içerir. Bu ekole göre, günümüzde de varlığını sürdüren birçok manevi gelenek, asıl itibarıyla aynı metafizik ilkeye dayanmaktadır. Bunlar zahiren farklı özellikler gösterse de bâtıni yönden aynı ilahi kökten beslendikleri için hepsi sahihtir.
Aydınlanma’ya ve onun akıl anlayışına gelenekçi ekol şiddetli eleştiriler yöneltmiştir. Buna göre, antik dönemde “hikmet” anlamına gelen logos, Aydınlanma döneminde “akıl”ın; günümüzde ise modern yaşam tarzı anlamına gelen “medeniyet”, dinin ve hikmetin yerini almıştır. Dolayısıyla günümüz insanı, kaybolan hikmetin yerini alan medeniyet gibi seküler hurafelere sarılmaya başlamıştır. 4Bu portrede modern insan karanlıkta yürümektedir. Bunun için Tanrı’ya inanç yeniden geliştirilmelidir. Nasr’ın ifadeleriyle, modern dünyanın ihtiyacı daha çok rasyonalite değil, daha fazla maneviyattır.
Gelenekçi ekole göre modern bilim, varlığın kaynağı ve merkezi olan Tanrı’dan gelen bilgiden bağını kopararak, tamamen beşerî bilgi kaynaklarına dayanmak suretiyle hakikati ve hikmeti kaybederek, parçalı ve yüzeysel bir bilgiye dönüşmüştür. Oysa geleneksel bilim, değişmez hakikatlere (ezelî hikmet) dayandığı için, âlemi bir bütün olarak, yani varlık katmanlarını birbiriyle olan ilişkileri çerçevesinde inceler. 5Rönesans’la başlayan süreçte Tanrı-merkezli âlem (teocentric) anlayışı terk edilerek, insan-merkezli âlem (hümanizm) anlayışına geçilmiştir. Böylece insan, varlığın merkezi olan Tanrı’dan koparılarak, “kendi başına varlık” olarak ele alınmaya başlanmıştır. Bu durum hakikatin, ahlakın, değerin, hatta doğru bilginin sahibi olmanın imkânsızlaştığı, her şeyin öznelleştiği bir dünyaya kapı aralamıştır. Bu duruma tepki olarak nihilizm, varoluşçuluk ve en son da postmodernizm gibi akımların doğmasına neden olmuştur.
İnsanı Tanrı’dan kopararak, onu tek boyutlu fiziksel bir makine seviyesine düşüren modern Batı düşüncesi, böyle yapmakla bilgiyi hakikatten uzaklaştırarak malumat düzeyine indirmiş ve bilimi de hikmetten koparmak suretiyle onu duyusallık alanına hapsetmiştir. Aslında Rönesans’la başlayan süreç insanlığa, âlemin sırlarının keşfedileceğini, modern ilim ve teknoloji sayesinde insanlığın daha önce yaşamadığı mutluluğu, refahı ve zenginliği yaşayacağını vaat etmişti. Max Weber’in deyimiyle, modernleşme süreci ile birlikte dünyanın büyüsünün bozulduğu (Entzauberung) bu süreçte, maddi açıdan bir kısım başarılar elde edilse de manevi açıdan sonuç hüsran olmuştur. Üstelik bu sürecin, dünyanın hızla kirlenmesine, ekolojik dengenin bozulmasına neden olduğu, hatta manevi bozulmanın sadece bölgesel olmadığı, bütün dünyayı tehdit eden küresel ölçekte olduğu görülmektedir. Bu yüzden gelenekçi ekol, günümüzde hâlâ rağbet gören pozitivizm, evrimcilik, ilerlemecilik, bilimcilik ve psikolojizm gibi modern akımlara şiddetle karşı çıkmaktadır. Bu akımların öncüsü olan ve gelenekçi ekol tarafından sahte-peygamberler olarak da adlandırılan Comte, Darwin, Marks ve Freud gibi düşünürlerin açtığı paradigmanın yanlışlığı vurgulanarak, bu düşünürlerin hakikat düşüncesini ortadan kaldırdıkları, hikmet ve gelenekle olan bağı kopardıkları düşünülmektedir.
Sadece gelenekçi ekol değil, postmodernistler ve kimi sosyologlar da Batıdaki Aydınlanma ve Sanayi Devrimi sonrasındaki gelenek-karşıtı sürece önemli eleştiriler yöneltmişlerdir. Batı toplumunun içinde bulunduğu krize dikkat çekenlerden birisi de Jean Baudrillard’dır. Ona göre, Batı dünyasında birçok alanda gerçek ve hakikat yer değiştirmiştir. Bir resmin taklidi, yorumu veya tarihî bir eserin kopyası tüm aurasını yitirerek aslının yerine geçebilmektedir. Günümüzde gelenekten kopuşun farkına varan Batı dünyası, kendi kültürel değerlerinden kül olmayanlarını açık hava ve etnografya müzelerinde sergilemeye başlamıştır. Bütün bu sergiler, müzeler, belgeseller vb. hatırlatmaktan çok unutturmak; hakikat arayışı ve sanatsal kaygılardan çok tüketmek için vardır. Yok olanlar ise küllerinden yeniden yaratılmaya çalışılır ve kendi gerçekliğinden tamamen yabancılaştırılarak bir müze nesnesi hâline getirilir; Baudrillard’ın deyimiyle simülasyon edilir.6
Gelenek, insanların iradelerinden bağımsız olarak, sosyal ve siyasal yaşamı idare eden, tarihsel ve tecrübi birikim ve değerlere dayalı uygulamaları içermektedir. Bu anlamda din ile gelenek çok yakın ilişki içerisindedir. Fakat bu durum din ile geleneğin aynı şeyler olduğu anlamına gelmemektedir. Din, insanı kaynağına, yani Tanrı’ya bağlayan asli bir bağken; gelenek, gerçekliğin dışa dönük maddi ve parçalı yüzünü oluşturur. Bu yüzden “Din, geleneğin otantik sesidir.” denilmektedir. Benzer şekilde Edward Shils de geleneğin meydana gelişini formüle ederken, bir geleneğin var olması için, en az üç kuşak -bunların uzun veya kısa olmasının önemi olmaksızın- sürmesi gerektiğini belirtmektedir. Ona göre, asgari düzeyde üç kuşak üzerindeki iki intikal, gelenek sayılabilecek bir inanç veya eylem kalıbını gerektirmektedir.7
Semavî kökenli bir mesaj olan din, inançlar ve pratikleri canlandırırken; gelenek daha çok bu inanç ve pratiklerin çağlar boyunca bilfiil aktarılmasıyla ilgilidir. Din ve gelenek ilişkisinde en temel fark din, aşkın olandan peygamberler aracılığıyla mesajın dikey bir şekilde insanlığa indirilmesi (inzâl/nüzûl) iken; gelenek, bu dinin zaman ve mekân matrisi içerisinde yatay bir süreklilik göstermesidir. Buna göre gelenek, tarihsel yönüyle hem biçimlerin iletimini hem de belli bir dinin değişik dönemlerdeki manevi yenilenmesini sağlar. Aşkın olana bağlılık ve tabiatüstü özellikleriyle gelenek, örf, âdet ve görenekten ayrılır. Böylece gelenek bize, günümüz dünyasının tüm yönlerini ve ideolojilerini değerlendirebileceğimiz, hem entelektüel hem de manevi tabiatlı güçlü bir ışık temin eder. 8
Gelenek, sosyal kurumlara yansıdığı zaman aktarma, elden ele nakletme anlamları ön plana çıkmaktadır. Bu anlamda gelenek, kuşaktan kuşağa aktarılan uygulamalar, inançlar, sanatlar, kurumlar ve deneyimlerin aktarıldığı, kuşakların bu bilgi birikimi sayesinde öğrendiği araçtır. Aynı zamanda bu şekilde aktarılan kültür öğelerinden bazıları için de gelenekten söz edilir. Bu anlamda bireyin değil, grubun ürettiği bir davranış biçimi, değer yahut standart gelenek adını alır ve grup bilincini ve asabiyetini güçlendirmeye hizmet eder. 9 Jaroslav Pelikan’ın özlü ifadesiyle “Gelenek, ölülerin canlı inancı; gelenekçilik ise canlıların ölü inancıdır.” 10Bir başka deyişle gelenek, yaşayanları ölülerin ruhunda, ölüleri de yaşayanların bedenlerinde sürekli olarak yeniden inşa eder. Bu süreç, geçmiş ile geleceğin sürekli olarak iç içe geçmesini sağlar.
Geleneğe yönelik eleştirilerin bir kısmı da modernist akımdan gelmektedir. Fazlur Rahman, Hasan Hanefî, Nasr Hâmid Ebû Zeyd gibi modernist olarak niteleyebileceğimiz isimler de geleneğe hep ihtiyatlı ve eleştirel yaklaşmışlardır. Örneğin bu akım içerisinde değerlendirilebilecek olan Hasan Hanefî’ye göre gelenek (kültürel miras), herkesin işine ya da hoşuna gideni aldığı bir süpermarket gibidir. Yine geleneğe ilişkin bir diğer eleştiri de kutsal sayılan gelenek ile moda (revaçta) olan arasındaki ilişkinin belirsiz olmasıdır. Bu konuda dile getirilen, bir şeyin gelenek olabilmesi için üç neslin geçmesi kuralı da sorunu çözmemektedir. Gelenekçiler saatleri geri almak gibi aslında imkânsızı istemektedirler. Dolayısıyla gelenekçilikte öne çıkan özellik öznelliktir. Bu durumda geçmişi kutsayan, bir tür Altın Çağ hayali kuran geriye yönelimli (retrospektif) bakış mı doğru; yoksa geçmişe bakmanın, gelenekten ilham almanın anlamsız ve bizi ileriye götürmeye engel gören modernistlerin bakış açısı mı doğru sorusu akla gelmektedir. Ayrıca geleneğin kendiliğinden bir süreçte oluşması mı; yoksa akılla, istenildiği zaman icadı mümkün mü akla gelen bir diğer sorudur.
Northbourne, Lord, Modern Dünyada Din, çev. Şahabeddin Yalçın, İstanbul: İnsan Yayınları, 1995, s. 12.↩
Yalçın, Şahabettin, “Gelenekçi Ekol’de Akıl, Hikmet ve Bilim”, Modernizm ve Gelenekselcilik Arasında Din, Ankara: Hece Yayınları, 2013, s. 40.↩
Nasr, Seyyid Hüseyin, Knowledge and the Sacred, Albany ve New York: State University of New York, 1989, s. 67.3↩
Gencer, Bedri, Hikmet Kavşağında Edmund Burke ile Ahmet Cevdet, İstanbul: Kapı Yayınları, 2011, s. vii.↩
Yalçın, s. 42.↩
Baudrillard, Jean, Simülakrlar ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, Ankara: Doğu-Batı Yayınları, 2003, s. 15.↩
Shils, Edward, “Gelenek”, çev. Hüsamettin Arslan, Doğu-Batı, sy. 25, 2003, s. 113.↩
Danner, Victor, “Din ve Gelenek”, Kutsalın Peşinde, ed. Seyyid Hüseyin Nasr ve Katherine O’Brien, çev. S. Erol Gündüz, İstanbul: İnsan Yayınları, 1995, s. 30.↩
Gould, Julius ve Kolb, William L. (ed.), A Dictionary of Social Sciences, New York: The Free Press, 1964, s. 723.↩
“Tradition is the living faith of the dead; traditionalism is the dead of the living.” Bk. Shils, s. 113.↩