GERİ KALMIŞLIK ÜZERİNE 2/5: DÜNÜ OLDUĞU GİBİ ANLAMIŞ OLMAK BUGÜN VE YARINI İNŞA ETMEK İÇİN YETERLİ Mİ?

Ömer DEMİR –

Geri kalmışlık tartışmalarının cazibesinin arkasındaki ana itici güç, insanın sadece geçmişte olup biteni tam ve doğru olarak öğrenme merakı değildir. Kuşkusuz tarihi tam ve doğru öğrenmenin kendi başına bir değeri vardır, ama kalkınma ve gelişme yahut medeniyet tarihi olunca başka bir beklenti devreye girmektedir. Bu, eğer geçmiş “doğru” biçimde anlaşılabilirse gelecek de ona göre daha iyi kurulabilir, yani gelişmiş ülkelerin ne yaptıkları tam olarak öğrenilebilirse aynısı yapılarak diğer ülkeler de rahatça gelişebilir beklentisidir. Bu beklenti tümüyle yersiz değildir. Zira sosyal bilimlerin neredeyse tamamı tek tek insanlar veya grupların davranışlarında gözlenen düzenliliklerden bazı kurallar veya örüntüler çıkarılabileceği varsayımına dayanır. Ancak bu beklenti dinamik süreçlerde bazı revizyonlara ihtiyaç duyar. Özellikle gelişmenin doğasına yakından bakıldığında bu revizyon ihtiyacının gerekli olduğunu, düzenlilik olsa da bunun geçmişin birebir tekrarı şeklinde olmadığını söylemek durumundayız.

Çünkü birçok nedenle bugünün gelişmiş ülkelerinde, genel olarak beğenilen sonuçlar veren süreçlerin nasıl cereyan ettiğine dair açıklamalar üzerinde aşağı yukarı mutabakat sağlansa da, bu süreçlerin az gelişmiş veya gelişmekte olan tüm ülkelerde aynı şekilde işleyeceğinin bir garantisi yoktur. Bu durum, “geçmişte ne olup bittiğini anlamak bugün veya yarını inşa etmek için yeterli mi?” sorusu üzerinde ciddi ciddi düşünmeyi gerektiriyor. Çünkü bugün “ilerleme” denen durumların ortaya çıkmasını sağlayan her şey büyük oranda eksiksiz olarak bilinse de, bunların başkaları tarafından kolayca taklit edilemediği açıkça ortadadır. Bu da, doğal olarak, bu alanda her topluluk için geçerliliği olan bazı genel kuralların olup olmadığının sorgulanmasına neden oluyor. Yani, Batıda son üç yüz yıl içinde zamana yayılmış biçimde gerçekleşmiş olan “büyük ilerleme”nin kolayca başka yerlerde hemen uyarlanamıyor olması, bir yandan niçin bu olgunun başka yerlerde değil de Batıda ortaya çıktığı sorusunun gizemini daha da artırıyorken diğer yandan da bunun şimdi Batı dışı toplumlarda yaşayan insanlar için ne anlama geldiği üzerinde yeniden düşünülmesini zorunlu kılıyor. Nasıl mı? Birlikte düşünelim.

Bir Kez Gerçekleşmek, Her Yerde ve Sürekli Olarak Tekrar Edilmeyi Sağlar mı?

Gelişme ve kalkınmanın nasıl meydana geldiği konusunda dev bir literatür olmasına rağmen, dünya nüfusunun büyük ekseriyetinin “gelişme sorunu” ile boğuşuyor olması dikkatlerimizi “bir kez gerçekleşmiş olmak, her yerde ve sürekli tekrar meydana gelmeyi sağlar mı” sorusuna çeviriyor. Bu sorunun cevabı, etrafımızda şimdi ne olup bittiğini tam olarak anlama bakımından “bir şey ilk kez nerede, nasıl, hatta niçin oldu” sorularına verilecek cevaplardan çok daha önemli hale gelebilir. Zira devamlılık veya yeniden oluşu gerektiren şartlar sürekli değişiyorsa, geçmişte nerede, neyin, nasıl olduğunu anlamış olmak, merak giderme bakımından önemli olmakla birlikte, özellikle aynı veya benzerini yeniden yapma bakımından kendisinden beklenen işlevleri yerine getiremeyecektir. Bu da geçmişte neyin nasıl olduğunu öğrenmeye yüklenen anlamı değiştirecek, ona dayalı olarak oluşturulan bugün ve geleceğe dair beklentileri önemli ölçüde boşa çıkaracak, belki de tümüyle anlamsız kılacaktır. Bu aynı zamanda “gelişmenin ne kadarı bazıları ne kadarı herkes içindir” konusunu akla getirecektir. Zira hayatın diğer alanlarında da tüm oluşlar herkes için değildir.

İşin “anlarsak ne işimize yarar” kısmına geçmeden önce “dünün süreçlerini anlamanın bugünü anlamak için ne kadar yeterli olacağı” üzerinde biraz daha duralım. Yani, teorik araçlarımız mümkün kılsa bile, çoğu durumda pozitivistlerin hayal ettiği şekilde dünü tümüyle “olduğu gibi” anlamış olmanın bugünü de tam olarak anlamayı mümkün kılacağından; hasbelkader bugünü anlamış olmanın da yarını inşa etmek için yeterli olacağından emin olamayız. Hayatın devinim içinde olması kesinlikle daha fazlasına ihtiyaç göstermektedir. Bu durum, tüm çocukların az çok ebeveynlerine benzemelerine rağmen, tamamen onların aynısı olmamalarına benzemektedir. Bu sebeple “nasıl oldu” sorusuna tatmin edici, mantıksal, tutarlı ve kanıta dayalı cevaplar vermek çok önemlidir, ama bu cevapların gelecekte nelerin, nasıl olacağını da içereceğini düşünmek yanıltıcıdır. Bu konuyu biraz daha açalım.

Toplumsal olaylarda bir şeyin bir yerde meydana gelmiş olması, onun artık her yerde ve sürekli meydana geleceğini garantilemez dedik. Bunun birçok nedeni olabilir. Burada dört sebep üzerinde duracağız. İlkine ölçek sorunu diyelim. Ölçek sorunu derken bir bütünün bazı üyeleri için mümkün olanın, bütünün tümü için de mümkün olmamasını kastediyoruz. Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı boğaza nazır bir yalı sahibi olabilir ama tüm vatandaşlar için bu imkânsızdır. O kadar sahil yoktur, yalı yoktur, çok istense de yapmak mümkün değildir. Bunun sadece herhangi bir şehrin herhangi bir yerindeki mülkler için değil maddi varlığı olmayan toplumsal statüler de dâhil bir şekilde değer atfedilen ama miktarı talepkâr sayısınca artırılamayan her şey için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda iktisatçıların ekonomi bilimini üzerine inşa ettikleri kıtlık kavramıyla başımız büyük dertte anlayacağınız.

Ölçek sorunu, bir oluşun ölçeğini büyüttüğünüzde onu mümkün kılacak kaynağın olmadığı her yerde söz konusudur. Tartışmayı kalkınma meselesine transfer edecek olursak tüm ülkelerin şimdikiler gibi kalkınabileceğini söylemek, gelişmişliğin standartlarını karşılayacak kaynakların teminini gerekli kılar. Örneğin bugünün gelişmiş ülkelerdeki yaşam standardını tutturabilmek için alınması gereken günlük kalori veya üretim için kullanılması gereken enerji dikkate alındığında, bunun için gerekli olan kaynağın nereden bulunacağı sorusunun cevabını kabaca da olsa vermek gerekir. Satın alma gücü paritelerine takılmadan kaba hesapla söyleyecek olursak, 2022 yılında dünyada üretilen mal ve hizmetlerin değeri 100 trilyon dolar civarında. En zengin ülkelerdeki kişi başına düşen geliri de yaklaşık 100.000 dolar olarak kabul edelim. Yine yaklaşık 8 milyarlık dünya nüfusuna kişi başı yıllık yüz bin dolar gelir düzeyi için toplam üretim kapasitesini şimdikinin 8 katına çıkarmamız gerekir. Zengin ülkeler yerinde sayacak, diğerleri onlar seviyesinde mal ve hizmet tüketecek duruma gelecekler. Bu durumda suflesi yapılan “Aslında dünya kaynakları bol, israf etmez isek hepimize yeter” önermesi makul bir cevap değildir. Gerçekçi olmak gerekir. Yani iki yüz kişilik bir topluluk içinde her ay on kişi ziyafet için oturup bir kuzu tüketirse, mevcut kuzu stoku bunu karşılamaya yetebilir, ama kuzu eti yemek isteyen kişi sayısının iki yüz olması halinde 20 kuzu gerekir. Refah standardı ayda bir kuzu eti yemek olarak belirlenirse topluluğun her yıl eti yenebilir 240 kuzusu olması gerekir. Bu basit örnekten yola çıkarak gelişmiş ülkelerdeki hayat standardını esas alıp bütün tüketimleri benzer biçimde düşündüğümüzde dünya üretiminin ne kadar artması gerektiğini tahmin etmek zor değil. Bu durumda büyüme sınırsız değilse herkese gelişme vadeden açıklama yavaş yavaş bir illüzyona döner. Eğer çözüm, şu ana kadar bilinmeyen yeni hammadde, enerji ve besin kaynakları bulmak, bilinmeyen bir üretim yöntemi keşfetmekten geçiyorsa, o zaman geçmiştekinden farklı bir ilerleme yolu izlenecek demektir. Burada, böyle bir geleceğin imkânsız olduğu değil, sadece geçmiş deneyime bakarak ortaya konamayacağı ileri sürülmektedir.

İkinci olarak, ilk olmanın avantajlarını dikkate almalıyız. Hiç kimse yokken bir yerde olmak ile herkes varken orada olmak arasında, imkân ve fırsatlar bakımından büyük mesafeler vardır. Genel olarak toplumsal gelişim süreçlerinde sonuçları herkesçe beğenilen uygulamaların maliyet ve riskleri önden gidenlerce üstlenildiği için, arkadan takip etmenin birçok avantajı olduğu söylenir. Yani birileri uzun çabalar sonucu keşfeder veya icat eder, siz de çok düşük bir maliyetle kullanırsınız. Bu bilineni yeniden üretmede arkadan gelenlerin önde gidenler kadar sıkıntı çekmeyeceği anlamında doğru olmakla birlikte, arkadan gelenlerin yarını kurmada önde gidenlere göre eşit veya daha avantajlı hale geleceği anlamına kesinlikle gelmez. Yarını, bugün yapılanlar (dün veya evvelsi günden beri yapılmakta olanlar) inşa edeceği için önde gidenlerin bugünkü pozisyonları, yarının belirlenmesinde de arkadan gelenlere göre birçok avantajlar içerecektir. Çünkü her ne kadar tarih iniş ve çıkışlara şahitlik etse de günümüzde önden gidenlerin kritik konularda sahip olduklarına arkadan gelenlerin sahip olmalarının pek mümkün olmadığı görülmektedir. Bunun sebeplerinden birisi de, gelişme denen şeyi ortaya çıkaran şeyin, “gelişen” ve “gelişmeyen” arasındaki ilişkiyle irtibatlı olmasıdır. Birileri yarışın birincisiyse bunu diğerlerinin ikinci ve üçüncü olması sayesinde gerçekleştirirler. Birilerinin önden gidebilmesi, ötekilerin arkada olmasını zorunlu kılar. Herkesin önde gittiği yerde önde gitmekten bahsedilemez. Geçmişte önde olanların şimdi ve gelecekte de daima önde olmak istemeleri ve önde gidenlerin katlandıkları maliyetleri bölüşmeden arkadan gelenlerle elde ettikleri avantajları paylaşmaya yanaşmamaları anlaşılabilir bir durumdur. Ülke içi politik süreçle ilgili bir örnek vermek gerekirse, şu veya bu sebeple politik sistem aristokrasiden demokrasiye dönüşünce, önceki sistemin soyluları halkın içine karışıp orada “erimezler”. Tersine seçimle halktan yetki alan demokratik yönetici elitin esaslı parçalarından biri ya da yeni siyaseti yönlendirmeye çalışan zengin gruplar haline gelirler. Ülke içi veya ülkeler arası gelişmede de benzer durumlar söz konusudur.

Bu yaklaşım, dünya tarihinde hiç iniş çıkışların olmadığı veya olmayacağı, şu an önde olanların daima önde olacakları anlamına kesinlikle gelmemektedir. Kastedilen bu değildir. Kastedilen, şu an önde olanların, bir gün gelip geride kalacaklarsa bunun niçin ve nasıl olacağını, onları şimdiki duruma taşıyan süreçlere bakarak anlayamayacağımızdır. Böyle bir olası altüst oluşa yol açan her ne olacaksa (örneğin gelişmiş ülkelerin bulunduğu coğrafyalarda iklim ve diğer doğal koşulların değişmesi, nüfusun dramatik biçimde azalması, ülkeler arası nüfus hareketliliğine yol açan itici ve çekici siyasi, kültürel ve ekonomik faktörlerin tamamen değişmesi vb.), bunun dinamikleri bugünün dünyasınınkilerden çok farklı olacaktır.

Üçüncüsü, sosyal ve ekonomik gelişim süreci birikimsel bir nitelik gösterir. Birikimsellik zaman zaman norm değişimi de getirir. Bu bağlamda çoğu zaman gelişme süreci yukarıdakilerin, onları yukarı taşıyan merdivenleri farklı gerekçelerle bir bir “tekmelemeleriyle” sonuçlanabilir. 1Bu nedenle zamanla ilk oluş için meşru görülen araçların bazıları, sonrakiler için gayrı meşru olarak muamele görmeye başlayabilir. Kalkınma süreçlerinde bu konu özellikle önemlidir. Bugünü meydana getiren birçok kalkınma aracı artık meşruiyetini ya kaybetmiş veya kaybetmek üzeredir. Her ne kadar geçmişte yaygın biçimde kullanılmış olsa da belirli alanlarda devlet destekli tekeller oluşturma, insanları istemedikleri ve karşılığını almadığını düşündükleri işlerde zorla çalıştırma, çevreyi kirleten teknolojiler ve atıklar kullanma, insan haklarına aykırı olacak biçimde çocuk, esir, köle veya kadınları çalıştırma… gibi araçlar, bugün toplumların sermaye birikimine katkı sağlayacak “meşru” birer kalkınma aracı değildirler. Tam tersine geçmişte kalkınma ve büyümeyi sağlayan bu tür yaklaşımlar, gelişmekte olan ve geri kalmış toplumlar için iklim değişikliği ve yeşil mutabakat gibi küresel düzenlemeler yoluyla, onların ayaklarına bir pranga olacak şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple geçmişte kalıcı izleri olan ülkeler arası korumacılık yoluyla sağlanan avantajları yok eden serbest ticaret anlaşmaları, küresel kutuplaşma ve hegemonya ilişkileri, bir önceki dönemin yöntemleri ile benzer sonuçlar elde etme imkânını ortadan kaldırmaktadır. Burada bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için hemen belirtelim: Kesinlikle gelişmekte olan ülkeler için serbest ticaret anlaşmaları, çalışma koşullarında haftalık azami çalışma sürelerinin belirlenmesi, asgari ücret uygulamaları, temiz enerji ve çevre dostu üretim teknolojilerinin kullanım zorunluluğu gibi kısıtlamaların yanlış olduğu, yani geçmişte sermaye birikimi ve kalkınma için yapılmış olan her şeyin bugün aynı durumda olan ülkeler için de serbest olması gerektiği ima edilmemekte, sadece dünün koşulları korunarak bugünün aynen tekrar edilemeyişinin sebeplerinden birine işaret edilmektedir.

Bu durum biraz şuna benziyor: Hayatının ilk evrelerinde büyük yokluklar çekip sıkıntılar yaşayarak (eğitim imkânı ve rehberlik yapacak kimsesi olmayan, geçim şartları çok ağır olan, hatta doğru düzgün çalışacak uygun işin olmadığı… vb.) servet ve statü elde edenlerin bu hâllerini edebiyatın da sağladığı inceliklerle betimlemek göz yaşartıcı başarı hikâyeleri yazmamıza imkân verebilir. Ama bu hikâyeler bugün, gelecekte benzer servet ve statüleri elde etmek isteyenlere başarının tekrarlanabilecek bir somut reçetesi olarak sunulamaz. Sunarsak şöyle anakronik hatta ironik bir reçete olur: Önce bugünkü eğitim imkânlarından kendini yoksun bırak (çünkü kahramanımız mecburen o yolu izlemişti), aile ve çevrenin oluşturduğu ağların hiçbirini kullanma (çünkü kahramanımız böyle bir ağdan yoksundu), anonim bir kimlik ile kol gücü gerektiren ve sosyal güvencesi olmayan işlerde burnun iyice bir sürtülsün, zaman zaman intihar etmenin eşiğine gel, sonra gelsin başarı! Başarı timsali mevcut kahramanımızın hayat hikâyesinden örnek alarak kendine yol bulmak isteyene bunu mu önereceğiz? Eğer bu hayat hikâyesinden, zorluklar karşısında pes etmeme ilkesini çıkaracaksak, bunun, işe yarar bir ilke olmakla birlikte, başarılı olmak için bugün ne yapılacağına dair somut bir reçete içermediği gayet açık. Bu örnekteki bireylerin hayatlarının aynen tekrarlanamazlığı, toplumlar için de büyük ölçüde geçerlidir.

Dördüncü olarak, toplumlar arası birliği ve rekabet bugün dünkünden farklıdır ve sürekli yenilenen bir ortam oluşturmaktadır. Her ülke sahip olduğu doğal kaynak, içinde bulunduğu siyasi ittifaklar ve coğrafi konum sebebiyle diğerinden farklı bir konumdadır. Bu konumlanmalar da doğal olarak bazı imkân ve kısıtlar getirmektedir. Güney Kore başardı ama onun o dönemde dünya güç dengesinde sahip olduğu çevresel koşullar bugün çok az ülke için söz konusu. Onlarda Güney Kore’nin sahip olduğu diğer özellikler de yok. Niye Güney Kore’nin yaptığını yapamıyoruz sorusunun cevabı bu özel konum dikkate alınmadan eksiksiz ve doğru olarak verilemez. Yani neyi yapmak istediğinizi bilmek, yapmanız için uygun ortamları kendiliğinden sağlamıyor. Başarının uyarlanması mümkündür, ama bu uyarlama birçok koşulun bir araya gelmesine bağlıdır. Çoğu zaman o koşulların bir araya gelmesi başka koşulları da gerekli kılan döngüsel bir yapı arz eder. Ülkeler arası birliği ve rekabet ortamları birçok başka faktörün de etkisiyle sürekli değişmektedir. Uygun koşulların bir araya geldiği coğrafya ve ülkelerde elde edilen başarının başka yerlerde tekrarlanması, benzer koşulların orada da yaklaşık olarak oluşmasına bağlıdır. Bu koşullar ülke içi dinamiklere (siyasal sistem, doğal kaynaklar, kültürel yatkınlıklar vb.) ve uluslararası güç dengelerine karşı son derece duyarlıdır. Kuzey ve Güney Kore arasındaki fark, bu konuda tipik bir örnektir.

Sonuç olarak, dünyadaki mevcut refah artışını sağlayan süreçlere dair bilginin bu süreçleri arzu eden tüm ülkeler için çalıştırabileceğini söylemek gerçekçi değildir. Bu kadar mı?

Devamı sonraki yazıda. Geri Kalmışlık Üzerine 3: Her Bilen Yapabilir Yanılgısı


[

Ömer Demir
+ diğer makaleler

ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümünden 1988’de lisans ve 1990’da yüksek lisans derecesi aldı. 1993 yılında Anadolu Üniversitesinde İktisat alanında doktorasını tamamladı, 1996’da doçent 2009’da profesör oldu. Üniversite dışında TÜİK, YÖK ve ÖSYM’de yönetici olarak çalıştı, TÜBİTAK bilim kurulunda görev yaptı. Halen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinde öğretim üyesi. İktisat metodolojisi ile iktisadın kurumsal yapılarla ilişkileri konusunda çalışmalar yapıyor.


  1. Bu konuda Ha Joon Chang’ın Merdiveni tekmelemek: Tarihi bir perspektif içinde iyi politikalar ve iyi kurumlar isimli eseri (2013) güzel örnekler sunmaktadır.