ENES KARA’NIN ARDINDAN GERİDE KALAN İYİ İNSANLARA

Ömer Akpınar –

Tatmin edilmeyen hazlar acı verir demişti Arthur Schopenhauer. Platon’un bedene hapsettiği ruhu Foucault tersine çevirene kadar, tatmin edilmeyen hazların kaynağı ruha, tatmin peşinde koşma işi bedene yüklenmişti. Oysa hikâye bu şekilde başlamamıştı. Hikâyede yaradılış vardı ve tüm kutsal kitaplar en mükemmel şekilde yaratılan insanı anlatırdı. Örnekler ise tüm peygamberlerdi. Peygamberler şüphesiz Allah’ın elçileriydi, Allah tarafından koruma altındaydılar. O zaman en mükemmel olan kimdi? Evliyalar ve azizler yetiştiler imdada. Biz varız dediler. Zira evliya ve azizler seçilmiş değillerdi. Erdemleri ve ahlakları Allah tarafından seçilmiş gibi karşılanmalarına sebepti. Yani ilk hareket bu kez kuldandı. Hatta hiçbir ilahi dayanağı yokken, insanın erdemli olmasına örnek benim dedi Buda. Erdem özgürlüktür ve isterseniz mutluluğu elde etmek için hayatı idame ettirecek enerjiden başka hiçbir şeye ihtiyacınız yoktur dedi.

Buda’ya, tüm aziz ve evliyalara en büyük itiraz Soren Kierkegaard’tan geldi. İbrahim dedi Kierkegaard, yolda ne düşündü İsmail’i kurban etmeye götürürken? İman mıydı bıçağa davranan, yoksa onay mıydı? Kalp miydi önder olan, akıl mıydı? İman neydi? Acaba kurbanın geleceğine dair bir garanti mi alınmıştı? Yoksa iman bir akit miydi?

Sezai Karakoç’un antik çağlarda hakkı çalınmış mermeri çatırdıyordu. İman, Kierkegaard’la birlikte ilk kez küfrün alameti oluyordu. Allah’a yaklaştıkça küfrün kapıları aralanıyordu. Dehşet saatleri yaklaştıkça tüm anlamlar ters yüz oluyordu. Bir bilge bir grup insana ahlakı ve fazileti öğütlüyordu. Menkıbeler hep peygamberlerden alıntıydı. Ancak, peygamberler nasıl insanlardı diye içinden geçirenlere şeklen de bilgi verilmeliydi. Bir anda aklına bir fikir geldi. Tasvirine çalıştığı peygamberlerin davranışlarını ve giyim-kuşamını ritüele çevirdi. Peygamberlerin yaşadıkları dönemde nasıl giyindiklerinden ve ne yaptıklarından bağımsız olarak, bizzat bilge adamın giyindiği peygamber rubasına ve yaptığı şeyler peygamber davranışına dönüşüyordu. Erdem ve ahlak bilge adamda tecessüm ediyordu. İşte diyordu Kierkegaard, artık ilahi olan ile insani olan yer değiştirdi. Bilge insan tüm peygamberlerden rol çalıyordu. İman bir anda küfürle yer değiştiriyor, bilgi bir anda kibre bürünüyordu. Yine imdada Foucault yetişti. O saatten sonra diyordu, bilge özne, Tanrı nesnedir. Yaratım işi Tanrıdan kula geçmiştir.

Oysa hikâye böyle değildi. Nietzsche bile söylememişti Tanrının öldüğünü, kendi başına ibadet eden ihtiyar insana. Hatırlanırsa en çok papaya kızmıştı Zerdüşt. Hadi çirkin insanı ve diğerlerini anladım demişti Zerdüşt papaya. Sen neden tapıyorsun eşeğe? Bizzat gözlerinle görmedin mi Tanrının öldüğünü? Haklısın gördüm demişti papa. Şu çirkin insanın övgüler dizdiği eşeğe inanıyorum çünkü insan hiçbir şeye inanmamaktansa bir şeye inanmayı tercih eder.

Tanrının öldüğüne bizzat şahit olan papa iman aramaktaydı. Kierkegaard’a göre papanın derdi bir şeye inanmak değil, insanın içindeki yaratım dürtüsünün en mükemmelini yakalama çabasıydı. Papanın bedene hapsolmuş ruhu acı çekiyordu. Bu acıdan kurtulmak için eşekten bile Tanrı yaratacaktı. Çirkin insan eşeği övdü, övdü, övdü… Papa ve diğerleri dinledi, dinledi, dinledi… Eşek övüldükçe güzelleşti, güzelleştikçe tanrısal surete büründü.

Oysa hikâye böyle değildi. İnsanı kâmil denilmişti yaratılanların en şereflisine. Hakikatin sırrına erme kapasitesine sahip zihni, “Allah Ekber” ise ben kimim ki diye secdeye varan bedeni ve mağaralara müptela münzevi bir mirasın sahibi insan. Akılla varılır her yola derken Muallim-i Evvel, hocası Platon bilgeliğin aynı zamanda ahlak işi olduğunu da söylemişti. Mağarada gölgeleri seyrederken avam, hakikatin zincirlerini ancak bilge insan kırabilir dedi. Sokrates’e de kaç demişlerdi, kurtul öldürülmekten. Oysa hiç kimse Sokrates’in zincirlerini kırıp hakikate yaklaştığını göremedi. Mağara önemliydi çünkü avam ile havas yan yana zincirdeydi o mağarada ve ancak havasa nasipti mağara dışına çıkma yeteneği.

Yer yine mağaraydı. Ümmi Peygambere oku dendi. Sınıfsal farklılıklar, bilgelik, avam… ne gam. Oku dendi, oku. Neyi okuyacağı söylenmeden oku dendi. Yaratan Rabbinin adıyla oku. Gökyüzü ipekten kanatlarla dalgalandı. Şairler diller döktü. Yıllardır boz bulanık suları yudumlayan insanlar, bir pelikan hüznüyle kumsallarda yürürken alınlarında hissettiler yağmur tanelerini. Kâinatın en büyük ve en güzel alın yazısıydı O’na ümmet olmak. Denizler kabardı, göller kurudu, “Selam sana ey Nebi” sesleriyle aydınlandı tüm yollar. Börtü böcek, kuş, ağaç, hayvanat ve yıldızlar… hepsi bir ağızdan “Selam sana ey Nebi” dedi.

Bu kez mağarada farklılıklar yoktu. Okumak, yani bilmek hakikate ulaşmak için tek kaynaktı. Kalemle yazmak öğretildiğinden beri okumak size emrolundu dendi. Okuyan gözlere, yazan ellere, her dilde ama her dilde yazılmış tüm hecelere Bismillah. Bu kez hikâye yeniden yazılmayacaktı. Tüm hikâyelerin anlattığı gerçek hikâye başlamıştı. Tüm ideaların imgelediği gerçeklik ortaya çıkmıştı. Hakikat ilk değil belki ama son kez Peygamber şahsında tecessüm etmişti. O Sokrates’in hasreti, O Diyojen’e baş eğdirmeyen cesaretti.

Duyan ram oldu, biri hariç. Gören âşık oldu, biri hariç. Bilen önceden ne biliyorsa unuttu, biri hariç. Ebu Cehil. Cehaletin babası. Esas adı Amr bin Hişam. Mekke’nin yöneticisi. Helenizm etkilerinin devam ettiği o günkü yüzyıl düşünüldüğünde, yaşadığı toplumun en ileri geleni olmalı. Yani yönetici, yani kral. Mekke’nin ticaret merkezi olması hasebiyle muhtemelen Arapçanın kabile şiveleri dâhil civarda konuşulan tüm dillere hâkim. Bugünkü tabirle muhtemelen dört beş dil biliyor. Yönetici, asil bir soydan geldiği ve zengin aileden olduğu için muhtemelen iyi bir eğitim almış. Kureyş kabilesini yönetecek vasfa sahip olduğuna göre Mekke dolaylarında, hatta bugünkü Arabistan yarımadasında ondan daha akıllı ve iyi yetişmiş biri olmaması gerekir. Bugün yaşasa Harvardlara eyvallah etmez, fahri doktora için üniversiteler sıraya girerdi. Ama adı yeryüzünün en acınası insanı olarak tarihe mal oldu: Ebu Cehil (Cahillerin Babası). Çünkü cahillik bir durum değil bir tutumdu. Allah’ın bizzat gözleri önüne koyduğu hakikati göremedi. Cahildi çünkü hakikate karşı tavır aldı. Cahildi çünkü yaradılışın gayesiyle kavgaya tutuştu. Cahildi çünkü dünya iktidarı için veya tatmin edilmeye namzet hazlar için erdem ve ahlaka karşı durdu. Cahildi çünkü hayatında köle olarak çalışmaktan başka zihinsel hiçbir çabaya maruz kalmamış insanların gördüğü gerçeği, koca külliyesiyle göremedi.

Peygamber ise örtüsünden kalkmıştı. Öbek öbek insanlar O’na geliyordu. Peki, insanları O’na sürükleyen neydi? Kur’an yeni inmeye başlamıştı. Kur’an bir sebep olamazdı. İlahi kelamın gücü de olamazdı, zira tamamlanmamış bir din vardı. Gelen ayetlerin okunması da olmazdı. O günkü toplumda ayetleri ezberleyenler hariç metinden yazı okuyacak insanların varlığı tartışmalıydı. İnsanların Peygambere inanmalarının bir tek açıklaması vardı: Peygamberin güzel insan olmasıydı. Hz. Muhammed dediyse doğrudur. O güne kadar her şeyiyle mükemmel bir insandı. Adı Muhammed’di, lakabı Emin. O dediyse doğrudur.

Safa tepesi heyecandan un ufak olacaktı. Nebi’yi başı üstünde taşımanın onuru onundu. Yeryüzü şekillerinin tüm topografik çizimlerinden münezzeh, adı inananların zihin topografyasında kalacaktı. Hacer anamızın İsmail’e su aramak için üstüne çıktığı günden beri daha güzel bir gün yaşamamıştı. Safa tepesinde Nebi Mekkelilere seslendi: “Ey Kureyşliler! Ben size şu dağın eteğinde veya şu vadide düşman atlıları var, hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?” Onlar da hiç düşünmeden: “Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.

O günden sonra da Peygamber her zaman doğrusunu söyledi. Dost düşman herkes O’nu doğru olarak buldu. O’nun doğruluğu bir idealdi. Ne kadar O’na benzediysek, dünyamız o kadar güzelleşti. İyi olanı yapmak O’nun sünnetini yapmak için yeterliydi. Basit ve güzel olan Peygamber âdetiydi. Tüm insanlar O’nun güzel huyuna, doğruluğuna ve güzel ahlakına âşıktı.

Peygamberimizin diğer dinlerin peygamberlerinden farkı insan olmasına yaptığı mutlak vurguydu. O’nun insan olması şehadetin şartı bilindi. Çünkü Peygamber kendisinde vücut bulmuş tüm güzelliklerin kaynağını insanın hamuruna işledi. Peygamber gibi erdemli ve ahlaklı bir insan olmak için ilahi bir ayrıcalığa ihtiyacı yoktu artık insanın. Eğer hakikatin sırrına ermek istiyorsa insan, eğer erdemin kapısına dayanmaya meyletmişse içine dönmesi yeterliydi. Kaynak şüphesiz Peygamber ve va’z ettiği dindi. Çelişki yoktu aslında. Sadece insani vasıflarla hakikate erer miydi insan? Bu sorunun cevabı Peygamber öğretisine göre şüphesiz evetti. Allah insanın hamurunu o nurla yoğurmuştu ve örneği Peygamberin bizatihi kendisiydi. Çünkü Peygamber tebliğden önce de aynı erdem ve ahlak üzereydi.

Yüzyıllar akıp gitti. Zihnimiz aydınlanırken ruhumuz karanlığa hapsoldu. İlk önce Thomes Hobbes Ebu Cehil’e saygı duydu ve anlam verdi. Sonra Isaac Newton her tanesini bir meleğin taşıdığını sandığımız yağmur tanelerine elektron yükleyip ayrı noktalara gönderdi. Foucault bedeni ruha hapsederken, Schrödinger hayatı kaderin elinden alıp (çalıp) gözlemciye devretti. Freud tatmin edilsin veya edilmesin tüm arzularımıza keskin şekiller verdi. Tüm bu çabalar insanı yeniden inşa etme çabasıydı ve her inşa bir yıkımla birlikte geldi.

Doğa ile rabıtası koptukça insanın, boşlukta sallanan ruhuna bir sığınak aradı. İdeolojiler, idealler vs. ne varsa Nietzsche’nın ölen Tanrısını arama çabasıydı. Oysa Nietzsche Tanrı öldü derken tam da bunu anlatıyordu. İnsanın hakikati arama çabası bitti diyordu. İnsan ilahi hakikati bırakıp kendini anlamlandırma peşine düşmüştü. Kendisi varken başka hangi Tanrı anlamlandırmaya değerdi? Nietzsche bunu kavradığında, insanlık, sistematik biçimde ilahi kural ve rollerin yerine kendi kural ve rollerini ekliyordu. Artık çok geçti. Sistemsel bir kara bulut mağaralara yürüyordu.

Oysa sadece hazzın, güç istencinin ve bilginin değil erdemin ve ahlakın kaynağı da insandı. Birkaç insanın kendi içine dönüp o kaynağa ulaşması, hayatı tekrardan anlamlandırmak için yeterliydi. Örnek belliydi. Peygambere benzemek ritüellere ve seremonilere indirgenmemeliydi. O’nun anlattığı hayatın, her dönemde yaşanabilir olmasının kanıtı, her dönemde iyi insanların var olması ihtimali ve gerçeğiydi. 2022 yılında, insanların bunca görünürlüğüne ve bilinirliğine rağmen, bu kadar ünlü insan tiplemelerine rağmen, dini öğretileri amaç edinme gayesinde olduğunu iddia eden yapılara rağmen, tüm hayatı Peygamber sünneti üzerine inşa ettiklerini iddia eden insanlarla birlikte yaşamasına rağmen Enes Kara, hayata tutunmak için, kendi içinden ahlakını ve erdemini çıkarabilmiş bir örnek insan bulamadı ve bu dünyadan küskün göçtü. Onun küskün göçü geride kalan bizlerin iç karanlığına bir haykırıştır. Bu haykırış kulaklarımıza değil vicdanımızadır.

Ömer Akpınar
+ diğer makaleler

Dr. Ömer Akpınar, Erzurum Atatürk Üniversitesi Matematik Öğretmenliği ve Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi lisans mezunudur. Türkiye Ortadoğu ve Amme İdaresi Enstitüsü’nde (TODAİE)  yüksek lisansını yapmıştır. Doktorasını İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamlamıştır. 2004 yılında İstanbul’da öğretmenliğe başlamış ve İstanbul’un değişik okullarında öğretmenlik, idarecilik ve okul müdürlüğü yapmıştır. Halen Moldova Gagavuzya’da Süleyman Demirel Moldova-Türk Lisesi’nde çalışmaktadır. Moldova üzerine akademik çalışmalar yapmaktadır.