TÜRKİYE EĞİTİM SİSTEMİNİN NİYETLENMEMİŞ ÜRÜNÜ: YURTDIŞINDAKİ TÜRK ÖĞRENCİLER!
Metin Toprak –
Bu yazıda, Türkiye yükseköğrenim sistemine giriş prosedürüne yönelik bir değerlendirme yapacağım. Ülkemizde merkezî sınavlar hem ilk ve orta öğrenimde hem de yükseköğrenimde önemli bir işlev görüyor. Eğitim kurumlarına ve kamu kurumlarına yerleşmede kullanılan merkezî sınavlar, adalet, eşitlik ve hakkaniyetin sağladığı kabulü nedeniyle, toplum nezdinde neredeyse bir dokunulmazlık zırhına bürünmüş durumdadır. Bunda, merkezî sınavların olmadığı durumun getirmesi muhtemel yüksek maliyetlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Ne var ki merkezî sınavların bu kullanışlılığı, başka yöntemlerin kullanımına engel teşkil etmemelidir. Meseleyi üniversite yerleştirme konusu üzerinden ele almak istiyorum.
Sahte üniversite, sahte eğitim, sahte diploma: Bir Sistemin Niyetlenmemiş Sonucu!
Son on yılda farklı zaman dilimlerinde üç yıl kadar bir Balkan ülkesinde öğretim üyeliği yaptım. O esnada Türk yükseköğretimiyle ilgili görevlerimden dolayı sıklıkla Avrupa’daki toplantılara katılmam gerekiyordu. Dolayısıyla, Avrupa’nın yükseköğrenim ve araştırma alanındaki reform gündemini ve programını yakından takip etme imkânı oluyordu. Bir Avrupa toplantısında konu “sahte üniversite, sahte eğitim ve sahte diplomalar”dı. Konuyu, yanlış hatırlamıyorsam, Çekya’dan karı-koca iki hocaya inceletmişlerdi. Sunum bitip ara verilince iki Balkan ülkesinin temsilcileri yanıma geldiler, kendilerini tanıtıp çok üzgün olduklarını belirttiler. Ben de tanıtım kısmına sevindiğimi ifade ettim, ama üzüntülerini anlayamamıştım. Sırayla ikisi de kendi ülkelerinde ağırlıklı olarak Türklere yönelik üniversiteler olduğunu, yüzlerce Türk öğrencinin buralara getirildiğini, oradaki eğitime yakinen şahit olduklarını ve beni uyarma gereği duyduklarını belirttiler. Benim zaten farklı kanallardan bildiğim, onların da yakinen aktardıklarına göre, Türk öğrencilerin İngilizceleri olmadığı gibi, o ülkenin dilini de bilmiyorlardı ve eğitim, ağırlıklı olarak yerel hocalar tarafından yerel dilde veriliyor ve genelde sınıf ortamında tercümanın ders esnasında Türkçe çevirisiyle ders işleniyordu. Tercümanlar da eğitim alanıyla ilgili eğitimi olmayan, daha çok turizm işiyle uğraşan kişiler oluyordu. Bu ders işleme şekli hukuk eğitiminde de geçerliydi. Kendilerine “bu üniversiteler sahte mi, devletin lisans vermesiyle kurulmadı mı” diye sorunca, bu konuda bir kanunsuzluk olmadığını, hepsinin resmî ruhsatlı olduğunu, ancak ülkelerinin gelişmekte olduğu için döviz ve gelir getirici faaliyetlere sıcak bakıldığını; ayrıca üniversite sahiplerinin ağırlıklı olarak siyasi figürleri de işlerine ortak ederek veya bulaştırarak siyasi koruma sağladıklarını belirttiler.
Türk öğrencilerin doğru dürüst bir eğitim almadan, hatta bir yabancı dil bile öğrenmeden Türkiye’ye dönmelerinin Türkiye’nin sorunu olduğunu, bu nedenle konunun kendi ülkeleri bakımından bir risk oluşturmadığını ekleyerek, zaten ülkelerindeki siyasi ve ekonomik sistemin de tam olarak oturmadığını ve bu tür boşlukların normal olduğunu vurguladılar.
Kaldı ki yukarıdaki durum sadece Romanya ve Bulgaristan gibi AB üyeleri olan geniş Balkanlar coğrafyasında değil, Rusya, Gürcistan, Azerbaycan ve Kazakistan vb. diğer eski sosyalist ülkeler bakımından da farklı derecelerde geçerli.
Türkiye’de üniversite yerleştirme sisteminin karşılamadığı talep fazlası
Yurtdışındayken hemen her yıl birçok defa Türk öğrencilerin eğitim-danışmanlık firmalarınca getirilerek mağdur edildiğine, vaatlerin tutulmadığına şahit oldum. Eğitim-danışmanlık firmaları Türkiye’de ticari olarak faaliyet gösteriyor, YÖK mevzuatının izin verdiğinin ötesinde mübalağalı vaatlerde bulunuyor ve temsilciliğini aldıkları üniversiteler kadar anlaşmaları olmayan üniversitelere dahi öğrenci ön kaydı yapıyorlar. Bu şirketlere ilişkin olarak YÖK, BİMER ve CİMER’e çok sayıda şikâyet yapılmış olduğu tahmin edilebilir. Eğitim-danışmanlık şirketleri, kayıt yaptırdıkları üniversitelerin YÖK tarafından tanındığını ileri sürerek öğrencileri ve velilerini ikna etmektedir. Tanıma ve denklik ayrı kavramlar ve süreçler olduğu için, hedef kitlenin bunun ayırdında olması da güç oluyor haliyle.
Türkiye’nin de tarafı olduğu Avrupa Bölgesinde Yükseköğretimle İlgili Belgelerin Tanınmasına İlişkin Sözleşme olan Lizbon Tanıma Sözleşmesi gereği, Avrupa Yükseköğrenim Alanında resmî olarak kurulmuş üniversitelerin tamamı Türkiye tarafından da (mecburen) tanınıyor. Ancak, İngiltere, Almanya, Amerika gibi ülkelerden gelen mezunların denklik işlemleri faraza üç ay sürerken, eski sosyalist bloktan veya eğitim kalitesi, öğrenci kabul süreçleri ve ölçme-değerlendirmesinin ciddiyetinden emin olunmayan üniversiteler ve ülkelerden gelenlerin denkliği bir yılı aşabilmekte ve ayrıca seviye tespit sınavları yoluyla kendilerini ispat etmeleri beklenmektedir. Dolayısıyla söz konusu üniversiteler için “YÖK tanıması var” denilmek suretiyle sanki otomatik denklik verilecekmiş gibi takdim edilerek, öğrenciler ve aileleri ayartılmaktadır/yanıltılmaktadır. Haliyle, hayatlarında bir veya iki kez üniversite giriş sorunuyla karşılaşan ailelerden ve o yaş grubundaki ergen öğrenci adaylarından yeterli bir farkındalık beklemek çok da gerçekçi olmuyor.
“Kendi isteğiyle yurtdışında eğitim görmek isteyenler” konusu, Türkiye’de MEB, YÖK ve ÖSYM’yi birinci elden ilgilendiren, yani sistemin ürettiği bir çıktıdır. ÖSYM sınavı esasen bir sıralama ve eleme sınavı olmakla beraber, önemli ölçüde yerine göre bir seviye tespit sınavıdır da. ÖSYM sınavlarının hakkaniyete uygun olduğu konusunda, pedagojik tartışmalar bir tarafa, yaygın bir kaygı bulunmamaktadır. Türkiye’de üniversite giriş sınavında istediği puanı alamayan veya sınava girmeyenler, son yirmi yılda yoğun şekilde çeşitli alternatiflere başvurmaktadır. Puanı olmayan veya yetmeyen lise mezunları, yurtdışındaki üniversitelere kayıt yaptırıp orada eğitim alarak mezun olmakta veya Türkiye’ye yatay geçiş yaparak eğitimlerini öyle tamamlamaktadır.
Yurtdışı okullardan diploma ile gelenlere seviye tespit sınavı yapılmaya başlandığında, alınan sonuçlar yurtdışındaki eğitimlere yönelik kuşkuları pekiştirmiş oldu. YÖK, yurtdışı kanalıyla Türk işgücü piyasasına niteliksiz insan gücünün girişini asgariye indirmek üzere, yurtdışında eğitim almayı düşünenlerin niteliksiz ve yetersiz eğitim veren okullara gidişlerini sınırlandırmak üzere birçok düzenleme yaptı ve bunların çoğu Danıştay tarafından çeşitli gerekçelerle iptal edildi. Nihayet 2015-2016 eğitim yılından geçerli olmak üzere getirilen kurallar bugün için de yürürlüktedir.
2020 yılı Mayıs ayında YÖK Başkanı Covid-19 salgını nedeniyle birinci sınıf ve son sınıfların da yatay geçiş yapabileceklerini duyurunca, yüzlerce kişi kısa sürede yurtdışındaki üniversitelere online kayıt yaptırdı ve bu yılın Ağustos ayında da yatay geçiş başvurusunda bulundu. Özellikle Türkiye’deki vakıf üniversitelerinin öğrenci gelirinden dolayı bu gelişmeden memnun olduklarını tahmin etmek güç değil. Kamuoyunda çeşitli eleştirilere ve şikâyet başvurularına konu olan bu durumu düzeltmek için alınan önlemler ayrı bir karmaşaya yol açtı ve birçok üniversite soruşturma geçirdi. Yatay geçişle Türk üniversitelerine kaydı yapılan birçok öğrencinin kaydı silindi ve yargıya taşınan birçok dosya oldu. Üniversitelerde geçmişe yönelik sil baştan inceleme ve soruşturmalar yapılmaya başlandı.
Gerçek bir soruna dönüşen “yurtdışındaki Türk öğrenciler” konusunu asgariye indirmenin yolu vardır aslında. Başta devlet üniversiteleri olmak üzere birçok üniversitede fizik, kimya, biyoloji, matematik, sosyoloji, siyaset bilimi, iktisat, mühendislikler gibi bölümlere ya talep olmadığı için ya da yeterli puan alınmadığı için kontenjanları dolmuyor. Tıp, diş hekimliği, mühendislik, hukuk, eğitim vb. alanlarda eğitim almak için öğrencinin ilgili puan türünün ait olduğu alanlarda belirli bir düzeyin üstünde olması aranıyor; çünkü aksi halde, öğrenci o programda verilen eğitimi almada büyük güçlük yaşamakta ve ortamdaki işleyişi olumsuz etkilemektedir. Yani, lise mezuniyet ortalaması bırakın 50’yi, 80 ve üstü olan binlerce öğrenci üniversite giriş sınavından asgari puanı alamadığı için herhangi bir lisans programı için tercihte dahi bulunamamakta veya yeterli puanı alamadığı için belirli lisans programlarına yerleşememektedir. Buradaki sorunun ağırlıklı olarak Milli Eğitimle ilgili olduğu açıktır. Şimdilik bunu bir kenara bırakalım.
Yeterli puanı alamayan lise mezununun önünde beş seçenek vardır. (1) Daha üst düzeyde eğitim alma talebinden vazgeçmek, (2) Bir yıl daha hazırlanarak şansını bir daha denemek, (3) Puanı varsa puanının yettiği ama kendisinin istemediği bir programda öğrenim görmek, (4) Yurtdışına giderek YÖK’ün sıralama şartlarına uyan bir üniversiteye kaydolup ya eğitimi orada tamamlamak veya takip eden yıllarda Türkiye’ye yatay geçiş yapmak ve (5) Yurtdışındaki herhangi bir üniversiteye kaydolup orada eğitimi tamamlamak ve Türkiye’ye dönüşte seviye tespit sınavı ve diğer ölçme-değerlendirme süreçlerine girmek.
Lise mezunu, YÖK’ün belirlediği bazı şirketlerin sıralamasına göre dünyadaki ilk 400’lük dilime (2021 kararı) giren üniversitelere kayıt yaptırınca, programların ilk ve son sınıfları hariç (tıp programında ikinci sınıfa da yatay geçiş yapılmıyor) diğer sınıflarına yatay geçiş yapabiliyor. Yeterli başarıyı gösteremeyen aday bakımından alternatifler düşünüldüğünde, ekonomik durumu uygun olan adayın yatay geçiş yapmak üzere yurtdışı seçeneğini tercihi rasyonel görünüyor. Bu yolla her yıl binlerce öğrenci yurtdışına gitmektedir. Bu suretle aracılar ve üniversite yönetimine ödenen komisyonlar, eğitim ücreti ve daha sonra Türkiye’ye yatay geçişte tekrar aracılara ödenen komisyonlar dikkate alındığında, büyük bir ekonominin de döndüğü tahmin edilebilir. Yetersiz lise eğitimini telafi etmede fonksiyonel olan dershane sistemi gibi, yurtdışı eğitim seçeneği de üniversite giriş sisteminin çözümsüz bıraktığı bir alandaki talebi arızalı da olsa kendince karşılamakta, ancak Türkiye’den ciddi boyutta döviz transferine de neden olmaktadır.
Üniversite giriş sınavı sayısının artırılması, çeşitlenmesi, şartlı öğrenci kabulü ve bilimsel hazırlık
Türkiye’deki üniversitelerin önemli bir kısmındaki birçok program, işgücü piyasasında yeterli karşılığı olmadığından, tercih edilmeme nedeniyle kontenjanlarını dolduramamaktadır. Benzer şekilde, belirli bir puan veya sıralama şartı arayan programlarda da kontenjanlar dolmamaktadır. Kontenjanları dolmayan, hatta çok az adayın tercih ettiği veya bir kişinin dahi tercih etmediği programlar da mevcuttur. Bu durumda, YÖK-ÖSYM yönetimindeki sistemde, hocalar, sınıflar, laboratuvarlar vb. insan kaynağı, fiziki mekân ve altyapı yatırımları öğrenci olmadığı için atıl duruma düşmektedir. Benim önerim, üniversitelere şartlı öğrenci kabulü izni verilmesi ve bilimsel hazırlık eğitimi için düzenleme yapılmasıdır. Batı Avrupa’da şartlı kabule benzer uygulamalar vardır. Örneğin, bir programın birinci sınıfına 300 öğrenci kaydoluyor, bunun ancak üçte ikisi ikinci sınıfa geçebiliyor, geriye kalanı diğer programlara geçiyor veya okulu bırakıyor, üçüncü sınıfa ise ikinci sınıftakilerin üçte ikisi geçebiliyor ve sistem böyle işliyor. Kendi içinde tutarlı bir sistematiği olsa da bu sistemi öneriyor değilim.
Bir örnek üzerinden düşüncemi somutlaştırayım. Diyelim ki, A üniversitesi mühendislik ve mimarlık programlarında 100’er kişilik, tıp, diş hekimliği ve eczacılık programlarında 20’şer kişilik, hukuk programında ise 50 kişilik şartlı öğrenci alacağını duyurdu. Bu durumda, yeterli puanı olmayan veya sınava girmeyen adaylar A üniversitesine başvuracak ve ilgili üniversitenin veya merkezî otoritenin belirlediği kriterlere göre kabul edilecektir. Şartlı kabul edilen öğrenciler, hangi programı veya fakülteyi okumak istiyorlarsa ona özgü bir hazırlık eğitimine tabi tutulacakları gibi, ÖSYM formatındaki sınava hazırlanma şeklinde bir eğitime de tabi tutulabilirler; ki bu ayırımın ilkesel bazda kolay çözülebileceğini düşünüyorum. Mesela, şartlı öğrencilerin tabi tutulacağı bilimsel hazırlık eğitimi en çok iki akademik yıl sürebilir. Öğrenciler, her bir dönem sonunda, ÖSYM’nin lisans verdiği kuruluşların (üniversite, şirket, dernek vs.) yaptığı sınavlara girip öğrenim görmek istedikleri program için seviye tespiti yaptırabilecekleri gibi, ÖSYM’nin yaptığı sınava da girebilirler. Böylece, dershane sistemine veya yurtdışına gitme yoluyla üniversite sistemine girişte yeni bir alternatif pencere açılmış olacaktır. Şartlı öğrenciye, eğitim aldığı üniversitedeki bir programı tercih etmesi halinde, özendirici olarak ilave bir puan da verilebilir. Eğer öğrenci aldığı eğitim sonucunda daha yüksek puanlı başka bir üniversitenin programını tutturabiliyorsa, bunda da bir mahzur yoktur. Yine, bir üniversitedeki programlar arasında yatay ve dikey geçişlerin çok daha esnek hale getirilmesi için de yeni mekanizmalar tasarlanması uygun olacaktır.
Şartlı öğrenci kabulü ve bilimsel hazırlık önerisinin, getirdiği çözüm olanakları ile karşılaştırıldığında, sistemi bozucu etkisinin çok sınırlı olacağını düşünüyorum. Önemli olan, belirli seviyede öğrenci kabulü gerektiren programlar için, mümkün olduğu kadar öğrenci sayısını artırmaktır; ta ki yetersiz puandan dolayı boş kontenjan kalmasın veya asgariye insin. Şartlı öğrenci kabulü yoluyla, hem lise eğitiminden kaynaklanan eksiklik hem de lise mezuniyet alanı ile üniversite bölüm tercihinin farklılaşması durumunda, açığı kapatacak bir yöntem ve kapasite oluşturulacaktır. Bilimsel hazırlığın sisteme getirilmesi özellikle vakıf üniversiteleri için kritik önemdedir. Vakıf üniversitelerinde tam burslu öğrenci ile ücretli öğrenci arasındaki puan farkı çoğu zaman çarpıcı boyuttadır. Hâlihazırda vakıf üniversitelerinde aynı sınıftaki öğrencilerin bilgi düzeyleri arasındaki farkı giderici bir kurumsal politikaları söz konusu değildir. Farklı puanlara sahip öğrencilerin bu farkı azaltma veya düşük puanlı öğrencilerin seviyesini yükseltme yönünde kurumsal düzeyde sistemik herhangi bir çaba bulunmadığı için, uyum sorunu büyük ölçüde öğrencilere ve dersi veren hocalara bırakılmış durumdadır. Gözlemlerime ve görüşmelerime göre, öğrenciler arasındaki puan farkının da gösterdiği düzey farklılığı, sınıfın genelini olumsuz etkileme potansiyeline sahiptir. Bilimsel hazırlık uygulamasının bu soruna da önemli ölçüde çözüm olabileceğini öngörüyorum.
Yine, YÖK’ün belirlediği en düşük puanlarla küçük illerdeki üniversitelerin mühendislik programlarına giren öğrenciler ile metropollerdeki devlet üniversitelerinde aynı programlara giren öğrencilerin muhatap oldukları müfredat ve iş yükünün aynı şekilde tanımlanmış olması ayrı bir potansiyel sorunu göstermektedir. Mesela, ODTÜ ve İTÜ makine mühendisliği eğitim süresi, müfredatları ve iş yüklerinin aynı veya benzer olması, uygulamada bir çelişki ile sonuçlanmayabilir. Ancak yeni kurulmuş küçük bir ildeki asgari öğretim üyesi sayısına sahip makine mühendisliği bölümü öğrencilerinin seviyeleri itibariyle muhatap olacakları eğitim süresi, müfredat ve iş yükünün ODTÜ ve İTÜ ile aynı veya benzer olması makul görünmemektedir. İstismarlara ve keyfiliklere izin vermeyecek şekilde bilimsel hazırlık uygulamasının sistemi iyileştirici olacağını düşünüyorum.
Bilimsel hazırlık yoluyla, FKB-M programları kadrosundaki hocalar aktif olarak çalışacak ve sistemin eksiğini tamamlayacaktır. Üniversitelerin atıl yapıları kullanılacak ve üniversite girişi için harcanacak kaynak, üniversite sistemine yönelecektir. Boş sınıflar, boşta kalan hocalar ve dışarıda bekleyen öğrenciler sorununun bu yolla önemli ölçüde çözüme kavuşacağını öngörüyorum.
ÖSYM’nin bir lisanslama ve akreditasyon kurumuna dönüşmesi
Mevcut üniversite yerleştirme sisteminin Türkiye gibi büyük bir eğitim sektörü olan bir ülke için çok başarılı çalıştığı kanaatindeyim. Ancak, böyle devasa merkezî yapıların dezavantajları ve rijitlikleri de devasa sorunlara yol açabilmektedir. Örneğin, Anadolu’da ÖSYM sınavı yapılan bir ilçeye giden kamyon devrilse ve soru kutuları etrafa saçılsa, doğal olarak bütün Türkiye’de sınav iptal olur. ÖSYM üniversite sınavı günlerinde Türkiye tam bir teyakkuz halindedir. Mülki amirler, jandarma ve emniyet gibi kolluk kuvvetleri, Milli Eğitim Bakanlığı, üniversiteler ve gerektiğinde diğer kamu kurumları mensupları topyekûn bir seferberlik içindedir. Böyle devasa bir organizasyonu en az hata ile gerçekleştirmek zor ve stresli bir süreçtir. Bu büyük organizasyon yükü de, sınavın yılda bir kez yapılmasında müessir olmaktadır. Acaba bugünün koşullarında ve imkânlarında gerek var mı bu tekli modele ve bu kadar kasmaya?
Bugün üniversitelerde ve Milli Eğitim Bakanlığı yönetim ve denetimindeki okullarda elektronik sınav hizmeti verecek özelliklere sahip çok sayıda sınıf ve laboratuvar mevcuttur. Yetki verildiği takdirde, Üniversite giriş sınavlarını yapmaya aday olacak çok sayıda üniversite, dernek veya şirketin çıkacağını düşünüyorum. Nitekim, yurtdışı öğrenci kabulünde hâlihazırda birçok Türk üniversitesi hem kendisi için hem de diğer üniversiteler için geçerli olacak sınavlar yapmaktadır. ÖSYM’nin belirleyeceği sınav merkezi, konu kapsamı, soru ve ölçme-değerlendirme standartlarını kabul ederek sınav yapacağını taahhüt eden talipler çıkacaktır. Kaldı ki, yükseköğrenim otoritesinin bu konuda inisiyatif alarak yönlendirme ile kapasite oluşturması da mümkündür ve yerine göre gereklidir.
ÖSYM, YÖK ile eşgüdüm içinde, sektörel düzenleyici otorite olarak lisanslama ve denetim yaparak eğitim sektöründe yeni bir anlayışa geçebilir. Bir örnekle, çok-kurumlu sınav olasılığını açıklamaya çalışayım. Türkiye’de dört farklı üniversitenin, iki mesleki STK’nın ve iki şirketin üniversite giriş sınavı yapmak için ÖSYM’den yetki aldığını varsayalım. Yetkilendirilmiş bu kuruluşların hangi branşlarda, hangi bölgelerde, yılda kaç kere sınav yapabileceklerinin ÖSYM ve YÖK tarafından kararlaştırıldığını ve ilk başta pilot uygulama yapılacağını kabul edelim. Mesela, Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi yılda 3 kez, İstanbul Üniversitesi yılda 2 kez, ABC meslek STK’sı yılda 5 kez, XYZ şirketi yılda 2 kez üniversite giriş sınavı yapmakla yetkilendirilsin. ÖSYM, farklı bir tasarımla da bu sınav yetkilisi kurumları, sınavları ve bölgeleri düzenleyebilir. ÖSYM, ulusal düzeyde sınav yapmaya devam etmek istiyorsa, o da sınav yapsın. Kapsam, soru, ölçme-değerlendirme, karşılaştırılabilirlik, seviye uyumu vb. konularda zaten ÖSYM standartları söz konusu olduğu için, mevcut sisteme kıyasla hakkaniyet ve adalette görece daha büyük bir sorun çıkacağını düşünmüyorum. Bir adayın bir yılda aldığı puanlardan hangisiyle, ne zaman yerleştirmeye başvuracağı, üniversite yerleştirme işleminin yılda kaç kez hangi kurum tarafından yapılacağı gibi detayların yönetilebileceğini düşünüyorum. Sınav merkezlerinin yönetim ve denetimi ÖSYM murakabesinde olacağı için, sınav güvenliğinin de yönetilebileceğini varsayıyorum.
Yurtdışına giden Türk öğrencilerden başladık, geldiğimiz nokta ÖSYM üniversite yerleştirme sisteminin genişletilmesi ve çeşitlenmesi oldu!
E-sınav merkezleri, otomatik soru üretimi ve kişiye özgülenmiş sınav
Üniversite giriş sınavlarında çıkacak soruların ait olduğu konular kapsam, içerik ve yöntem olarak MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığının kabul ettiği çerçeve ile sınırlıdır. Ancak uygulamada, ÖSYM sorularının bu sınırın dışına taştığı yönünde birçok defa eleştiri ve şikâyetler söz konusu olmaktadır. Otomatik soru üretimi, çeyrek asırdan bu yana gelişmiş ülkelerde çalışılan bir konudur. Türkiye’de otomatik soru üretimi, zaman zaman araştırma projelerine konu edilerek gündeme gelmektedir. Üniversite giriş sınavı için otomatik soru üretimi projesinin başlaması durumunda, MEB ders materyallerinin kapsam, içerik ve pedagojik olarak önemli ölçüde dönüşerek standartlaşacağını ve okul kitaplarıyla sınırlı çalışan öğrenciler bakımından çok daha adaletli olacağını düşünüyorum.
Dijitalleşmenin üniversite giriş sınavları, ders materyalleri ve topyekûn eğitim sisteminin dönüşümü için büyük fırsatlar sunduğu kanaatindeyim. ÖSYM, YÖK ve MEB için üniversite giriş sınavları başta olmak üzere insan kaynaklarının geliştirilmesi alanında işbirliği ve eşgüdüm için önemli bir alanın açılmış olduğu görüşündeyim.
Bugünkü üniversite sistemindeki boş kontenjanlar ve atıl beşerî ve fizikî kaynaklar nedeniyle iki taraflı olumsuzluğa yol açan bir sistemik sorundan bahsediyoruz: Bir yandan atıl kaynağa yol açan asgari puan sistemi, diğer yandan karşılanmayan talebe yol açan bir sistem. Daha önce dediğim gibi, lise mezunlarının düzeyi tartışmasını bir tarafa bırakıyorum. Bugünkü esnek olmayan ve yüksek maliyetler de doğuran tekli sistemi gereksiz yere tekli olarak sürdürmenin rasyonel bir gerekçesi yok bence.
Uluslararası geçerliği olan sınavlar için Türkiye bölgedeki en uygun ülke
Türkiye’nin ulusal düzeyde üniversite giriş sistemi ve uluslararası alanda ise birçok dilde lise mezuniyeti seviye tespiti türünde geliştireceği sınavlar yoluyla uluslararası referanslar ve markalar çıkarma potansiyeli vardır. Bu konuda gerektiğinde uluslararası sınav, akreditasyon ve kurumsal değerlendirme konsorsiyumlarının kurulması yayılımı ve kabulü hızlandırabilir. Bu konu başka bir yazıyı hak ediyor. Yine, Türkiye’nin yurtdışında üniversite açma deneyimi ve Maarif Vakfı ayrı bir yazının konusu. Bu nedenle, bağlamla ilişkili olmasına rağmen, bu iki konuya bu yazıda değinmedim.
Metin Toprak
1966 Ardahan doğumlu. İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümünden 1987 yılında mezun oldu. Yüksek lisansı ve doktorasını da bu Üniversitede yaptı. Kırıkkale, Eskişehir Osmangazi, Uluslararası Saraybosna, Türk Hava Kurumu ve İstanbul Üniversitelerinde öğretim üyesi ve yönetici olarak görev aldı. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumunda uzman yardımcısı, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunda Başkan Yardımcısı, Rekabet Kurumunda İkinci Başkan ve ÖSYM’de Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı. Finansal sistem ve ekonomik kalkınma, sosyal politika, yoksulluk ve yükseköğrenim sisteminin reformasyonu başlıca ilgi alanlarıdır.