YENİ BİR ŞEHİR KURMAK
Görgün Özcan –
İnsanın yeryüzündeki varoluşu, hemcinsleriyle ve diğer tüm varlıklarla olan ilişkilerinin hikâyesidir. İnsanlık tarihi beşeri ihtiyaçların zorlamasıyla veya hırsların tahrikiyle ortaya çıkan müspet veya menfi karşılaşmaların, çatışmaların veya uzlaşmaların bütünüdür. Varoluşumuz bizi birbirimize bağımlı ve muhtaç kılmıştır. Bu bağımlılığın sonucu olarak birlikte yaşamanın hem zihinsel hem de fiziksel zeminini aramakla başlar dünya serüvenimiz.
İnsanoğlunun devrim olarak nitelenen keşiflerini ateşin bulunması, toprağın ekilmesi, tekerleğin keşfi, yazının kullanılması vb. olarak sıralayabiliriz. Bu ve benzeri buluşlar ne kadar önemli olsa da, insanın en büyük eseri ve mütekâmil keşfi şehir kurmayı başarmasıdır. Gordon Childe şehir kurma eylemini Sümer’den hareketle devrim olarak niteler. İnsanlığın diğer buluşlarına devrim nitelemesi yakıştırılsa bile şehir için bu sıfatı kullanmak doğru değil. Bir alt üst oluşa ve yıkıma işaret eden devrim, var oluşa, hayata ve inşaya dayalı şehrin yanına sıfat olarak yakışmıyor. Şehir insana öğretilen ve tekâmül ederek ileri aşamalarına geçilen bir faaliyet. Şehir müspet bir eylemin sonucu. İnsan birlikte yaşama ihtiyacının zorlamasıyla mağara(sın)dan çıkmış, kendini bulma yolculuğu içinde varoluşsal biçimde şehir kurmaya girişmiştir. Bu yüzden kendi evinden önce “Tanrı”nın evini inşa etmiş ve kutsal mekânı merkeze alan şehri kurmuştur.
İnsanın anlam arayışı sırasında zihnen ve bedenen çıkıp kurtulması gereken mağara, Eflatun’un kullandığı elverişli bir metafor. İnsan mağarasından çıkarak özgürleşir. Özgürleşen insan sınırsız iyiliklerin, erdemin ve ahlakın yaşanacağı yer olarak bir şehir kurmaya girişir. Kurduğu şehirde ortak yaşamın ideal sınırlarını belirlemek için düşünceye yönelir, hikmet ve felsefenin kapılarını aralar. Aristo da hocası gibi insan için şehir hayatını önceler. İnsanın şehir kurması ve şehirde yaşaması yaratılışına uygun, içkin ve doğal olan durumdur. En iyi devletin şehir devleti olacağını söyler. Farabi bu iki filozofun İslam dünyasındaki takipçisi olarak “el-Medinetü’l-Fazıla” kavramını kullanır. “Erdemli Şehir”. Farabi için de şehir hayrın en iyisinin, ahlakın kemalinin elde edileceği yerdir. Şehir, ahlakın, ortak iyinin ve yüksek kemalin elde edilebileceği mekân olduğu kadar; günahın, kötülüğün ve sapkınlığın merkezi de olabilir. Farabi şehir tasnifini bu zıtlığı da dikkate alarak çeşitlendirir.
Filozofların kurulması ve yönetilmesi konusunda fikir yürüttükleri şehir, siyasal anlamda devlete karşılık gelir. Şehir ve devlet felsefe ve siyaset düşüncesi penceresinden özdeş kavramlardır. Bu noktada kim yönetmeli sorusu düşüncenin ana ilgisi haline gelir. Soruya verilen cevap: En ahlaklımız, en mükemmelimiz, en bilgilimiz, en tecrübelimiz yönetmeye en ehil olanımızdır. Bu niteliklere sahip olan ise filozofun kendisi. İnsanlar arasında yönetme erdemi açısından eşitlik söz konusu olamaz. Ya altın karakterli filozof bir kral bizi yönetecek, ya tecrübesi tartışılmaz pratik akıl sahibi bir zümre, ya da kendisine sudur eden vahiy ve akılla hareket eden filozof-peygamber. Diğer herkes şehirde kendi yerinin farkında olacak. Gerçek erdemin mevcut hale razı olmaktan geçtiğini kabul edecek. Yönetme konusundaki fikirleri ne kadar rahatsız edici olursa olsun, filozofların şehirle ahlak arasında bağlantı kurması önemli sayılmalı, ancak şehrin bizatihi kendisinin devleti önceleyen bir olgu olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır.
Yukarıda insanın Tanrı evini kendi evine öncelediğinden ve öncelikli olarak kutsal mekânın inşasına giriştiğinden söz ettik. Bunun nasıl olduğu konusundaki izahatın ampirik delilleri olsa bile, meseleye inanç ve ön kabulle yani imanla yaklaşmanın da bir gereklilik olduğunu belirtmeliyiz. Dinî geleneklerin yaklaşımları felsefenin ve kadim insanlık hikmetinin şehir hakkındaki eksiklerini tamamlayıcı mahiyettedir. Şehir konusunun önde gelen yazarlarından Mumford şehir ve din arasındaki etkileşimi şöyle anlatır: Köyün mütevazı temelleri toprağın içine kök salmıştı; fakat şehir köyün değerlerini tersine çevirdi ve temelleri cennete yerleştirerek köylünün evrenini ters yüz etti. Bütün gözler artık göğe çevrilmişti. Ezeli, ebedi ve sonsuz olana, her şeyi bilen ve her şeye gücü yetene iman, binlerce yıl boyunca insani varoluşun imkânlarını yüceltmede başarılı oldu.
Mumford’un vurgu yaptığı bu iman, insana beşerî gücün sınırlarını zorlayacak azim ve gayreti verir. Yaptığı tapınağa tonlarca ağırlıktaki taş blokları kilometrelerce uzaktan taşıyan insan topluluğunun Göbeklitepe’deki faaliyetini halen anlamaya çalışıyoruz. Bugünden geriye, 12.000 yıl önceye gidiyoruz. Daha toprağı işlemeye, ekip biçmeye, pişirip dağıtmaya, artırıp biriktirmeye başlamamıştık. Ama öyle anlaşılıyor ki faniliğimiz ve acizliğimiz ebedî olana duyduğumuz merak ve iştiyakı daha da artırdı. Yeni bir inşa işine giriştik. İnsanlık var oldukça baki kalacak bir yapı yapmak, ezelî ve ebedî olanın şanına yakışacak bir ev inşa etmek istedik. Şehir kurmaya da buradan başladık.
İnsan yeryüzüne kemal yolcuğunu tamamlamak için en uygun kıvamda gönderildi. Bu sebeple “ahsen-i takvim” sıfatı kullanıldı. Hz. Âdem bir peygamber olarak ilk evi inşa eden insan. Aynı zamanda “âdem” yeryüzünde yaratılmış en şerefli tür, müstahlef adına hareket eden halife varlık, insan… İşte bu varlık türünün ilk eylemi evi inşa etmek: “Gerçek şu ki, insanlar için yapılmış olan ilk ev, âlemlere bir hidayet ve bir bereket kaynağı olan Mekke’deki evdir.” (Âli İmran 3/96) Evi inşa etmek, evle birlikte hilafetin gereğini de yerine getirmek demek. Ardından gelen amaç ise esma ile müsemma arasındaki ilişkiyi tamamlamak ve ahlakın kemalini elde etmek için bir şehir kurmak.
İnsan hilafet vazifesi gereğince ilk olarak kulluğunu ifade edeceği mekânı inşa etti. İbadet kulluğun ifadesinin sembolü fiillerden ibaret değil sadece. Kulluk var oluşla ilgili bir eylem, bilme ve tanıma çabasının tezahürü. Kulluk perspektifiyle tekrar şehre döndüğümüzde kadim topraklarda yer alan bozulmuş bir şehirden, yeni bir şehir kurmakla görevlendirilen başka bir önderin, peygamber olarak Hz. İbrahim’in çıktığını görüyoruz. Hemşehrilerinin şehrinden kaçan İbrahim’e (as) verilen görev aynı: Çölün ortasında, mutlak saflık ve temizliğin içinde yeni bir şehir kurmak. İbrahim emre itaat eder, oğluyla birlikte teslimiyet içinde evin temellerini bulur ve yükseltir: “İbrahim, “Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah’a ve âhiret gününe inananları da çeşitli ürünlerle rızıklandır” diye dua etmişti. Allah buyurdu ki: İnkâr edene de az bir süre dünya nimetleri veririm, ama sonunda onu cehennemin azabına sürerim. O ne kötü bir sondur! İbrahim İsmail’le birlikte o evin temellerini yükseltiyordu: “Ey rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.” (Bakara 2/126-127)
İbrahim’in (as) duası karşılık bulmuş, çölün ortasında ziraata elverişsiz bir yerde kurulan kutsal şehir Mekke, bereket ve cömertlikle anılan bir şehir olmuştur. Bu cömert şehre yüzyıllar sonra, aynı misyonun takipçisi yeni bir önder, Hz. Muhammed (sav) peygamber olarak gönderildi. Mesajına yaratan Rabbimizin adıyla işe girişelim; bu şehir, köle/hür, zengin/fakir, asil/avam fark etmez hepimizin ortak evidir; yönetmek sadece altın tabiatlılara, “Ebu’l-Hakem” lakaplılara has bir meziyet değildir diyerek başladı. Bu çağrının ne anlama geldiği anlaşıldığında ise, bir avuç insanla doğduğu şehri terk etmek ve Yesrib’e hicret etmek zorunda bırakıldı.
Hz. Muhammed (sav) üzerine yüklenen misyonun farkında olarak mücadelesine yeni bir mekânda devam etti. Yesrib’in yeni adı “Medine” yani şehir oldu. Hicretle başlayan bu yeni şehir kurma hamlesi, İslam inanç sisteminin her yönüyle miladı oldu. Evin ve şehrin inşasıyla birlikte insanın da inşasına başlandı. Yeni şehirde gerçekleştirilen ilk faaliyet yine değişmedi. İbadet için bir bina yapıldı. Bu yapıda ibadethane ile ev, okul, misafirhane iç içe geçmişti. Mezralar ibadet için yapılan evin ekseninde birleşti. Şehir yeni bir odak noktası elde ederek asli kimliğine kavuştu.
Sonra gelenler için örnek alacakları bir model ortaya kondu Medine’de. Tüm insanlığa bir şehrin nasıl kurulacağı öğretildi. Müslümanlar bu örnekten hareketle Basra, Kufe, Fustat, Bağdat gibi yeni şehirlerini kurdular. Kuruluşundan itibaren 30 yıl içinde Kufe’nin nüfusu 100.000’in Basra’nın nüfusu ise 200.000’in üzerine çıktı. Nil’in doğu sahilinde 640 yılında Amr ibnu’l-As tarafından kurulan Fustat, sonradan Kahire şehrinin çekirdeğini teşkil etti. 762’de Abbasi Halifesi El-Mansur tarafından yeni başkent olmak üzere kurulan Bağdat ise 40 yıl içinde 2 milyon nüfusa erişti. Yeni kurulan bu şehirlerle birlikte İspanya ve Kuzey Afrika’dan Hint Okyanusuna kadar uzanan bölgede Kordoba, Sevilla, Tuleytula, Fez, Kayravan, İstanbul, Şam, Belh, Buhara, Semerkand gibi pek çok şehir İslam hakimiyetine girdi. Medine’de ortaya konulan şehir modeline göre yeniden örgütlendi.
İslam şehrine farklı coğrafyalarda ve tarihsel kesitlerde verilecek başka pek çok örnek bulunabilir. Ancak bu modelin son ve en gelişmiş örneği Osmanlı şehirlerinde görünür. Bu görüşü destekleyen Turgut Cansever, İslam şehrini insanlık tarihinin çok müstesna bir ürünü olarak niteler ve Osmanlı şehirlerini mekânsal planda bu sistemin en parlak örnekleri olarak gösterir. Cansever’e göre Osmanlı şehri iki temel özelliğiyle ön plana çıkar. Şehirde hâkim irade görünür değildir ve Osmanlı şehri kendiliğinden oluşmuş bir güzelliği yansıtır. Siyasal otorite yeni kurulan şehre planlama yoluyla müdahale etmemiş, şehir kurmak bir üst ilke olarak dünyayı güzelleştirme idealinin parçası olarak düşünülmüştür.
Nizam-ı âlem ilkesinin simgeleşmiş hali olan Osmanlı şehri, sadece mekânsal bir tekâmülün sonucu olarak öne çıkmaz. Aynı zamanda ortalama insanın hayatına huzur ve güven getirmeyi de kendisine hedef olarak koyar. Fatih Sultan Mehmet’e atfedilen; “Hüner bir şehir bünyad etmektir, Reayâ kalbin âbad etmektir” dizeleri bu hedefin ifadesidir. Burada şehir kurma eylemi ile “dâire-i adalet” ilkesinin ana fikrini oluşturan halkın huzuru ortak bir ideal olarak dikkat çeker.
Şehirde refahın artması ve huzurun sağlanması bir başka erdemin, cömertliğin ön plana çıkmasını sağlamıştır. Osmanlı şehirlerinde her sosyal katmanda ve farklı fonksiyonlarda karşımıza çıkan vakıflar cömertlik ahlakının tezahürleridir. Cömertliğin en yüksek derecesi ihtiyaç sahibi olsun veya olmasın bütün insanlara yardımda bulunmayı gerektirir ve kerem olarak adlandırılır. Nitekim vakfiyelerde bu özelliğe vurgu için “âyende ve revendeye” hizmetten bahsedilir. Yani gelir seviyesi veya sosyal statüsü ne olursa olsun gelen geçen herkese ikramda bulunulması emredilir. Cömertlik ve kerem ahlakının somutlaşmış hali olan vakıflar, Osmanlı şehir hayatının sosyal, ekonomik ve fiziki planda ayrılmaz parçası olarak her köşede karşımıza çıkar.
Osmanlı şehirlerinin kuruluşundan itibaren fiziki yapısında asıl belirleyici yenilik, vakıflar aracılığıyla külliye-imaret siteleri tesis ederek şehirleri geliştirmektir. Çok işlevli merkezler olan imaret siteleri, şehirlere kamu hizmetlerinin gelmesini ve ticari hayatı geliştirecek pazarların kurulmasını sağlamıştır. Bu tesisler cami, medrese, hastane, misafirhane, aşevi, su yolları, çeşme ve sebiller, yol ve köprüler ile bunların bakımları için gelir getiren han, hamam, çarşı, değirmen vb. yapılardan oluşurdu. Bazen bir şehrin yeni baştan kuruluşunda bazen de var olan bir şehrin topyekûn dönüşümünde vakıflar tarafından inşa edilen bu imaret siteleri pay sahibi oluyordu.
Osmanlı şehrinde, şehir merkezindeki çarşıların mülkiyeti vakıflara tahsis edilerek merkezde oluşacak spekülatif kazancın ve rantın da önüne geçilmiş, buradan doğan artı değer hayrata özgülenerek şehrin sağlık, eğitim, sosyal yardımlaşma vb. ihtiyaçları temin edilmiştir. Böylece şehrin şerefiyesi hizmet olarak şehirliye aktarılmıştır. Bu sistemle şehirde rantiye ekonomisinin yarattığı ekonomik, sosyal ve politik yozlaşmanın sınırlı kalması sağlanmıştır.
Modern dönemde insanlık olarak her zamankinden daha fazla şehirlerde ve metropollerde yaşıyoruz. Günümüzde Dünya nüfusunun %55’i, Avrupa ve Türkiye nüfusunun ise yaklaşık %75’i şehirlerde meskûn. Ancak bu nüfus kesafetine rağmen gerçekten şehirli olup olamadığımız konusunda istifhamlarımız var. Mekânı değerli kılanlar mekânda yaşayanlar, orada mekîn olanlardır (şerefü’l-mekân bi’l-mekîn). Şehirleri değerli kılmak için ortak yaşamın kurallarını belirleyen, ortak kabullere yaslanan şehir ilmihallerimizi yazabilmeliyiz. Bu çerçevede şehirli olabilmek ve şehir ahalisi olarak birlikte yaşayabilmek için, yukarıda özetlediğimiz tarihsel değerleri yeniden hatırlamakta ve imkân ölçüsünde canlandırmakta fayda var. Kanaatimizce yeni ve yeniden şehirler kurabilmek ancak bu hattıhareket üzerinde olmakla mümkün olabilir.
Görgün Özcan
1994 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur. “Türkiye’de Yerel Yönetimlerin Kültür Politikaları ve Kültürel Belediyecilik” ve “Klasik Çağda Osmanlı Şehir Sistemi ve Osmanlı Şehirleşmesinde Vakıfların Rolü” başlıklı tezlerle yüksek lisans ve doktora derecelerini almıştır. İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesinde Osmanlı Şehircilik Tarihi ve Kent Sosyolojisi dersleri vermektedir. “Osmanlı Şehirciliği ve Vakıflar” ve “Doğu ve Batı Arasında Şehir” isimlerinde iki kitabı, yerel yönetimler ve şehircilik alanında yayınlanmış makaleleri ve kitap bölümleri bulunmaktadır. Kültür politikaları, şehirleşme ve şehir tarihi ilgi alanlarıdır. 1997-2009 yılları arasında serbest avukat olarak çalışmıştır. Halen Sultanbeyli Belediyesi’nde başkan yardımcısı olarak görev yapmaktadır.